“Türkiye’de milli egemenliğin kesin ve tartışmasız olarak gerçekleşmesi, saltanatın kaldırılmasıyla olmuştur. Büyük zafer kazanılmıştır. Şimdi barış yapılacaktır. Barış görüşmelerine hem TBMM hükümeti hem de Osmanlı hükümet çağrılmıştır. Bunu vesile sayan Gazi Mustafa Kemal Paşa, saltanın kesin olarak kaldırılması zamanının geldiğini düşünmektedir. Ama bu cesurca bir düşüncedir. Milli egemenliğin kesinlikle sağlanması için yeni bir mücadeleye girecektir. 31 Ekim 1922 günü Müdafaa-i Hukuk Grubunda, Saltanatın kaldırılmasının zorunlu olduğunu anlatır. 1 Kasım 1922’de Meclis Genel Kurulunda önemli bir konuşma yaparak halifelik ile saltanatın birbirinden ayrılabileceğini Türk Tarihinden örnekler vererek gösterir. Şunu demek ister: Saltanat artık gereksizdir, zira egemenliğe siz (TBMM) sahipsiniz. Ama halifelik (bir süre!) kalabilir. Aynı gün sorun bir ortak komisyona havale edildi. Komisyon üyeleri Halifelik ve Saltanatın birbirinden ayrılmasının mümkün olmadığını, dolayısıyla Saltanatın kaldırılamayacağını ileri sürerler. Bunu üzerine görüşmeleri izleyen Atatürk, bir sıra üzerine çıkarak şu ünlü konuşmayı yapar. Milli egemenliği temsil edenlere karşı milli egemenliği savunmak zorundadır: ‘Hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim icabıdır diye, müzakere ile münakaşa il verilmez. Hâkimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk Milletinin hâkimiyet ve saltanatına vazıulyed olmuşlardı, bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdi. Şimdi de Türk Milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek hâkimiyet ve saltanatını kendi eline, bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir. Mevzubahs olan, millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal ki bazı kafalar kesilecektir. İşin cihet-i ilmiyesine gelince, hoca efendilerin hiç merak ve endişelerine mahal yoktur. (Nutuk 691)’”(1)

Milli egemenlik daha sonra Cumhuriyetin ilanı, hilafetin kaldırılması ve yapılan devrimlerle aydınlık yüzünü göstermiş oldu. Prof.Dr. Ahmet Mumcu, Milli Egemenliğin niteliklerini şöyle açıklıyor: Millilik (egemenlik tek millete ait olmalı), Bağımsızlık, Cumhuriyet ve Demokrasi.

Yüz yıllık Cumhuriyet tarihimizde bu ilkelerin yeterince korunduğunu söyleyemeyiz. Dileriz ikinci yüzyılda Milli Egemenlik olması gereken biçim ve içeriğiyle algılanıp uygulanır. Ama Atatürk’ün şu sözlerini de hiç unutmamalıyız: “Ben korkmadan ve çekinmeden tam bir kesinlikle ifade ediyorum ki, millî hâkimiyetin değiştirilmesi ve yorumlanması değil, fakat bir kelimesinin, bir noktasının bile şöyle böyle olmasını talep edenler, benim gözümde en koyu mürtecidir. Ve böyle adamlara karşı yapılacak şey, -bu hâkimiyeti almak için bu milletin yaptığı fedakârlığın gereğidir-bunları parça parça etmektir.”(2) 

“HÂKİMİYET ALLAH’INDIR” SÖYLEMİ CEHALET VE DİNBAZLIKTIR 

Atatürk’ün yukarıya “Milli Egemenlik” başlıklı bölüme aldığımız “Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal ki bazı kafalar kesilecektir. İşin cihet-i ilmiyesine gelince, hoca efendilerin hiç merak ve endişelerine mahal yoktur” sözlerinin intikamını ve rövanşını almak için 1985 yılından başlayarak Atatürk, Cumhuriyet ve devrim karşıtları kolları sıvadılar. Hem de sahte Atatürkçülerin kollarına girerek yaptılar bunu. İşte çarpıcı bir örnek: Abdurrahman Dilipak adlı dinbaz yazar, bir zamanların gözde Atatürkçüsü (!) Prof. Toktamış Ateş'in koluna girerek demokratik uyum gösterisini sergilerken “Yaşasın şeriat” adlı kitabında şunları yazmaktaydı:

“Hakimiyet yalnız Allah’ındır. Kur'anı Kerim birçok ayetinde bu gerçeği vurgular. Yine Müslümanlar, Kur'anı Kerim tarafından ‘din yalnız Allah'ın oluncaya kadar savaşmaya' çağrılır. Allah, insanlar arasında adaletle hükmetmeyi emreder. Bütün bu iddialar, laik çevrelerin dudaklarını uçuklatan ifadelerdir”.

