Bayburt; kuş uçar ama kervan geçmez…

İlk bakışta Bayburt, bir yanıyla tanıdık, bir yanıyla apayrı, doğal yapısı ve ilginç dokusuyla merak uyandıran, insanı içine çeken, biraz tarihi, biraz eski, ama sıcak ve canlı bir Anadolu yerleşmesini andırıyor...

Bayburt; kuş uçar ama kervan geçmez…

Doğu Karadeniz’in doğuya açılan yüzü. Uzun asırlar önce inşa edilen görkemli bir kalenin eteğinde, Çoruh Nehri’nin kıyısında yeşermiş bir kent. Anadolu’daki sayısız yerleşim gibi, bir zamanlar İpek Yolu’nun güvenli duraklarından, ticaretle birlikte gelişmiş bir kültür merkeziydi. Bugün tarım ve hayvancılıkla geçiniyor Bayburt. Muhafazakâr insanı göçten ve işsizlikten yakınıyor...

Yazı ve Fotoğraflar: Engin Kaban

İlk bakışta Bayburt, bir yanıyla tanıdık, bir yanıyla apayrı, doğal yapısı ve ilginç dokusuyla merak uyandıran, insanı içine çeken, biraz tarihi, biraz eski, ama sıcak ve canlı bir Anadolu yerleşmesini andırıyor. Yerleşmeyi iki eşit yakaya bölen, en işlek, resmi kurumların, mağazaların ve lokantaların dizildiği, cıvıl cıvıl bir meydan ve meydana kurulmuş saat kulesiyle taçlandırılmış Cumhuriyet caddesini geçip Kadızade Mahallesi’ne geliyoruz. Burada, halam oturuyor. Mütevazı bir yaşam süren 60’lık halam, sevinç ve gözyaşıyla karşılıyor. Hatır soruyor, anlatıyor, kucaklıyor. Bir yandan telaşla sofra hazırlamaya girişiyor. Yeğenim Mustafa’yı, taze ekmek almaya yolluyor.

Bir solukta ekmekleri yetiştiren Mustafa, liseden sonra okuyamamış. Nedeni ekonomik. Askerliğini henüz bitirmiş, boyu posu yerinde bu delikanlı, şimdilerde Bayburt’un en gözde eğlence mekânlarından “Kale Park Sosyal Tesisleri”nde çalıp söylüyor. Annesi, hiçbir sosyal güvencesi olmamasından ve çok çalıştırıldığından şikâyet etse de o, renkli ve eğlenceli bulduğu işinden memnun. Belki daha güvenli, geliri daha yüksek bir işte çalışmak isterdi. Ama bölgenin en temel sorunu olan işsizlik, onun da belini büküyor.



Kahvaltıyı açık havada, terasta yapma hevesim kursağımda kalıyor. “Ayıplarlar bizi, hem heriflere karşı yemek yiyemem ben” diyor halam. Zaten az önce şortla çıktığım bahçede, sokaktan geçenlerden “Bak hele, donla çıksaydın bari” tepkisini işitmiştim. Kahvaltı eski yerine, salona kuruluyor. Soframızı süsleyen iki önemli meze var ki, söz etmeye değer: Biri lor, diğeri kete. Bölgeye özgü bir çörek olan ketenin tandırda pişmiş olanı makbul. Lor ise Aşağı Çımağıl mahsulü. Yörede söylendiği gibi, bu köyün loru gerçekten pek lezzetli.

Yemekten sonra yere, yazın doruğunda olmamıza aldırmadan, yorganı da yün olan bir çift yatak açılıyor. Lakin ünlü Bayburt taşıyla yapılmış evin serinliği hissediliyor. Halam gecelerin soğuk geçtiğini, Bayburt’ta böyle yatıldığını yetiştiriyor. Yol yorgunluğumu atar atmaz, soluğu şair Zihni’nin yanında alıyorum.

Anadolu insanını anlatan bir şiirinde Nazım Hikmet, çarpıcı bir ironiyle “Hoca Nasrettin gibi ağlayan / Bayburtlu Zihni gibi gülendir…” der.

