Yıl 1990… Şiir Defteri Dergisi’ne “Musalla Taşında Şiir” diye bir yazı yolluyorum. Bayburtlu Celalî’nin ölen karısı için musalla başında doğaçlama olarak söylediği şiir ve öyküsü. Yazı yayımlanıyor. Derginin genel yayın yönetmeni şair-yazar Şemsi Belli (onu hep saygıyla, özlemle anarım), telefon ediyor bana diyor ki: “Cazim, İlhan Başgöz Hocamız Amerika’dan bir yazı gönderdi, Celalî’nin şiiri onu çok etkilemiş…” Ben de elbette seviniyorum, övünüyorum bu etkilenmeden.
İlhan Başgöz’ü etkileyen o şiiri aşağıya alayım (o şiiri ben “Aşk’a Zum” adlı kitabıma da almışımdır, farklı yazılarıma da…
Ev bark etmek için tenli mereği (1)
Düzüp koşmak idin tepir (2) eleği
Şu kavdan yaptığın tecir tereği
Divan-ı Bâri’ye (3) yadigâr götür
Elinde ördüğün çöpür ağını
Kâhan (4) eylediğin kelem (5) bağını
Şu kabal (6) biçtiğin sap orağını
Al ulu Tanrı’ya bergüzar (7) götür
Yetim gömleğini diken iğneyi
Her gün yal verdiğin topal ineği
Ayran topladığın şu ak küleği (8)
Mahşer yığnağına sakla, sar götür
Üç kot arpa, beş kot çavdar ekerdik
Kesmik (9) ekmeğine hasret çekerdik
Namertlere ağu merde şekerdik
Sözünü tekrar et iftihar götür
Ele kısmet balsa bize pay taştı
Yokluktan derdimiz deryalar aştı
Açlıkla uğraşmak hayli savaştı
Çektiğin mihnetten ah ü zâr (10) götür
Yetim kalmış idin emzik tavında
Gamınla kardeştin gençlik çağında
Bir gül yeşertmedin vuslat bağında
Gönül yaraların beraber götür
De ki Kadir Mevlâm bize ilişme
Dünyada sızıyan çıbanı deşme
Celâli Baba’dan sorma, söyleşme
Bu dertli çobandan selam var götür
1-Nemli samanlık, 2-Tahta tepsi, 3-Tanrı katına, 4-Çapa, 5-Lahana, 6-Götürü ücretle biçilen tarla, 7-Armağan, 8-Tahta kova, 9-Samanla karışık buğday başağı, 10-Sesli ağlama
Bir yıl kadar sonra idi, İstanbul Moda’da “Todori’nin Bahçesi”nde Şiir Defteri Dergisi’nin düzenlediği “Şiir Dostları Sevgi Şöleni” oldu. Ben de katıldım.
İşte bu fotoğraf o gün çekildi. Sahnede şiir okuyan benim, saçı başı daha tam ağartmamışım, aşağıda masanın bana yakın tarafının en başında oturan Başgöz Hoca (gözlüklü), öteki başta da Şemsi Belli.
Başgöz Hoca o gün şiir üstüne hepimizin çok yararlandığımız esprilerle ve bilgilerle dolu bir konuşma yaptı. Özellikle şiiri müzikle beslemek gerektiği üzerinde durdu.
1991 yılını Unesco, Yunus Emre yılı ilan etmiş, İlhan Başgöz’ün de bir değerli inceleme yapıtı kitap olarak yayımlanmış Indıana Üniversitesi Türkçe Program Yayınları’ndan. O kitap, o gün, o şölende imzalı olarak satışa sunuluyor, ben de alıyorum. Şimdilerde sağı solu epeyce yıprandı ama gözüm gibi koruyorum.
O kitaptan daha ayrıntılı olarak söz etmeyi önemli buluyorum.
Bu kitapta İlhan Başgöz; Fuat Köprülü, Abdülbaki Gölpınarlı, Burhan Toprak ve Sabahattin Eyüboğlu’nun Yunus Emre yorumlarını eleştirir, onları düzeltir ve kendi doğru Yunus’unu ortaya kor.