Dilipak’ın bu “Hâkimiyet Allah’ındır” savını, İslamcılar her yere, minibüslerin içine, kamyonların önüne ve alnına bile yazıyorlardı bir zamanlar. Kâfir bir devlet var, Allah’ın gücünü ve hâkimiyetini reddediyor sanıyorlardı ve hâkimiyeti yeniden Allah’a vermek istiyorlardı. Ne Türk Tarihini ne İslam Tarihi’ni ne de İslam’ı bilmeyen bu yobaz ve softa güruhu, saf dindar ve bilgisiz insanlardan da kendine yandaş da buluyordu. Bu zır-cahil softa takımının e-posta adresime gönderdiği bir ileti, durumun 90’lı yıllarda nerelere kadar tırmandırıldığını ve yayıldığını göstermektedir:

“Göklerin ve yerin EGEMENLİĞİ ALLAH'ındır. ALLAH her şeye Kadirdir.3/189

Yukarıdaki ayette de açık ve net bir şekilde görüldüğü üzere EGEMENLİK kayıtsız ve şartsız Allah’ındır. EGEMENLİĞİ Allah’ın elinden alıp milletin eline verme (Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir. M.K.A) cüretini gösterebilen bu adama karşı Hanifiz diyenler hala nasıl sevgi besleyebiliyorlar anlamış değilim. Aşağıdaki ayette de açık bir şekilde sevgi beslemenin yasak olduğunu göreceksiniz.

Allah'a ve âhiret gününe inanan bir topluluğun, Allah'a ve resulüne karşı çıkanlarla sevgiye dayalı bir dostluk kurduğunu göremezsin. Bunlar onların ister babaları olsun, ister çocukları olsun, ister kardeşleri olsun, ister akrabaları olsun. Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendisinden bir ruhla desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; sürekli kalacaklardır orada. Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. Allah'ın hizbi işte bunlardır. Dikkat edin, Allah'ın hizbi, başarıya ulaşanların ta kendileridir! (58/22)

Başka söze hacet yok. Karar sizin.

Hz: essedullah_01 http://ahsenelhadis.com”

Canım bunlar “aşırı dinci” diyebilirler birileri. Aşırı olarak bilinmeyenleri de öyle, belki daha da beterler. İşte Ahmet Taşgetiren, laikleri, kural koyucu olarak Allah’ ı kabul etmemekle suçluyor: “Laiklik, insan için kural koyma konusunda, insandan başka üstün varlık tanımama ilkesinden yola çıkar. Laikliğe göre, insanın insandan başka kutsalı yoktur. Her şeyin ölçüsü insan aklıdır. Laiklik, insan için kural koyucu olarak ‘Allah'ı kabul etmemektedir’ Kutsal'ın ölçüsü ‘akıl’ olduğu için kural koymak üzere ‘iman üstü’ bir Varlık'a gerek yoktur ‘Tutarlı bir laik’ için Allah'ın insanlar için belirlediği hiçbir kural kabul edilemez.

Öyleyse ilk problem Allah’a inandığını söyleyen, bununla beraber laikliği de ilke olarak benimseyenler içindir. Bunlar ya Allah'a inançlarında ya da laiklerinde samimi ve tutarlı değillerdir.

Yeryüzünün hiçbir ülkesinde laik düzen yoktur. Türkiye’de de yoktur. Tutarlı bir laik düzen yoktur. Dünyanın gerçeği şudur; kimi insanlar Allah karşısında ‘azınlık konumunda’dır. Allah'ın hukukundan bir kısmını çalma teşebbüsündedir. ‘Şu alanı da ben düzenleyeyim ve keyfime göre düzenleyeyim’ demektedir bir bakıma.

Tanzimat’tan bu yana süren anayasa çalışmalarının özü de laikleşmeye doğrudur ancak topluma ‘çağdaş uygarlığı yakalama’ çabası olarak takdim edilmiştir.”(3)                                      
Dinbaz takımı böyle... Bir de milliyetçi geçinip en koyu dinciliği, savunanlar var, onların yaklaşım ve algılamalarına da bir göz atalım. İşte MHP eski milletvekili, ülkücü hareketin önemli ideoloğu ve Fethullah Gülen’in ateşli savunucusu Nevzat Kösoğlu’nun görüşleri:

“Hâkimiyet, Tanrı idaresinden koparılıp, cemiyet bünyesinden doğan üstün bir iktidar olarak da ele alınsa, hak ölçüleri ile sınırlıdır… Hak ölçüleri ile sınırlı olmak, kanun koyma ve emretme kudreti olarak beliren hâkimiyetin bünyesinde onun ayrılmaz, onsuz olunmaz bir varlık unsuru olarak anlaşılmalıdır. Çünkü aslolan Hakk’ın hâkimiyetidir. Ve insanların saadeti, devletin nizamı, hâkimiyeti Hak’kındır düsturu gerçekleşebildiği ölçüde mümkündür.”(4)

Bu görüş hâlâ bazı kafalarda var. İşte yakın tarihten bir örnek: TBBM'de 23 Nisan 2021 tarihinde yapılan özel oturumda kürsüye çıkan Büyük Birlik Partisi'nin genel başkanı Mustafa Destici, "Hakimiyet Allah'ındır" dedi ve hiç kimseden tepki de almadı.