Bayburt’ta doğan, yaşamı az bilinen şair Zihni, 19. yüzyıl ortalarında yaşamış. Erken yaşlarda okumak ve yazmak için gurbete düşmüş yolu. Serde şairlik, âşıklık ve de asilik varmış. Çokça Bayburt üzerine yazmış. Koşmalar, şiirler, destanlar, taşlamalar... En çok da kaymakam, kadı ve ağalar nasibini almış taşlamalarından. Onun payına düşense malum. Derler ki Zihni, çok çekmiş, çok ağlamış bu yüzden. 1828 yılında Bayburt’a döndüğünde, gördükleri onu bir kez daha acıya ve gözyaşına boğmuş. Bayburt yıkılmış, viran olmuş. Ve ozan duygularını şöyle anlatmış: “Zihni derd elinden her zaman ağlar / Vardım ki bağ ağlar bağı ban ağlar / Sümbüller perişan, güller kan ağlar / Şeyda bülbül terk edeli bu bağı…”

Kentin ücra bir tepesine, Bayburtlu Zihni’nin anıtı dikilmiş. Burası aynı zamanda, kenti çepeçevre gören bir seyir yeri. Sırtımı bu adsız anıta dayamış, zaptı zor Çoruh’un, heybetli kalenin karşısında, akşamla sararan kentin dört bir yanına göz gezdiriyorum. Kentin tam ortasından salına salına akan Çoruh nehri, buğulu yeşile, yer yer derin maviye boyanmış. Minareler, göğü delercesine yükseliyor. Şehrin orta yerine zarafetle nakşedilmiş saat kulesi göz alıyor. Sadakatini esirgemeden yüzyıllardır kenti bekleyen kalenin duvarları zamana direnmeye çalışıyor. Uzatsam, avucuma gelecekmiş gibi duran Bayburt, göz alabildiğine uzanan uçsuz bucaksız dağlar, alı al moru mor gelen akşamın başkalığında insanı tarifsiz bir efkâra boğuyor. Bu güzelliklerden kurtarıp hayalimi, Bayburt’un kadim geçmişini düşlüyorum.



Zaman ortaçağdır. Bereketli Çoruh vadisine kurulmuş bilim ve kültür merkezi Payberd, ihtişam içinde. Işığa kesmiş kalenin dört yanında, burçlarında meşaleler yanıyor. Payberd sakinleri “Çinimaçin” diyorlar bu yapıya. Sahiplerinin dilinde yüksek kale anlamına gelen Berd’in batı ve güney cephesi, firuze çinilerle süslü. Çiniler al, mor, yeşil ve envai çeşit renkle bezenmiş. Kalenin eteklerine sıralanan ulu servilerin altına toplanmış ulema, suya inecek gizli yollar, geçitler, tüneller üzerinde çalışıyor. Bağdan, bahçecilikten, ticaretten konuşuyor. Medreselerde kandiller yanıyor, ders işliyor. Konuları, riyaziyeden gökbilime, tıptan tasavvufa, felsefeye, dillere ve dinlere uzanıyor. Camilerden ve kiliselerden istilalara karşı dualar, barış dilekleri yükseliyor. Esnaf ve zanaatkârların ileri gelenleri ahiliği anlatıyor, üç gözlü köprünün başında. Derken, kentin kuzeyine düşen büyük yolda, kollukçular eşliğinde, gürültü patırtıyla bir kervan beliriyor.

Bir zamanlar Bayburt, Ceneviz ve Venedik kervanlarının konakladığı, ta Çin’den gelip Basra’ya yolu düşen kervanların geçtiği güzergâhtı. At, sığır ve keçi, deri, yün, tiftik ve kumaş, ipek, arpa ve buğday, baharat ve koku, işli kılıflar, kemerler, değerli taşlar, madenler ve süs eşyaları taşırmış bu ticaret kervanları. Ancak kervan sahipleri, muhafızları, hekimi, eczacısı, hayvan bakıcıları ile 1.500 yolcusu, 2.000 devesi ve yaklaşık 200 ton yüküyle kervanların geçtiği bu yollar güvenli değildi. Aylarca yollarda kalınırdı. Mevsimler dikkate alınır, en ince ayrıntısına kadar yol hesapları yapılırdı. Selçuklular, sınırlarına varan kervanları “kollukçu” denilen küçük birliklerle karşılardı. Onların devrinde yollar, kervancılar için daha emniyetliydi. Çünkü canları ve malları devlet güvencesindeydi, yani sigortalıydı.