İki Yunus görür İlhan Başgöz: “Molla Yunus ve Derviş Yunus.” Bu ikilemi şu satırlarla anlatır:
“Yunus Emre’nin şiiri bir ikilem içindedir. Onda öz ve biçim bakımından birbirine ters düşen iki şiir dalı buluruz. Bunların birinde Yunus aruzu, ötekinde heceyi kullanır. Birinde divan şiirinin biçimlerini ve kurallarını yeğler, ötekinde halk şiirinin. Birini kalem eline alıp, dizini kırarak yazar, ötekini sözlü yaratır, ‘dilden söyler’. Bu sonuncuyu belki de bir müzik aletinin eşliğinde çalarak söyler. Ama ikilik asıl din anlayışında keskinleşir. Bunların birinde Yunus, medreseden yetişme bir molladır; ötekinde tekkede oturan bir derviş. Molla Yunus işinde, gücünde, evinde barkında, orucunda, namazında, kurulu düzenin istediği bir aydındır; Derviş Yunus evini, barkını, kurulu düzeni bırakıp tekke ortamına göçmüştür. Derviş Yunus kurulu düzenle açık bir savaşa girmemiştir ama artık o, karşıt bir kültürün içindedir. Beyler düzenine ters düşer; Taptuk Baba düzenin adamıdır.
Şimdi Molla Yunus’la Derviş Yunus’un şiirlerini karşıberi koyalım:
Oruç namaz kılmayanın Hak buyruğun tutmayanın
Doğru yola gitmeyenin göğsünde iman neylesin
Oruç namaz zekât hac cürmü cinayetdürür
Fakir bundan azaddır hass u havas içinde
Uçmakta hurileri onlar giyinmiş donları
Ne bahtılı müminleri bize nasip eyle Çalap
Uçmak uçmağım dediğin müminleri yeltediğin
Bir ev ile birkaç huri hevesin yok koçmak için
Helal sana uçmak uçmakta huriler koçmak
Cennet şarabından içmek tanla seher vaktinde dur
Bize aşk şarabından sun saki
Bize uçmakta kevser gerekmez
Komşular ile dur bile kıl namazı imam ile
Yalvar günahın gel dile tanla seher vaktinde dur
Ben oruç namaz için süci içtim esridim
Tespih seccade için dinlerem şeşte kopuz
Ol geçidin köprüsü uş beni yoldan kodu
Geçemez değme kişi köprüsün kıldan kodu
Kıl gibi köprü gerersin geç deyi
Gel seni sen tuzağımdan seç deyi
Ya düşer ya dayanır ya uçar
Kıl gibi köprüden adem mi geçer”
Bu kitaptan önemli bulduğum başka yerleri de öz olarak aktarmak isterim:
-Yunus, Mevlana’nın şiirlerinde geçen Farsça şiir tamlamalarını Türkçeleştirmiştir. İlhan Başgöz Hoca, Yunus’un bu çabasını 1940 kuşağı edebiyatçıların çabasına benzetiyor. Kitabında bunların örnekleri de var, birkaçını buraya aktarayım:
Gûş-i can Can kulağı
Çeşm-i can Can gözü
Aftâb-rû Güneş yüzlü
Mâh-rû Ay yüzlü
Be zeban averdan Dile getirmek
Kemer besten Bel bağlamak
Dem zeden Dem urmak
-Ebussud Efendi’nin Yunus’un şiirlerine verdiği fetva: “Adı edilen haller ve yapılan işler en yüksek dereceden fuhuş olduktan başka, cennet hakkında söyledikleri de şeni bir kelime ve gerçek bir küfürdür. Katledilmeleri mubahtır.”
-Başgöz Hoca, Yunus’un şiirinde yer alan ekonomik ilişkileri de yazmıştır, bu özel bir yazımdır, meraklısı mutlaka okumalıdır.
-Yunus kime dost diyordu? Taptuk’a mı, Hacı Bektaş’a mı, Muhammed’e ve Ali’ye mi, yoksa Tanrı’ya mı? Yoksa insanlara ve doğaya mı? Bunları da irdelemiş Başgöz Hoca.
