Agah Oktay Gunerin ArdindanEvet sayın Agâh Oktay Güner, sonsuzluğa göçtü, ondan söz edeceğim.

Peki onca kitabı varken söze neden bu kitap ve bana hitaben ilk sayfasına yazdıklarını paylaşma gereği duydum? Bu sorunun yanıtı yazdıklarında. Okuma zorluğu çekilebilir, onun için ben size yazılanları yeniden aktarayım:

“12.3.2019

Aziz Hemşerim Cazim Beğ’e

Bu kitap tutukevinde İngilizce çalışırken; idam istenince ‘Hiç olmazsa bu geride kalır’ deyip tercümesine başladığım eserdir.

Kalbi muhabbetlerimle…”

Hangi tutukevinden söz ediyor Agâh Bey? 12 Eylül’de kapatıldıkları Ordu Dil ve İstihbarat Okulundan. Mükemmel Fransızcası olan, Fransa’da ekonomi üzerine doktora yapan Agâh Oktay Güner, tutukevinde günlerini yararsız işlerle ya da kendini dinleyerek geçirmek yerine İngilizce çalışmaya başlıyor. Ve sonra MHP davasında idamı istenince “Hiç olmazsa bu geride kalır” diyerek bu yapıtı Türkçemize kazandırıyor.

Kim Agâh Oktay Güner? Bayburt Kadızade Mahallesinden, orada doğmuş… Babası kamu görevlisi olarak çeşitli illerde görev yapmış. Ama amcası kendi adını taşıyan amcası, o çok önemli. Kurtuluş Savaşının, Büyük Taarruzun önemli kahramanlarından Bayburtlu Ziver oğlu Yüzbaşı Agâh Bey.

Ben Yüzbaşı Agâh Bey’in destanını da yazmış ve “Dillere Destanlar” adlı kitabıma da almıştım, değerli büyüğüm Agâh Oktay Güner çok memnun olmuştu. İzninizle o destanı bir daha yazayım aşağıya:

