Biri roman, biri şiir… Hangisinden başlasam?.. En iyisi alfabetik sırayla gidelim, önce Aydın Öztürk, sonra Veysel Boğatepe.

Hadi bakalım:

AYDIN ÖZTÜRK VE YAĞMUR YÜREKLİM

Şiir, beste ve yorum, üçü bir harikalıkta birleşti mi tadına doyulmaz. “Yağmur Yüreklim” öyledir. Onur Akın’ın bestesi ve yorumu, sözlerini dillere düşürmüş; kitlelerin, sevdalıların duygularına tercüman olmuştur. Böyle diyorum da şiirin hakkını mı yiyorum, hayır asla, her ögeye hakkını veriyorum. Aydın Öztürk’ün şiirindeki söz gücü Onur Akın’a da o güçlü esini vermiştir. Bir an için sözün olmadığını Onur Akın’ın bu şarkıyı nota olarak söylediğini varsayınız, sizi aynı ölçüde etkileyebilir miydi?

Şu sözlerin yalınlığına, derinliğine, büyüleyiciliğine, içtenliğine bakar mısınız?

“İçimde kırılıp ağlayan sesin
Susar yüreğimde yüzün, soluğun susar
Sarınıp yarama gitsem, çare değil ki
Yüreğimde yangın çıkar, bu şehir yanar

Oy dilsizim, oy gülmezim, yağmur yüreklim
Oy çiçek bakışlı yârim, rüzgârım benim

Sensiz yaralıdır zaman, yıllar yaralı
Sararır içimde hüznün, ömrüm sararır
Belki kavuşamam sana, ölüm de gelir
Bulutlara yazdım seni yağmur yüreklim.”

“Yağmur Yüreklim” adlı şiir kitabının 6. Baskısı şimdi elimde. Berfin Yayınları’ndan, sevgili Aydın Öztürk’ün bu değerli yapıtı.

“Aşkın ve acıların şairi” diyebiliriz Aydın Öztürk’e. “Şiir olmadan, bizi kuşatan aşkla ne ederdik?” der Nobel ödüllü yazar Necip Mahfuz. Bu sözü şöylece çevirip uyarlasak birileri özelinde ve desek ki: “Aydın Öztürk’ün şiiri olmasaydı, bizi kuşatan aşkla ne ederdik?” Asla abartmış olmayız. Bu ülkede pek çok kimse Aydın Öztürk şiirlerinde (ve bestelerinde elbette, o yönünü de vurgulayalım) aşkını buldu, teselli buldu, içini döktü.

“Şiirde mükemmeliyet, şairin, kullandığı dilden azamiyi koparmasıdır” diyordu Cahit Sıtkı Tarancı, Aydın Öztürk birçok şiirinde dilden bu koparışı başarmıştır. Örnek mi? Vereyim:

“geceyi sana yazdım, sızımı sana
tutundum küsen sesine, teline tutundum
çaktım ateşi sesime, ateşi tenime
ayaydınlık sana yandım
gülen yüzüne yandım
yanarım sana”

Sözcükler özenle seçilmiş, hepsine gerekli anlamlar yüklenmiş, o yüklemelerden imgeler, eğretilemeler oluşturulmuş ve fazlalık yok, boş söze hiç yer yok.

Desem ki “Ülkeniz sizin neyiniz olur?” Çoğu kimse bu ülkede “hazırlop ezber kalıplarını” yineler, kendinden ifadeler bulamaz, hatta “kan, şan” gibi cafcaflı sözcükleri de diline alır. Ama iyi şair ve bu ülkeyi sevgiyle algılayabilen birisi “Ülken senin yüreğindir”der işte böyle!

“bir sabah uyanmak karla
hayalinde gonca güller
bahçevanı, bağı boş ver
güller senin yüreğindir

gel yüreğim kapıkomşum
gel seninle söyleşelim
dolduralım yelkenleri
rüzgâr rüzgâr dolaşalım

tozarsın yıllar önünde
tutunmasız dalsın sayki
varıp varacağın yer mi
ülken senin yüreğindir

hep yakınır söylenirsin
engellerin çoktur senin
tufanlar arama boşa

tufan senin yüreğindir”

Haydi “tufan yürekliler”, yeni yetmeler, eski ihmalkârlar, hâlâ okumadıysanız, okuyun Aydın Öztürk’ün bu kitabını; “mavisi içinizde yanan mendil misali göğe” bakın, “bir çöp gibi savrulanları” görün, “kırlangıçlar çığlıklarını alıp gitmedeler” hadi hüzne yetişin ve “size yazılan o gece”yi yaşayın.

Ve gelin “yorulan Temmuz’a” varalım, o şiirin ilk kümesi ile selam edelim Aydın Öztürk’e:

“temmuz yorulmuştu. yirmibeşinde bir yaşlıydı 
küçük bir esinti, mavi bir dinginlikti
yenikapı’ya demirlemiş gemiler yol yorgunuydu
tayfaların parmakları arasında fotoğraflar sararıyordu
tütün ve şarap küçük bir avuntuydu
takvimlerin ömrü uzundu. denizler uzun”   

OKURUNDA DERİN İZLER BIRAKACAK BİR BİYOGRAFİK ROMAN: KIRIK KİLİT

Yer İran’dır. Dönem son Şah Rıza Pehlevi’nin son dönemi. Muhammed Alishahi, Şah’ın İstihbarat Örgütü Savak’ın gözde bir elemanı. Görevini yapıyor, ailesi ve çocuklarıyla düzenli ve mutlu bir hayat sürüyor.