Bilinen 5.000 yıllık tarihi ile kadim kentin parlak dönemleri, Selçuklularla sınırlı değil. Buraya yerleşen her uygarlığın bağlılığı farklı, kattığı ayrı, duygusu ve ışığı başkaymış. Ama derler ki Bayburt’un kuruluşu, dağların, tepelerin arasında kalan bu yerleşmenin ilk sahipleri bilinmez. Ancak Azziler, Urartular, Kimmerler, İskitler, Haldiler, Medler, Persler, Romalılar, Selçuklular ve daha niceleri hüküm sürmüş bu topraklarda. Her biri, ışığı derinlerde çözülmeyi bekleyen izler bırakmış. Bir Pontus’a bağlanmış Bayburt, bir Doğu Roma’ya. Bir Araplar fethetmiş, bir Bizanslılar. Emevilere, Saltuklulara, Akkoyunlulara, irili ufaklı beyliklere, prensliklere ve Osmanlılara mesken olmuş. Elden ele geçmiş, savaşlar, istilalar görmüş, çok çekmiş, çok güngörmüş ve Bayburt, gelip dayanmış bugüne…

Hayalim dağılıyor yöremden ayrılmayan çocukların neşeli sesiyle… Her diyarda olduğu gibi burada da çocuklar, selam vermeye görün, gayri dostunuz yol arkadaşınızdır. Akşamın kıyısında birlikte oturuyoruz. Ay yüzünü gösteriyor. Karşımda yükselen, yalnızca küçük bir bölümü eğreti aydınlatılmış kale, geçmişin ışığını taşımanın keri feri içinde. Güneyinden gelip, kentin kuzeyine doğru kıvrılıp giden Çoruh’un çevrelediği kaleyi inşa edenler, bu eserleri ile nam salmış Urartular mı, yoksa Doğu Romalılar mı? İkisi de kesin değil. Ama Romalılar, Anadolu’da üç surlu yalnızca iki kale yapmışlar. Birinin Bayburt Kalesi, diğerinin ise İstanbul’da olduğunu yazıyor kitaplar.

Çevresi iki kilometreyi bulan kalenin eteklerine kurulmuş “Kale Park Tesisleri”ne taksi tutarak ulaşıyorum. Mustafa’yı dinlemeye söz verdim. Altındaki mahallere yayın yapan ve deyim yerindeyse bir açık hava gazinosunu andıran bu yer, içki dışında her türlü ihtiyaca cevap veriyor. Lezzeti tartışılır, ancak pahalı olduğunu söyleyebileceğim akşam yemeğine Mustafa, içli türküler ve ezgilerle eşlik ediyor. “Yeşilbaşlı gövel ördek” isimli türkü düşüyor sazından. Alkış tutuyorum. Gece ilerleyip nefti karanlığına dönünce, el ayak çekiliyor. Üzerimize serilmiş doğunun cümle yıldızı altında evin yolunu adımlıyoruz. İnsan “ne çok yıldız” demekten kendini alamıyor. Yol boyu, “Kurtuluş Savaşı’na atfedilmiş yöreye ait anonim bir türküyü mırıldanıyoruz; “Bir yanım Erzincan vermem Bayburt’u / yıkılsın düşmanın ‘tacınan’ yurdu/ sağolası anam beni doğurdu / seneler seneler, kötü seneler / gidede gelmeye ‘hayın’ seneler…”

Her şafak, yeniden doğuştur deyip ertesi gün erkenden düşüyorum yollara. Fotoğraf makinemi fark eden insanlar, meraklı bakışlarını fırlatıyor. “Kimsen?” yahut “Neydirsen?” sorularıyla başlayan ilişki, bir anda sohbete dönüşüyor. Yörede en çok kullanılan kelimelerden olan “neydirsen”, duruma göre bir sorgulamayı içerdiği gibi nasılsın ve neler yapıyorsun anlamına geliyor. Doğu Karadeniz bölgesinin doğuya açılan kapısında farklı kültüre sahip sıcakkanlı, konuşmayı şehvetle seven yöre insanı, ”g” harfi ile başlayan kelimeleri “k”, “ç” harfi ile başlayanları ise “c” harfiyle seslendiriyor. Bu yüzden Çoruh’a “coruh” deniyor burada. Gıda ise “kıda” olarak telaffuz ediliyor. Kimi zamansa bir kelime içinde geçen “m” harfleri “n” harfine dönerken, yine bir kelime içinde geçen “p” ve “r” harfleri ise yer değiştiriyor. Komşu “konşu”, yaprak ise “yarpak” oluyor.