BAYBURTLU ZİVER OĞLU YÜZBAŞI AGÂH DESTANI

Kocatepe bağrına taşlar basmış
Eski toprak bir Türkmen kocasıdır aslında.
Nicedir ki ili ve töresi bozuk
Nicedir ki utku seyranına hasret kalmıştır.
Bu gece üç Paşa tırmanmakta Kocatepe’ye.
Taşı gibi sırrı da muhkemdir ki ona güveniyorlar
Sığmasa da içi içine sığdıracak mecburen
Bir şey belli etmeyecek
Karşı yatan kara dağları sarmış yağıya.
Van’dan ve Suphan’dan işitmişti
26 Ağustos’un Türk’e uğurlu olduğunu.
Gün o gündür gene
Saat o saat.
Mazlum milletlerin yürek sözleri için
Tarihte özel bir sayfa ayrıldı bile.
Bayburtlu Ziver oğlu Yüzbaşı Agâh’ın
36’ıncı Alay 6’ıncı Bölük Kumandanı olarak
Ağır, kritik ve kutsaldı görevi.
Adı üstünde “Büyük Taarruz”
Altı ayda aşılamaz denilen mevzilere saldıracaktı.
“Işığı karanlıklardan sökmenin adı şafak
O söktü şimdi biz sökün sökün
Sökeceğiz emperyalizmin köpek dişini”
Diyordu içinden Yüzbaşı Agâh.
Ateş çemberinden ve ağır sınavlardan geçerek gelmişti buralara
12.Tümenden’di o
12 Tümen diyerek yat bak, rüyana neler gelir
Çanakkale’nin çelik tümeni
Kafkas Cephesi’nde pes etti Ermeni
Agâh’ın 36.Alayı bu muharebelerin önde gideni
Zivin, Kars, Kosor ve Göle…
Ermenilere karşı yapılan harekâtta
Öyle başarılı ki
Harp Okulu çıkışlı olmamasına karşın
İyi askerden iyi anlayan kumandanları
Üsteğmenliğe yükseltiyorlar onu.
Sarıkamış’ı, Kars’ı, Gümrü’yü alırız 1920 sonbaharında
Muştular gider umuda hasret, utkuya susamış Ankara’mıza.
12.Tümen’e yine yol görünmekte
Şark Cephesi’nden yine Garp Cephesi’ne
Eskişehir-Kütahya ve Sakarya Savaşı
Sath-ı müdafaa denilen mucize ile tutunduğumuzda.
Agâh da oralarda.
İçine sızarak öğrenmişti yağının yüreğindeki bilcümle gizi.
35 Gönüllü dört koldan ve ansızın saldırdı Susuz Boğazı’na
Yunan’ın büyük ordugâhı şaşırıp kaldı
Büyük bir birliğin saldırısına uğramış gibiydiler
Ürkü, korku, kargaşa kol gezmekte
Cephaneliklerinden ardı ardına patlama sesleri
Araç parkında yangın
Böyle olur işte vur-kaç dediğin
Kaçarken yeterince tutsak da alacaksın ki
Avucuna düşsün düşmanın saklısı
Planına ışık tutsun düşmanın çok gizlisi.
Öyle büyük ve olağanüstü bir işti ki bu baskın
Yüzbaşı oldu Agâh.
Şimdi yine döneceğiz Büyük Taarruza
Döneceğiz ya
Bir diyeceğim, bir övüncüm, bir kıvancım var
Ben bu destanın şairi
Hemşerisi ve tümendaşı olurum Agâh’ın
Büyük Taarruzdan tam 54 yıl sonra Ağrı’da
Kürt İsyanları ve Rus saldırılarına karşı konuşlanmış
Ağrı dağı doruğunda kartal bellikli
12.Tümen de yapmışımdır askerliğimi.
Büyük Taarruz
Ateş idarelerinde
Aydınlık yarınlar tasarlanmakta
Bu atlılar yeğin, ansızın, ünlü
Dörtnala mutluluk, esriten muştu.
O demirle, taşla berkitilmiş mevziler
O ateş yağdıran düşman.
Yüzbaşı Agâh’ın bölüğü ateşle oynamakta fütursuz.
“Tepemize çıkmışlardı, tepelenecekler” diyor Agâh
Tepelerin boynuna sarılıyor sevinçle piyademiz
Özlemler artık İzmir’e doğru
Dağlar kucaklaşacak adalar denizinin dalgalarıyla
İlerleme bize özgüdür şimdi
Makûs talihi onlara yazdık
Akşama dek bu bölük
Kurtkaya ve Kalecik bölgelerinin alınıp
Başkumandanlık Karargâhının bulunduğu Kocatepe’nin
Derin bir nefes alması için
Nelere göğüs gerdi nelere
Akşamlar kumandanların durum muhakeme saatleridir
Tan vakti olacaklar da orada görüşülür.
Yaralı ve şehit sayısı öyle çok, öyle çok ki
Yüzbaşı Agâh Bey’in bölüğü
Bölüklükten çıkmış takım kadar kalmıştır.
Bu bölük takviye de edilmeyecek
Yarın ihtiyata çekilecektir.
Geride duracak Yüzbaşı Agâh?
Eksiği, kusuru, ihmali yoksa, neden?
Çadırına varacak Alay kumandanı Osman Nuri Paşa’nın
Taarruzdan geri bırakılmaması için
Saygılı ve kararlı bir dille istekte bulunacak.
Ah ah!
Kırılır mı Agâh?.
“Tanrı yardımcın olsun” diyerek
Olur vermek zorunda kalmıştır Paşa.
Kahraman subayların başlanılanı bitirme dilekleri
Geri çevrilmemeli.
O sabah
Yüzbaşı Agâh
Bölüğünü tekrar hücum hattına sokmuştu ki
Bir kurşunla vuruldu kalçasından.
Vurulmak asla yorulmak değil
Sıkacak dişini
Bölüğü bilmeyecek
Bozmayacak hal ve gidişini.
Agâh Bey ve Sinoplu Üsteğmen Hulusi Feyzullah’ın
Üstün ve usta kumandasıyla
Hücum! Hücum! Hücum!
Avcı erleri süngülerle savaşın resmini çiziyorlar
Ateş destek unsurunun avazı
Köroğlu nârâsı geliyor Mehmetçiğe
Yağıya öd patlatan
Harp sanatına ne yaman yorum.
Kurtkaya Tepesi’nin kucaklıyor Yüzbaşı Agâh.
Yüzünde kahramanlığın mutluluğu var
Bu mutluluk şimdi paylaşılacak
Düşmandan ele geçirdiği bir bomba tüfeği vardır elinde
Zafer muştusu atacak şimdi onunla
Bu muştuyla şad olacaklar komutanları.
Muştu kurşununa karşı serseri kurşun
Agâh Bey’i en can alıcı yerinden vurdu
Bölüğün başının başı ağrıyor.
“Agâh! Ayaklaraan Agâh”
Anasının sesi...
“Başına döndüğüm kurban olduğum”
Başım sonumdur bilmişim anam.
Şimdi bu ahval ve şerait altında
Bir şiir ne sarardı öyle değil mi?
Su gibi okunacak
Okunmuş su gibi bir şiir.
Agâh’ın Bayburt’unda şair olmayan var mı?
Çoruh kıyısında o titrek kavak düştü şimdi yâdına
“Titreterek bir o yana bir bu yana
İncecik sapsarı bedenlerini.
Titrek kavak binlerce yaprağın bir ağızdan
Uşşak bir ayrılık ezgisini fısıldamakta.
Titrek kavak bildim senin bu fısıltının bestesi
Ilgıt ılgıt esen kavak yelinden.
Titremelerinin izdüşümü gözümde.
Fısıltın sevdamın tatlı akordu.
Titrek kavak seni hiç unutmadım
Sen ağaçların en duygulususun.”
Sardı bu şiir memleket gibi
Sardı ya
Gözleri gidiyor kan uykulara.
Sinoplu Üsteğmen Feyzullah uçmağa vardı çoktan.
Şimdi Agâh’a yol gözükmekte.
Son ucu
Sonsuzluk mu son ucu?
Ölüm ölüm diyorsun
Yaşamanın sonucu.
Bir yudum su istedi bölük başçavuşundan
Soluğu bitmeden sözü bitmeli.
“Ali Başçavuş! Ali Başçavuş!
Erlerime son emrim
Kurtkaya rüzgârlarına benim adıma
Yurt ve zafer türküleri söylesinler.
O rüzgârlar alırlar o türküleri Kop’a varırlar
Kop Şehitleri de saza vururlar
Sonra Bayburt…Şehit Osman Tepesi
Büyük Buluşmamız işte orada…”