GEMEREK NİRE BLOOMİNGTON NİRE/HAYAT HİKÂYEM
Ve yıllar sonra adını ara başlık olarak yukarıya aldığım kitabını gördüm bir kitapçıda. İş Bankası Yayınları arasından çıkan 476 sayfalık bu kitapta, Cumhuriyet’ten 2 yaş büyük Başgöz Hoca, yaşam öyküsünü anlatıyordu. Kitabı aldım, ilgiyle okudum, salt Hoca’nın yaşam öyküsü yazılı değildi, yakın tarihimizin bilinmeyen ayrıntıları vardı bu kitapta, tarihe değerli notlar düşülüyordu. Kitabın basıldığı 2017 yılında, yazarı olduğum Yeniçağ Gazetesi’nde yazı yazdım, Sayın Başgöz, nezaket gösterip bir e-posta ile teşekkür de etti.
Ben her kitabı okuyunca yarım dosya kâğıtlarına notlar alırım ve o kitabın ilk sayfasına koyarım, lazım olduğunda da yararlanırım. Bu kitaptan aldığım notların kaç sayfa olduğunu merak ettim şimdi ve saydım. Tam 13 sayfa.
Bu 13 sayfadan sizlere ilginç bilgiler aktaracağım:
-1915 yılına dek, Başgöz Hoca’nın memleketi Gemerek halkının üçte biri Ermeni imiş.
-Cumhuriyet, laiklik ilkesini korumakta titizdi. Öyle titizdi ki, Hıristiyan okullarında bile din dersi kaldırıldı. Bu yabancı misyoner okullarının duvarlarındaki haçlar kazınmalı, okul kitaplarından aziz resimleri çıkarılmalıydı. Buna uyanlar oldu, uymayanların ise gözlerinin yaşına bakılmayıp kapatıldı.
-Gemerek’e tren gelir, Gemerekliler lokomotif pistonunun girip çıkmasına cinsel bir yorum yaparlar: “Şu dünyada bir tatlı iş var, Allah onu da kara trene vermiş.”
-Babası Hasan Efendi, emekli ikramiyesi ile ticarete atılır ve yağ alıp satmaya başlar, gelgelelim işler hiç iyi gitmez, yağ işine koyduğu 200 TL de batar ve akrabaları da Hasan Efendi’ye borçlu kalırlar. Aradan yıllar geçer, bu akrabalardan birisinin oğluna Kars-Kızılçakçak’ta rastlar Başgöz. Pertev Boratav’la bir inceleme gezisine gitmişlerdir oralara. Akrabası da levazım subayı. O subay, dürüst davranır, babasının borcunu öder. Öder ama nakdî değil aynî olarak, bir teneke yağ ve bir teker kaşarla.
-Sivas okullarında karma eğitime geçilir. Başgöz Hoca diyor ki, “İşte o zaman anladık ki kızlar barut, biz de ateş değilmişiz.”
-Atatürk, Sivas Lisesine sınıflarına geliyor devrin Milli Eğitim Bakanı ile. Saadet adlı kızı tahtaya kaldırıyor ve iki üçgen çizdiriyor tahtaya. Saadet, ilk üçgenin açılarına alfa, beta ve gamma yazınca, Atatürk neden Yunan harflerini kullandıklarını sorar, “a, b, c” neden yazmıyorlar. O da topu öğretmene atar, öğretmen, okul kitaplarında öyle yazdığını söyler ve Atatürk’e bunu gösterir de… Atatürk, Milli Eğitim Bakanına talimat verir ve bir hafta sonra, Ankara’dan abc’li kitaplar gelir.
-Lise’de iki ilginç hocası varmış İlhan Başgöz’ün, Atsız’ın kardeşi Nejdet Sançar ve Şükrü Elçin. Bunlarla ilgili de çok ilginç ve değerli anıları var.
-Kitabın 97 ve 98’inci sayfalarında Enver Gökçe’nin “Ölüm adın kalleş olsun” dizesi dillerden düşmeyen o şiirinin öyküsü de var. Öykü uzun, buraya yazamam, kitabın hepsini buraya aktarmak da yakışık almaz zaten, ben olduğunu söyleyeyim, meraklısı alır bakar.
