Orta Asya’nın nerden başlayıp nerde bittiğine dair kesin bir görüş birliği olmamasına rağmen, yine de üç aşağı beş yukarı Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Tacikistan, Afganistan, Doğu Türkistan, Rusya ve hatta Pakistan’ın bir kısmını içine alan bir geniş sahadır ata yurt.

Dolayısıyla bizim açımızdan Orta Asya deyince ister istemez göçmen bozkır hayatımız akla gelir. Sadece bozkır mı?  Peki, şu meşhur iki kaynak Seyhun ve Ceyhun ırmağın bu topraklara akıttığı ab-ı hayata ne dersiniz? Bu arada Roma kapılarına kadar dayanan Attila’yı unutmak mümkün mü? Hele hele Orta Asya’dan kanatlanarak orta çağ iklimini bir anda bertaraf eden Cengiz Han ve Emir Timur ikilisini cümle âlem bilir. Keza Zerdüşt’ünde Azerbaycan civarında doğduğu söylenir.

İşte bu ve buna benzer daha nice olaylara tanıklık etmiş bu topraklar Hint ve Helenistik kültürün buluşmasına da şahittir. Hepsinden en önemlisi buralar İslam bilginlerin doğup dal budak saldığı mekân olma itibariyle de dikkat çekmiştir. Derken bu sıraladığımız unsurlar Orta Asya’nın önemini bin kat daha da artırıyor. Hiç şüphe yok ki bu doğurgan toprakların her türden fikri bağrında taşıyabilecek yeteneğe sahip olduğu tartışılmaz derecededir.

Bir Alman düşünürün dile getirdiği tarihi ipek yolu üzerinde kurulu olduğu beyanından hareketle, gerek Hindistan gerekse Çin bağlantısının bulunduğu alanda nice seyyahların ve ticari kervanların geçip konuk olduğu güzergâhın adıdır Orta Asya. Belli ki dünyanın en köklü ticari yol üzerinde konumlanmış olması hasebiyle biranda dikkatleri üzerine çekmiş, bu yüzden göçmen kabilelerin gözü kulağı hep buralar da olmuştur. İyi ki de öyle olmuş, büyük göçler sayesinde yerleşik hayata geçilebilmiş ve ardından medeniyetlerin buluştuğu nokta özelliği kazanmıştır. Öyle ki;  bu coğrafyada imparatorluk düzeyinde ilk oluşum; Medler ve Perslerle başlar. Malum her ikisi de arî ırkına mensup Hint –Avrupa dil ailesindendir. Fakat ilk çağda İran’da kurulan Medleri bertaraf edecek ilk hamle Ahamenidler’den (Persler) gelmiştir. Sonrasında Büyük İskender bastırıp buralara hâkim olmuştur. Hatta İskender Semerkand’la yetinmemiş Sogdiyana’ya da gözünü dikmiştir. Derken o yıllarda Orta Asya da beş yıl süren bir imparatorluk gerçekleştirmiştir.

İskender’den sonrası malum; batılıların Ceyhun’un (Amuderya) doğusunda kalan diye tarif ettikleri Transoxiana’ya tam bir sükûnet havası siner. Büyük İskender’in ölümüyle ardından Makedonya imparatorluğu pay edilir. Sadece Makedonya mı, elbette ki hayır.. Maveraünnehir bölgesi de Selevkoslara kalır, ama onlarında iktidarı zayıfladıkça bu bölgeyi önce Sakalar, sonra Çinliler, ardından Kuçanlar, derken Sasaniler ziyaret eder. Sasaniler aynı zamanda dördüncü İran Hanedanlığı ve ikinci Fars imparatorluğunun adıdır. Tabii sonunda buralar Sasanilere de kalmaz. Nitekim Sasanilerin hâkimiyet hevesini kursağında bırakacak bir hadise gelişir.