İşte böyle… Ve önemli bir şey daha: Agâh Oktay Güner’in ailesinden tek şehit amcası Agâh Bey değil. Halası da şehit. 1918 yılında Bayburt’ta taşmağazalara Ermeniler tarafından tıkılıp yakılan Türklerden biri de o.

12 Eylül 1980 öncesinde Agâh Bey, çok popüler bir kişiydi, değerli bir yazardı, iyi bir hatipti, bakandı, ama benim huysuzluğum, gereksiz kaygılarım yüzünden tanışmıyorduk.

Bu tanışmamayı bana çok sormuştur geçtiğimiz yıllarda, işin doğrusunu diyememişimdir.

Geliniz şimdi “Tanış Ünlüler Anılar Giz Dökümleri” adlı kitabıma ve bazı satırları birlikte okuyalım:

“Nevzat Beğ (Kösoğlu), Tekel’e tayinimi vaktinde gerçekleştirememişti, daha doğrusu benim için kimseyle kötü olmak istememişti. Tuncay Mataracı’yı ikna çabaları da boşa çıkmıştı. Bu iki başarısızlığını bir nebze olsun giderebilmek için, Erzurum’da yeni açılacak olan TSE Bölge Müdürlüğüne tayin ettirmek istedi beni, alıp TSE Yönetim Kurul Başkanı, eski AP Milletvekili Şadi Pehlivanoğlu’nun yanına götürdü. Şadi Beğ, bir form uzattı ‘doldur’ dedi, doldurdum, okudu, şaşırdı, ‘Seni Başmüdürlükten memurluğa indirip Diyarbakır’a mı sürdüler?’ dedi, evet yanıtımı alınca da ‘Yarın gel tayin emrini al’ karşılığını verdi.
Aldık, 15 gün de eğitim gördük Ankara’da, sonra ver elini Erzurum… Binasız, yersiz, yurtsuz bölge müdürü oldum, ‘bir müdür, bir mühür’ misali. Ticaret Odası’nın toplantı salonunda gidip her gün birkaç saat oturuyorum.