-Ve Âşık Veysel’li anılar… Hele biraz alıntılıyalım kitaptan:
“Ben Dil-Tarih’te öğrenci iken Veysel Ankara’ya hemen her yıl geliyordu. Hergele Meydanı’ndaki Kırşehir Hanı’nda kalırdı. (…) Âşık Veysel her gelişinde bu handa kalırdı; ben gider handan alır, fakültemize getirirdim. Veysel’in güçlü bir hafızası vardı, ondan yalnız kendi şiirlerini değil, öbür âşıkların şiirlerini de kaydederdik. Halk kültürü için Veysel değerli bir kaynaktı. Gözleri görmezdi ama bir gittiği yeri bir daha unutmaz, artık yardım almadan oradan yürüyebilirdi. Olgun, nüktedan, hoşsohbet bir insandı. Bir gün Kırşehir Hanı’nın üç beş basamak merdiveninden iniyoruz. Ben Veysel’in koluna girip yardım etmek istedim. Veysel’in cevabı: ‘İlhan Bey, ben kör müyüm, niye koluma giriyon’ oldu. Başka bir gün Kutsi Tecer’in evine yemeğe davet edilir, sazını da yanına alması rica olunur. Veysel sazı omuzunda yemeğe varır, yenir içilir, sohbet koyulaşır; Veysel’in sazı unutulur. Veysel bir bekler, iki bekler, bakar ki saz çalmasını isteyen yok. ‘Beyler’ der ‘Biz yedik içtik, saz acından ölüyor.’
1960 yılında Veysel’le ayrıldık. Ben Amerika’ya geldim. Uzun zaman haberleşemedik. 1970 yılında askeri müdahaleden hemen sonra Türkiye’ye varınca Veysel’i köyünde ziyaret ettim. Kapısını açıp ‘Merhaba Veysel’ deyince sesimden tanıdı. ‘İlhan Bey sen nerden çıktın yahu’’ diye cevap verdi. Oturduk, bana tavuk kestirdi, rakı açtırdı, yedik içtik. Sonra ses makinemi açtım, bütün şiirlerini ve bildiği halk türkülerini kaydettim. (…) Bu ziyarette duvardaki bir Şarkışla kilimine sık bakmışım. Kızı ‘Baba, İlhan Bey kilime çok bakıyor’ deyince Veysel sordu. Ben de ‘Veysel bu kilimi çok sevdim’ dedim. Veysel ‘Al Hoca senin olsun’ deyiverdi. Elbet Veysel’in duvarını süsleyen, kızının dokuduğu kilimi alamazdım. ‘Biz gene yaptırırız’ deyince ‘Parasını da benden alır mısınız?’ diye sordum. Alırdı, ne kadar 1200 lira. Parayı verip kilimi aldım. Kenarında kızı Zekine’nin (Sakine) adı işlenmiş bu kilim, Amerika’yı falan gördükten sonra bugün de Ankara’daki evimi süslemektedir.”
-Ve 3 Mayıs 1944 olayı. Ben bu olayı eski mahallemde hep Türkçülerden dinlemiştim. Onlar elbette nalıncı keseri gibi kendilerine taraf yontuyorlardı. Sonra benim iç sorgulamalarım ve çok yönlü araştırmalarım başladı ve en sonunda “Kemalist Türkçülük” adlı kitabımda bu konuyu, Başgöz Hoca’nın anılarından yararlanarak daha nesnel olarak yazdım.
İşte o yazdıklarım:
“Ve Atsız’ın Anadolu’yu tanımadığı, Türk halkını ve köylüsünü bilmediği gerçeği de var ki bunu da burada açmak ayrıntılamak yerinde olacaktır. Zaten Atsız’ın öğrencisi ve dava arkadaşı Altan Deliorman da ‘Tanıdığım Atsız’ adlı kitabında bu durumu açıkça ifade ediyor, yaşadığı olaylara dayanarak. Buna bir çarpıcı örnek de biz verelim 1944 Irkçılık-Turancılık tutuklamaları olduktan sonra, Dil-Tarih Coğrafya Fakültesinde bir toplantı düzenleniyor, o toplantıyı DTCF’nin o günkü öğrenci derneği başkanı, sonraki yılların ünlü bilim adamı İlhan Başgöz düzenliyor. Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel de konuşuyor o toplantıda ve şunları söylüyor: ‘Turan’a gidip hayal ülkelerinde kâşaneler kuracağınıza, gidin bir Türk köyüne abdesthane yapın. Bundan büyük ideal olamaz. Semtine uğramadığınız köylü, evinin arkasına büyük abdestini yapıyor, üzerine de tüy dikiyor. Ertesi sabah pisliğe yapışıp donan tüyden tutarak götürüp evin uzağına atıyor.’”