Mola verdiğim Beyaz Saray çayevinde Ali Bayraktar ile tanışıyoruz. Önce, Aşağı Kırzılı olduğunu hatırlatıyor ve anlattıklarına bakılırsa Bayburt’un en geniş topraklı köyüymüş burası. Okuma yazma oranı yüzde 100’e yakınmış. Bayburt’un köylerinde okul, ilk kez burada kurulmuş. İlk traktörü Kırzılılar kullanmış ve 1955’te ilk şekerpancarı Kırzı’da ekilmiş…

“Vallahi, bu hükümet” diyor, “ne tarım bıraktı ne de hayvancılık.” Çayını yudumladıktan sonra devam ediyor: “Toprak Mahsulleri Ofisinden gelen eksperler yeterli derecede ürün satın almıyor” diyor ve bunu biraz da ürünün kalitesine bağlıyor. “Çiftçiye verilen Hazine desteğinin başını yem bitkileri çekiyor, dolayısıyla ekilen ürün çeşitliliği çok az” derken hayıflanıyor. Bölge insanının fig olarak andığı fiğ (baklagillerden bir bitki) ve yonca, en çok destek alan ürünlerin başında geliyor. Dönüm başına fiğe 50, yoncaya ise 160 YTL destek veriliyor. Bu bilgileri de aktaran 60’lık Bayraktar, hayvancılıkla ilgili sıkıntıları ise “Hayvancılık bitti…” diye özetliyor. “Hayvan pazarında ineğin kilosu beş, kasaptaysa etin kilosu üç-dört katı. Yem pahalı, girdiler çok, ama hayvan...”

Rivayet o ki, Bayburt saat kulesini işgaller sırasında Çorum’a kaçıp daha sonra geriye dönen Bayburtlular inşa etmiş. Çorum saat kulesinin benzeri olmasının nedeni buymuş. 1923’te yapılan ve bu yüzden Cumhuriyet’i müjdeleyen bir anıt olduğunu söyleyenler de var. Diğer tarihi yapılar gibi, buraya özgü bir sarı taşla örülmüş, boyu 21 metreye ulaşan saat kulesini geçip batıya döndüğünüzde, çarşı içine çıkıyorsunuz. Burada her türlü ihtiyaca cevap verecek dükkânlar sıralanıyor, iç içe, sırt sırta. 13. yüzyılda yapılmış bir Selçuklu eseri olan Ulu Camii, Yavuz Sultan Selim zamanında zindan olarak kullanıldığı yazılan ve şimdilerde “Taş Han” olarak anılan “Bedesten” ve günümüze gelebilmiş ender Akkoyunlu yapılarından Bent Hamamı da bu mevkide.

“Görmek ayrı şeydir”
derler. Yörede yer alan, her biri insan emeğinin ve göz nurunun simgesi eski yapılara bakmak yerine görmeye çalışan yürekler, bunların yalnızca bir işlevi karşılamak için yapılmadığını fark eder. Binlerce yıllık birikimin yansıması ve derin öyküsünü taşır bu yapılar. Her biri mühendislik ustalığıdır. Ancak buradaki tarihi eserler de diğerleri gibi kötü bir kaderi paylaşıyor: Mirasçıları ilgisiz. Hâl böyle olunca zamanla eskiyor ve yıkılmaya yüz tutuyorlar.