Peki hâkimiyet gerçekte kimin olmalı? Hâkimiyet milletindir demek, Allah’ın hâkimiyetine karşı çıkmak demek midir? Bunun yanıtını 1909 yılında tanınmış din bilgini Elmalılı Hamdi Efendi "Hâkimiyet-i milliye hilafetten üstündür" diyerek veriyordu aslında.

Prof.Dr. Yaşar Nuri Öztürk ise TBMM’de yaptığı bir 23 Nisan konuşmasında, gerçek bir laiklik ve hâkimiyet dersi veriyordu dinbaz ve yobazlara:

“Dinci söylemin cumhuriyet, çağdaşlık, akılcılık ve özellikle laikliğe yönelik tahribinin istismar ettiği kavramların en önemlilerinden biri, hâkimiyet yani egemenlik kavramıdır. Siyaset ve saltanat dincisi söylem, ‘Milletlerin, insanın egemenlik hakkı olamaz; egemenlik Tanrı’nındır’ diyerek, din adına yalan söylemekte, geleneksel Ortadoğu despotizmlerini İslam diye öne çıkarmaktadır. Oysaki, İslam’ın ana kaynağının açık beyanlarına göre, insana egemenlik yetkisi verilmiştir. 

Mutlak ve ontolojik hâkimiyet, eski deyimle, kevnî hâkimiyet, elbette ki Tanrı’nındır. Bunu, insanın kullandığı siyasal hâkimiyet ile karıştırıp ‘Hâkimiyet Allah’ındır’ diye bozgun yaratmak, dine ve Tanrı’ya saygısızlığın ifadesidir. Ve temelinden yalandır. Dindeki, ‘Egemenlik Tanrı’ya aittir’ ilkesinin anlamı ontolojik egemenliktir, siyasal-yönetsel egemenlik değil.

İnsana verilen hâkimiyet bahsinde esas olan, yönetilenlerle yönetenler arasındaki vekalet ilişkisidir. Siyasal ve yönetsel egemenliğin kaynağı olan halk-millet, bu yetkisini kullanmak üzere seçtiklerine vekâlet verir. 

Sosyal mukavele ile verilen vekalet, onu veren toplum tarafından istenildiği anda geri alınıp bir başka yönetici kadroya verilir. Yani yönetme yetkisi, doğuştan bir hak değil, kitle tarafından tevdi edilmiş bir görevdir. Kanunlar, bu görevi kullananlar tarafından millet adına çıkarılır.

Değerli üyeler! Yetkilerini Tanrı’dan, kutsaldan aldıklarını söyleyen teokratik yöneticiler, tarih boyunca halka raiyye (sürü) demekle yetinmemiş, ‘kullar’ diyebilmişlerdir. Osmanlı düzeninde halk ve hatta bürokrat zümre, ‘kullar’ diye anılmıştır. 

Tanrı’nın hâkimiyeti adına bazen tüm evrensel normları eleştirenlerin kutsallaştırdıkları eski yönetimlerde sultan veya padişah, Tanrı’ya tanınan yetkilerle donatılıp ilahlaştırılmıştır. Çok eskiye gitmeye gerek yok; teokrasilerin laikliğe en yakını olan Osmanlı yönetiminin bile, hem de 1909 Anayasası’nda 5. madde aynen şöyledir: ‘Zat-ı hazret-i padişahînin nefsi hümayunu mukaddes ve gayri mes’uldür’. Yani ‘Padişah hazretlerinin yüce ve dokunulmaz benlikleri kutsal ve sorumluluk üstüdür.’ 

Hiçbir din, 1909 Anayasası’nın padişaha tanıdığı bu sıfatları Tanrı dışında hiçbir kişiye ve kuvvete tanımamaktadır. Tanrı'nın egemenliği dayatmasının, kitleleri ve yönetimleri getirdiği yer işte budur. 

İslam'ın ana kaynağı, bu krallık-padişahlık yönetimlerine ‘fesat, zulüm ve zillet yönetimi’ demektedir. Din adına öğretilmesi gereken işte budur. 

Dinin gerçek verileri içinde insanın egemenlik yetkisi kullanmasını engelleyen hiçbir buyruk yoktur. Çatısı altında bulunmaktan onur duyduğumuz bu meclis ve onun büyük mimarı Mustafa Kemal Atatürk, yerleştirdiği ulusal egemenlik ilke ve kavramıyla, dinin gerçeğini değil, din adına boynumuza pranga gibi vurulmuş tabuları yıkmıştır. 

Atatürk’ün yıktığı bu akıl ve din dışı tabuları, hâlâ din diye taşıyan toplumların durumları hepimizin gözleri önündedir. Bunlar, ‘Allah’ın hâkimiyeti’ diye diye, emperyalist-sömürgeci güçlerin hâkimiyeti altına girmişlerdir. Daha da kötüsü, bunun farkında değillerdir.”

1) Ahmet Mumcu-Atatürk’e Göre Milli Egemenlik
2) 2 Şubat 1923 İzmir’de Halka Nutuk
3) Ahmet Taşgetiren-Laiklik Çıkmazı
4) Devlet Dergisi- 1969

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.