-Ve Sansaryan Han’da tutuklu iken İlhan Başgöz tarafından keşfedilen Mors Alfabesi… Başgöz harfin alfabedeki sırası sayısınca tıklıyor. Sözgelimi a için 1, z için 29. Ve sonunda yandaki hücrede yatan işçi Mustafa şifreyi çözüp yanıtlar vermeye başlıyor.
-Kars’ta yedek subaylık… Kars Âşıklar Kahvesi… Kışın 13 ay sürdüğü Erzurum’da Mezararkalı Mevlüt Ağa ile dava pazarlığı… Aşkale’de bir Alevi Dedesi… Posoflu “Büyük Hikayeci” Sabit Müdami ile yaptığı çalışmalar (Bu arada diyeyim, Müdamî, eşimin amcası Saim Çakıcı’nın kayınpederi olur).
-Ve Sovyetler Birliği seyahatlerinde yaşadığı hayal kırıklıkları…
ATATÜRK’E VE TÜRKİYE CUMHURİYETİNE SELAM, SEVGİ VE SAYGI
İlhan Başgöz Hoca’nın Ürün Yayınları tarafından 2019 yılında yayımlanan bir kitabı 75 sayfalık küçücük bir kitabı daha vardır. Küçücüktür ama içinde yazılanlar çok büyüktür.Başgöz, bu kitabın başlarında Türkiye Cumhuriyeti’nin 7 büyük savaşın ardından kurulduğunu söyler. Bu savaşlar; 1856 Kırım Savaşı, 1877-1878 yani 93 Harbi, 1892 Yunan, 1911 Trablus, 1912 Balkan, 1914-1918 Birinci Dünya ve nihayet Kurtuluş Savaşımız.
Bu vurgudan sonra, o yıkım ve yokluklardan, o kötü mirastan nasıl bir modern ve kendi ayakları üstünde durabilen, tam bağımsız bir ülke yarattığımızın öyküsüne geçer, özellikle ekonomik konularda değerli ayrıntılar verir.
İlginç örnekler vardır bu kitapta, Cumhuriyet’in ilk kadroları, Atatürk ve İnönü’nün yanındakiler birer dürüstlük anıtıdırlar. Başgöz Hoca’nın verdiği bir örneği ben de aktarayım: 1943 yılında II.Dünya Savaşı yıllarında fiyat artışlarını önlemek için Milli Korunma Yasası çıkarılmıştır. Malların fiyatını devlet saptıyordu. Ve işte bu arada un fiyatlarına zam yapma kararı aldı hükümet, ancak bu karar dışarıya sızdı ve un stokçuları bunu fırsat bilip stoklarını artırdılar. Bu haberi Ekonomi Bakanı Suat Hayri Ürgüplü’nün sızdırdığı söylendi, İsmet Paşa hemen bu bakanı yüce divana sevk etti, Ürgüplü yargılandı aklandı ve görevine döndü. 1960 sonrasında da bir süre Başbakanlık yaptı.
Bir de bugüne, bugünkü yüzsüzlüklere bakınız.
İlhan Başgöz, 2000 yılında, Hacı Bektaş Veli Tekkesinde bir defter bulur, bu deftere şunları yazmışlardır ziyaretçiler: “Sevgili Hacı Bektaş Veli ve Hazreti Ali, Sizi çok seviyorum. Atatürk kadar seviyorum. Atatürk gibi sizi çok özlüyorum. Ben Alevi Türk çocuğuyum. Ben derim ki Hacı Bektaş Veli en büyük felsefecidir. Devamı Mustafa Kemal ve Atatürk ilkeleridir. Türkiye Cumhuriyeti var oldukça bu ilkeler var olacaktır.”
Atatürk’ün kurduğu önemli kurumlardan birisi olan Halkevlerinin önemine vurgu yaparken Başgöz Hoca, Yaşar Kemal’in Adana, Attila İlhan’ın İzmir Halkevinden yetiştiğini ifade ediyor.