Gün içinde, kimi zaman birkaç kez uğramadan edemediğim, her daim tıklım tıklım, bu coğrafyaya yakışmayan acılı müzikler çalan çayevlerinin dizildiği Rıhtım’da çay içmek bir alışkanlığa dönüşüyor. Buraya ne zaman gelsem mutlaka bir davetle karşılaşıyor, bunu Bayburtluları tanıma fırsatı sayıp masalarına misafir oluyorum. Kendisi ve sandalyeleri plastik hemen her masada, her sohbette, biraz derinleşince ilgi ve atılım beklediği fark edilen Bayburt üzerine konuşuyoruz. “Bayburt sahipsiz” diyorlar. “Bayburt, hapishane” diyorlar. “Üç ay, bilemedin dört ay yazımız var, gerisi kar kış” diyorlar. Ve en çok işsizlik, göç ve ilgisizlikten yakınıyorlar.

Geçim kaynağı tarım ve hayvancılık olan Bayburt, 1989 yılında 69. ilimiz olarak yeni iller kervanına katılmış. İki ilçesi var; biri Aydıntepe, diğeri Demirözü. Tabeladaki nüfusu 38.500. Köy sayısı ise 168. Söz köylerden açılınca dikkati çeken bir husus var ki, değinmemek olmaz. Abras, Ağunsos, Balahor, Ermene, Heroltu, Kavlatan, Niv, Pigeyi, Sindelli, Vanşen, Zarani… Bu sözcükler, size yabancı gelebilir. Ancak bu kelimeler, Bayburt köylerinin eski adları. Bu adlar ve başka izler gösteriyor ki, bir zamanlar Türkler ve Ermeniler burada da birlikte, iç içe yaşamış. Ve belli ki acıları kederleri ve sevinçleri ortakmış…

Zambak morundan ala gidip gelen, anbean değişen günbatımının, haziran kokulu bir akşamın eşliğinde o gün Çoruh’un kıyısında geçti. Önce insanlar çekildi. Gelip geçen araçlar sonra. Ardından lokantalar, dükkânlar, çayevleri bir bir kapandı. Ve geceye, Çoruh’un çağıltısı hâkim oldu.



Zirvesi 3.240 metreyi bulan Mescit dağlarından doğan ve uzun kışların karından, ilkyaz yağmurlarından, gözelerden ve irili ufaklı akarsulardan beslenen Çoruh, bu topraklara ayak süren olanca uygarlığa yaşam kaynağı olmuş. Yalnızca onlara mı? Çoruh vadisi boyunca bozayı, dağkeçisi, yabandomuzu, kurt, çakal, tilki, porsuk, sansar, susamuru, yabanhorozu, yabanördeği ve daha birçok canlı yaşıyor. Doğal özelliğini koruyabilmiş bu temiz su şimdilerde ucun ucun kirleniyor. Arıtma tesisi olmayan şehrin kanalizasyonu Çoruh’a akıyor. Yüzü yahut sırtı nehre dönük dükkânlardan çöpler atılıyor. Çoruh’sa aldırmadan akıyor. Kıyısında, misinanın ucuna bağlanmış bir kurşun ve kurşunun diğer ucuna bağlanmış, eni 40 santim, uzunluğu ise bir metreye yakın ve adına “tırıvırı” denen ağ parçası ile balık tutanları sevindirmeye devam ediyor.

Aylardan temmuz. Vakit öğlen. Güneş kınından çıkmış gibi keskin, yakıcı. Merkeze bağlı 25 hanelik, yakınına düşen iki şelalesi ile ünlü Sırakayalar köyünden dönüyoruz. Yanımda, bana gönüllü rehberlik eden Şahin Topçu var. Tarlada çalışanların fotoğraflarını çekerken, “kızarlar” diye uyarılarda bulunan Topçu, şimdi de çay konusunda ısrar ediyor. Hani benim canım da çekmiyor değil. Havasından suyundan mıdır bilinmez, bölgede çay içmek zamanla bir ritüele dönüşüyor. Hemen her mecliste çay ısmarlıyorlar ki, alışmamak elde değil. Kopuz köyünden geçerken yolun kıyısına kurulmuş evlerinin önünde çayla demlenen kalabalığı görünce frene basıyoruz. Aslında çay, gönülde yatanlara bahane…
Aileden ya da yakın değilseniz, özellikle de köylerde kadınlar, erkeklerle aynı ortamı paylaşmıyor. Ağız bölgesini örtmek anlamına gelen “yaşmak”sız yakalan bir kadınsa ya arkasını dönüyor ya da bulunduğu yerden uzaklaşıyor. Ancak buradaki kadınların kaçmayışı dikkat çekiyor. 80’e merdiven dayamış Halil İbrahim Sukez, ailenin reisi. Dedelerinin Rize’den geldiğini ve çektiği zorlukları anlatıyor. Ailesi, köyü, mal, davar, hasat derken sohbeti sürüp gidiyor. Ardı ardına içtiğimiz çayların ve sohbetin sıcaklığını yitirmeden yola koyuluyoruz. Giderken de dönerken de gözlerimi dağlardan, tepelerden alamıyorum.