Şöyle ki; Türklerin tarihe damgasını vurmasıyla birlikte buraların çehresi değişmeye başlar. Yani Türk-Bizans dayanışmasına sahne olur tarih. Nihayet bu ittifakın ardından Fars hâkimiyeti dağılır da. Göktürkler bu işbirliğin semeresini ancak İlteriş’in liderliğinde yeni bir devlet kuruluncaya dek sürdürür. Yani bu durum kısa bir süre devam eder. Daha sonraki yıllarda ise bölgeye güneyden gelen Müslüman Araplar mührünü vurur. İşte bu Müslüman Arap dalgası karşısında Türklerin (Karahanlılar) yeni bir din ile buluşması gerçekleşip, tarih sathı Türkün ruhuna uygun bir izdivaca sahne olur. Dahası Türk’ün alp’i İslamiyet’le birlikte alperen kimliğine bürünüp Orta Asya bundan böyle Horasan erenlerin soluğuyla nefes alır. Öyle ki; İslam’ın engin ruhu Orta Asya Türkleri için yeni bir tebliğ yurdu haline gelir. Fakat daha sonraları bu topraklar Moğol ve Timurlular arasında el değişecektir. Üstelik bu el değişiminde Cengiz ve Timur Orta Asya’dan ötelere sıçrar da. En nihayet Orta Asya Şeybanilerin hâkimiyeti altına geçer. Malum, Şeyban ismi Cengiz Han’ın torununa nispetle isim almıştır. Bu isim zamanla Özbek ismine terfi eder. İşte Özbek ismi köken itibarı ile buralara dayanmaktadır. Keza, Kazak ismi de öyledir. Yani, Şeyban’dan sonra yerine geçen Ebul Hayr’ın Moğollara yenilmesiyle birlikte bir grup ayrılıp Çağataylara sığınınca ona nispetle kaçan anlamında Kazaklar denilmiştir. Kelimenin tam anlamıyla Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan ve Kırgızistan diye sıkça kullandığımız bu dört önemli isim, aslında Orta Asya Türklüğünün mekânı diye ifade edilen Maveraünnehir’in can damarı hükmünde altın şehirlerdir.

Anlaşılan İslam güneşinin üzerine sindiği Orta Asya bambaşka bir çehre kazanır. Bu açıdan baktığımızda ise; Orta Asya Hz. Ömer(r.a)  ve Hz. Osman (r.a) dönemiyle birlikte sahabe hamuru ile yoğrulmuş ve akabinde Emeviler, Abbasiler, Gazneliler, Karahanlılar, Selçuklular ve Harzemşahların ruh kattığı mekân halini alır. Ta ki bu ruh Moğol kasırgasıyla birlikte Anadolu’ya göç olayının başladığı ana kadar sürer. Her göçün ardından büyük bir medeniyet doğar derler ya,  gerçektende öyle olmuş. Moğol kasırgasının Anadolu’ya sürüklediği Horasan Erenleri, bu seferde Anadolu kiliminin iki yakasından tutup ileride büyük bir cihangir devletin doğmasına zemin hazırlamışlardır. Malum o cihangir devlet Horasan Erenlerin nefesiyle kurulan Al-i Osmanlı’dan başkası değildir.  O nefes öyle bir nefes ki; Osmanlının üç kıtada cihangir olmasına yetti, arttı bile.

Öyle anlaşılıyor ki; Orta Asya ruhu bizi önce bir kelebek misali Anadolu’ya taşımış, daha sonraki asırlarda ise Tuna boylarına kadar kanatlandırmıştır. Hatta kanatlandırmakla da kalmamış gittiğimiz yerlere medeniyette götürmüşüz. Hani her medeniyet bir ilham kaynağına dayanarak yeşerirmiş ya, bizimki de öyle olmuş. Nitekim Orta Asya da Şah-ı Nakşibendî, Piri Türkistan Ahmet Yesevi vs. gibi manevi ışık kaynaklarımız oluşan medeniyete öncülük etmişlerdir.  Anadolu’da ise Mevlana, Yunus, Hünkâr Hacı Bektaşi Veli vs. gibi manevi pınarlarımız bu iş için seferber olmuşlardır. Zira Balkanlara da Sarı Saltuk (Muhammed Buhari) gibi gönül sultanları medeniyet köprümüz olmuştur. Kelimenin tam anlamıyla doğu ile batı yakasını birleştiren manevi Mostar köprülerimiz her daim mevcut olup, ruhaniyetleri oralarda dün olduğu gibi bugünde Evlad-ı Fatihan ruhuyla diri tutulmaktadır. Bu gönül mimarlarının kıyamete kadarda devam edeceğine inancımız tam. Zaten bunca badirelerden sonra yıkılmadıysak biliniz ki bu ruh sayesindedir.

İşte, Semerkand güneşi doğudan bir güneş gibi doğarak Mostar semalarına kadar uzanıp şafakla birlikte sökün etmesini tarihler ancak böyle kayıt edebildi. Ey sevgili diyar! Biz ise her dilde senin adını ancak böyle anabildik. Şairin dediği gibi; Dil bile seni anarken hicabından lal olmuş adeta. O halde fazla söze ne hacet, anlaşılan önce gönül fethi,  sonra Feth-i Mübin gerçekleşmiş buralarda… Vesselam…

Ekim 2012

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.