Tayinim yapılırken Şadi Beğ, ‘Yakında genel kurulumuz var, hükümet burayı elimizden almak istiyor’ diyor Nevzat Beğ’e, o da ‘Genel Kurulu gelin Erzurum’da yapın, orada alırız seçimi’ diye karşılık veriyor. Böylece bana da bir önemli misyon yükleniyor. Erzurum’da ortamı hazırlayacakmışım.

Ortam mortam hazırlanamıyor, devrin Başbakanı Bülent Ecevit, bir sabah polisleri yollayıp atıyor dışarı yönetim kurulu üyelerini, yeni yönetim ve yeni genel sekreter tayin ediyor, genel kurulu Ankara’da toplamak için de çağrı yapıyor. Birkaç gün sonra da beni, önce Ankara ‘genel sekreterlik emrine’ alıyorlar, rapor alıp gitmeyince, ‘siyasi nedenlerle atanmıştır’ gerekçesiyle görevime son veriyorlar. Bir hafta önce evlenmişim, ne yapacağımı şaşırıyorum.

Terör, kıyım, sürgün, yokluk, kuyruk günleri o günler…”

Agâh Bey, bu satırları okuyunca kitabımdan, çok üzülmüş, bana telefon açmıştı:

“Değerli Cazim Bey, bir haftalık evli iken sürgün edilmeniz, sonra da görevden alınmanıza çok üzüldüm. Yahu biz o zaman neden tanışmıyorduk. Gelseydiniz yanıma ben mutlaka bir şeyler yapardım.”

“Erzurum’da oturduğum için” mazeretini ileri sürüyorum, pek inanmıyor:

“Ben Erzurum’a 1978 yılında mitinge geldim, konuşma da yaptım, siz o zaman orada değil miydiniz?”
“Oradaydım. Miting komitesi üyesiydim ve güvenlikten sorumluydum. Siz konuşurken de kürsünün üstündeydim.”
“E peki yanıma neden gelmediniz?”
“Yanınızı yörenizi sakallı adamlar sardı birden, yanınıza gelsem, size ne anlatacaktım?”
“Evet doğru…Doğru ama ben 1979’da da geldim, parti binasında da uzun müddet oturduk. O zaman neden gelmediniz?”
“O zaman da ben partiye uğramaz olmuştum.”

Ama işin aslı başka, onu Agâh Bey’e demek istemedim. Nevzat Kösoğlu, Agâh Bey hakkında olumsuz şeyler anlatmıştı Erzurum’da bize.

Agâh Bey, Fransa’dan doktora yapmış, dönmüştür, herkese tepeden bakmaktadır. Nevzat Kösoğlu onu alır, kendisinin de kurucu ve yöneticileri arasında olduğu “Üniversiteliler Kültür Derneği”ne götürür. İçeri gererler Agâh Bey, orada bulunanlara küçümseyerek bakar. Nevzat Bey “Şu adama haddini bildireyim” der kendi kendine ve başlar oradakileri tanıtmaya:

“Agâh Bey, bu arkadaşımız Ziraat Fakültesi öğretim üyelerinden Doçent… Bu kardeşimiz de ODTÜ’de doktorasını yapıyor… Size tarih profesörü … Bey’i de tanıtayım.”

Tanıttıklarından birisi onlara bir tepsiye koyduğu çayları getirir garson gibi. Bir diğeri masaları silmektedir.

Bunları duyunca, Agâh Bey’in yanına gidince küçümseneceğim kaygısı sardı beni. Küçümserse ben de dayanamam bir şey derim, hoş olmaz diye düşündüm. Yüz yüze tanışıp konuşmak nasip de olmayınca, bu ön yargılar belleğimde kalıp durdu. Ama sevgili yerdeşimin başta İsraf Ekonomisi ve Verim Ekonomisi olmak üzere tüm kitaplarını okumuştum.

Evet 1980 sonrasına dönebiliriz artık. 1980 sonrası Agâh Bey’le yüz yüze tanışmak yine nasip olmadı, telefonla uzun uzun konuştuk, aynı gazetede kalem yoldaşlığı yaptık.