Ve kitabın sonlarında, Kuvayi Milliye Şehidi Ali Kemalî Hoca’yı anlatıyor Başgöz Hoca. Ali Kemalî, Başgöz’ün ana tarafından akrabası, medrese eğitimi gördüğü Konya’da, Kurtuluş Savaşı sırasında halkı örgütlüyor, Damat Ferit’in İstanbul’dan yolladığı nasihat heyetini reddediyor. Atatürk 3 Ağustos 1920’de Konya’ya geliyor ve Ali Kemalî ile görüşüyor.
Ali Kemalî, Konya’da çıkan Kuvayı Milliye karşıtı Delibaş İsyanında yakalanıyor, döve döve öldürülüyor, cesedine bir hakaretler ediliyor.
TÜRKİYE’NİN EĞİTİM ÇIKMAZI VE ATATÜRK
Başgöz Hoca’nın, bana göre, okuduğum en değerli eserini en sona bıraktım. Bu kitabı Kültür Bakanlığımız “Başvuru Kitapları” arasından yayımladı 1995 yılında. Kitap 306 sayfa. 15.000 adet basılmış, şu anda Bakanlığın elinde var mıdır? Hiç sanmam.
Öyle ise biz tanıtalım, bu değerli eser hakkında bilgiler aktaralım.
Kitabın ilk sayfasında Başgöz Hoca, eğitim ve kültür ilişkisini sorguluyor, eğitim var olanı verdiği için bir yerde “tutucu” olabiliyor. Ama kültür durağan değil değişken, bu nedenle devrimci tohumlar onunla yeşerebiliyor ve bu aşamada da eğitim, tutunmuş ve yerleşmiş kültürü değil, yeni çiçeklenmekte olan kültürü öğretmeye ve yeni kuşaklara aktarmaya başlıyor.
Kitapta daha sonra Osmanlı’daki eğitim büyüteç altına alınarak inceleniyor. Bu bölümden önemli başlıklar sunalım:
-Osmanlı İmparatorluğunda öğrenci sayıları ve eğitim olanakları.
-Osmanlı Eğitim Kurumları
-Sıbyan Mektepleri
-Hoca-öğretmen uygulaması ve yararları
-Medreseler
-Beşik Uleması
-Cer Hocaları
-II.Abdülhamit döneminde medrese öğrencileri askerlikten muaf kılınınca, buralar tam bir asker kaçağı yuvası halini aldı.
-Saray Okulları (Enderun)
-Sanat Okulları
-Ziya Gökalp’e göre eğitimin iki amacı: Toplumsal çevreye ve doğal çevreye alıştırmak.
Ve Kurtuluş Savaşı ve Atatürk Dönemindeki eğitim devrim ve atılımları:
-Kurtuluş Savaşı ve eğitim
-İlk Mecliste Halkçılık
-Tevhid-i Tedrisat
-Cumhuriyetten sonra din okulları: 1930-31 yıllarında imam-hatip okullarının tümü kapatıldı. 1927 yılında din dersleri lise eğitim programından çıkarıldı. Köy Okullarında din dersleri devam etti ve çağdaş ahlak biçiminde anlatıldı.
-Cumhuriyet, Diyanet İşleri Başkanlığı’na hiçbir konu üzerinde fetva hakkı tanımamakta titiz davranmıştır. Bunu dünya işlerine karışmak olarak görmüştür.
-Alfabe değişikliği ve Bakû Kurultayı’nın etkisi. Millet Mektepleri ve halk eğitimi.
-İsmail Hakkı Baltacıoğlu ve İçtimai Mektep.
-Reşit Galip, köycülük, köy eğitmenliği ve Tonguç.
-Üniversite reformu, Darülfünundan Üniversiteye.
-Halkevleri, CHP ve eğitim.
-Köy Enstitüleri.
-Atatürk’ün eğitimle ilgili fikirleri.
-Mustafa Kemal’in ulusal kültür anlayışı şoven değildir, Müslüman kültürünü, Türk kültürü ile aynı saymaz. Sünni değil, mistik Türk kültürüne önem verir.
Ve tüm bunların geniş ayrıntıları…
Eğitim ve Kültür konusunda ağzını açmaktan korkan günümüzün tüm muhalif unsurlarına önemle duyururum.
İlhan Başgöz Hoca’yı saygıyla anıyorum.