Kimisi yeşil, sarı, kahve, kimisi bakır, kına ve toprak rengine çalan yüksek tepeleri, çayır ve tarlaları, geniş düzlükleri ve meraları geçip Korgan Köprüsü’ne varıyoruz. Söylenenlere göre bir zamanlar ünlü İpek Yolu kervanlarının geçtiği tarihi köprünün altında soluklanıyoruz. İki gözlü, sivri kemerli ve kesme taştan yapılmış Korgan köprüsü. Kimi kaynaklara göre Selçuklu, kimilerine göreyse bir Osmanlı eseri. Yörede “Meliğin Köprüsü” olarak anılan ve orijinalliğini yitirmiş bu yapı, Bayburt taşıyla yenilenmiş.

“Bayburt taşı,” işlemesi kolay ve gün ışığı altında renk değiştirme özelliğine sahip. Kestesi köyünden çıkan bu taş Ankara’da yapılan tahlillerde nitelikli bulunmuş. Bu bilgileri, burada doğmuş büyümüş Murtaza Türker veriyor. 60’lık Türker, “Dumlupınar Üniversitesi’nin kapısını, İstanbul’da Cihangir camisinin onarımını ben yaptım” diyor. Daha birçok ilde tarihi yapılarda, özellikle cami ve minarelerde Bayburt taşının kullanıldığını ve buralarda çalıştığını ekliyor.

Bayburt taşıyla onarımı süren kaleyi son günlerime bırakmış, günün batışını oradan izlemeye ahdetmiştim. Hararetle çalışan duvar ustalarının çekiç sesleri eşliğinde, çıkıyorum kaleye. Bir zaman sonra, paydos etmiş yapı işçileri el sallayarak ayrılıyor. Kalede bir başına kalıyorum. Kurulduğum yüksek noktadan kenti izliyorum, kuşbakışı. Akşam, güzelliğini takınmış yavaş yavaş yüzünü gösteriyor. Sanki birdenbire ateşten bir topa dönen, ağır ağır batan, sonra tekrar çıkan, ardından tekrar batan gün; ala, mora, sarıya, kızıla ve hiç görmediğim tonlara boyuyor dört yanı. Renkler, tonlar değiştikçe sanki dağlar yerinden oynuyor, sanki gidip geliyor. Anlıyorum ki, bu kavi kaleyi kuranlar, dağların ve güneşin bu oyununu yüzyıllar önce görmüş olmalılar.

Gün battı. Yıldızlar döküldü kentin üstüne. Ahali evlere çekildi bir bir. Aklım dağlarda, aşağı inerken durup, son kez kente bakıyorum. Evlerin cılız ışıklarıyla efkâra kesmiş Bayburt, gecenin koynunda ayrı bir güzel. Ama bu coğrafyanın keşfe değer daha nice güzelliği, nice sırrı, başkalığı ve öyküsü var…


NOT: Gezi dosyası; Engin Kaban tarafından Geo Dergisi'nin "Temmuz 2010" sayısı için kaleme alınmıştır... Alıntı yapılamaz, fotoğraflar izinsiz kullanılamaz. Telif hakları saklıdır...




Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
bayburtlu bahri 10 yıl önce

sn kaban yazınız(anılar)güzel tebrikler,şu hususu hatırlatmak isterizki,bir Bayburt
lu prf dr,sn hüsamettin koçan beyefendi,sanatında zirve yapmış ve Bayburtu
ab avrupada ilk üçe girmiştir(baksı müzesi),dolayısıyla,özveri ile çalışmak
netice veriyor,Bayburt"üç hisarlı kalenin tanıtımı için,bu hocaya versinler,dünya
başarısında ilk üçe girer.saygılar.