Ama birden İran karışıyor, Mollalar, Komünistler ve diğer sol unsurlarla da iş birliği yaparak Şah’ın rejimini ve tahtını sallıyorlar. Şah ülkeyi terk etmeye karar veriyor ve güvendiği kimselerle son gizli bir toplantı yapıyor, o toplantıda Alishahi de var. Alishahi ve ailesi için işte o toplantı inanılmaz savrulmaların, çilelerin, gurbetlerin başlangıcı oluyor. Önce Türkiye, ardından İsveç ve Alishahi’nin kızı Nilüfer için bir de ABD.

Nilüfer bu romanın baş kişisi. Yaşadıklarını, günlerce yazar dostum Veysel Boğatepe’ye anlatmış, o da bu anlatımlardan mükemmel bir biyografik roman çıkarmış.

Heyecan, merak ve üzgüyle okuyacağınız gerçek bir kaçış ve kaçılan yerlerde hayata tutunma çabalarının öyküsü.

Çok yazmışımdır; sizi, istek, dilek ve çabalarınızın aksine, istenç ve direncinize karşın, başka oluş ve olayların içine sürükleyen durumlar yazgıdır. Bir senaryo yazılmıştır; oynarsınız umarsız. Alishahiler ve Nilüfer için de öyle. Ve mücadele yalnız dışarıya karşı da olmuyor, aile içinde de çelişkiler, sürtüşmeler, kopuşlar oluyor. Daha da özeli, Nilüfer ile baba Muhammed arasındaki anlaşmazlıklar, kavgalar, inatlar. Bu çelişki, çekişme ve zıtlaşma, baba-kızın karakter benzeşmesinden kaynaklanıyor. Dik başlılık, tutarlılık, ilkelilik ve bağımsızlık... Ama gün geliyor, Nilüfer babasını anlamaya başlıyor, çünkü artık onun da evlatları vardır. Ve babaya bunu çekinmeden itiraf ediyor.

Yalnız itiraf mı? Babayı yitirdiğinde öyle olağanüstü işler yapıyor ki onun hatırasına, olağanüstü bir kişilik olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz. Romanın bu bölümleri, son bölümleri ve beni de en çok duygulandıran yerleri oldu.

Bir romanı olaylar, olgular mı, kurgu mu; romanın kahramanlarının kişilik özellikleri ve bunların betimlenmesi mi, yoksa yazarın biçemi yani anlatım yolu, özelliği mi taşır? Bu ögelerin hepsinin rolü elbette var; ancak arslan payı, yazarın biçemidir. Bu romanın başkişisi Nilüfer güçlü ve renkli bir kişilik, isyancı bir karakter, yaşadıkları da olağanüstü işler ve oluşlar, yukarıda da ifade ettim. Ne var ki, bu kişilik özellikleri; sıradan, yavan, sıkıcı anlatımlarla yeterince ya da hiç yansıtılamazdı okura; akıcılık ve sürükleyicilik sağlanamazdı. Veysel Boğatepe, özel ve güzel üslubuyla romanı kanatlandırmış, çekici ve albenili kılmış, varması gereken yere vardırmış. Roman tarihle, bir aile ölçeğinde bile olsa, böyle kucaklaşır.

Boğatepe; Nilüfer ve babası Muhammed Alishahi’nin ruhsal durumlarını, iç hesaplaşmalarını, hayatla boğuşmalarını; kendini onların yerine koyup empatiler yaparak, onların bir diğer kendisi olmayı becererek yazıya dökmüş. Bu da romanı dokunaklı ve meraklı kılmış.

Aşk da var bu romanda, onu unutmayayım, Nilüfer’in aşkları, arkadaşlıkları, sevgileri ve ilgileri, düş yıkımları, çöküntüleri… Sonra bir Milad… Bu sevgilinin adı gerçekten de Milad… Onunla evleniyor fırtınalı bir nişan ve düğünle. Sonra çocuklar ve mutluluk…

Evet geldik, Kora Yayınları tarafından “Kırık Kilit/Dört Kilit, bir anahtar bir de Nilüfer” adıyla yayımlanan ve hak ettiği için yukarıda övdüğüm bu romandan birkaç hataya. Huyum kurusun, anlamdaş sözcükler bir arada kullanıldı mı hemen görüyorum ve çok kızıyorum. Bu romanda da bu hatalar yapılmış ve gözden kaçmış. Ve bir de yer hatası var. İleriki baskılarda düzeltilsin.

Önce anlamdaşlık hataları: 5. sayfada: koşulsuz ve şartsız. 140.sayfada: deneyimlerinden ve tecrübelerinden.

Ve yer hatası: 72 sayfada Kuzey Irak yazılmış, Kuzey İran olacak.

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.