Ve Agâh Bey sonsuzluğa göçtü. Yeniçağ’da yazdığım yıllarda bir yazımda şöyle demiştim: “O bizim yüz akımız, dayanak noktamız, tesellimiz, övüncümüzdü yetmişli yıllarda. Solcu arkadaşlar gülerlerdi bize ‘İşiniz gücünüz hamaset, felsefesiz tarih, ekonomik gerçekler ve araştırmalardan yoksun bir doktrin…’

Ne yazık ki doğruydu bu… Sonra Dr. Agâh Oktay Güner diye birisi çıktı, İsraf Ekonomisi'ni yazdı, ardından Verim Ekonomisi'ni… Ardından ekranlarda göründü; yakışıklı bir yüz, tok bir ses, müthiş bir hitabet… Solcu arkadaşlara artık ben gıcık verir olmuştum, Erzurum deyimiyle fırları fısları inmişti…”

Ve Ankara Sıkıyönetim Mahkemesindeki MHP Davasında, partiyi savunmanın ideolojik ve siyasal bölümünü ona yüklemişlerdi. O da bu savunmayı başarıyla yapmış, mahkeme heyetini olumlu yönde etkilemişti. Sonra o savunma da kitaplaştı.

Şimdi izninizle daha önce Bayburt Postasında o kitap hakkında yazdıklarımdan bölümleri aktarmak istiyorum. Çünkü çok önemliler:

“Sonra 12 Eylül darbesi… Agâh Bey de Konya’da o gece… Ankara’ya dönüyor ve gözaltına alınıp Dil Okulu’na götürülüyor. Ardından çileli günler başlıyor. Hem ne çileler. Bu çileler ve sıkıyönetim mahkemesinde verdiği bir eşsiz hukuksal belge olan savunmasını Agâh Bey, daha sonra “Savunma” adıyla kitaplaştırdı. Şimdilerde piyasada mevcudu kalmayan bu 90 sayfalık kitaptan (TESAV Yayınları) 1 adet imza ederek bana gönderdi Sayın Bakan “Çilemizden bir çizgi” ifadesini ekleyerek. Şimdi bu kitaptan o çilelerden bir çizgiyi aktarayım sizlere:

‘On beş ay hâkim karşısına çıkarılmayı bekledik. Arkadaşlarımızdan ölenleri rahmetle, kalanları sevgiyle hatırlıyorum. Hepsi vakur, hepsi sabırlı, hepsi yürekli idiler. Amma hepsi bütün neşeli olma gayretlerine rağmen kırık, meyus ve kederli idiler. Çünkü inandıkları demokrasi rejimi yıkılmış ve sevgili orduları silahını onlara çevirmişti. Haysiyetli insanlara verilebilecek en ağı ceza, onları yakınlarının karşısına demir parmaklıklar arkasında çıkarmaktır. Merasim kıtalarıyla selamlanmış olan bizlerle askerlerin konuşması yasaktı. 165 metre çevresi olan dikdörtgen tel örgü içinde sabah 30 dakika, ikindi üzeri 30 dakika açık hava hürriyetimiz vardı. Yakınlarımızla 15 dakika görüşebiliyor, haftanın tek gününü iple çekiyorduk. Askerler konuşmaları dinlemek için neredeyse ağzımızın içine girerlerdi. Duruşmalar başlayınca haftalık hasret aylara çıktı. Mahkeme salonunda tam bir terör havası vardı. Başımızı çevirip yakınlarımıza bakmak yasaktı.

O çileli günlerin en acı hatıralarından birisi, karlı buzlu bir Ankara gününde beni ziyarete gelen annemin merdivenlerden kayarak top gibi yuvarlanmasıdır.

Daha nice karanlık dolu hatıra… Devlete, demokrasiye, hukuka bağlı insanlara yapılabilecek en büyük zulüm… Evet bu zulüm bu insanları REJİMİ YIKMAK İÇİN TERÖR TEŞVİKÇİLİĞİ YAPMA iddiasıydı. 22 Avrupa devletine teröre karşı tedbir aldıran ben, kendi ülkemde terörü teşvikle itham ediliyordum.”

Agâh Bey’in bu eseri satır satır okunmalı. Biz hepsini yazamıyoruz, yalnızca savunmasının tahliye talebindeki harika ifadeleri sunmakla yetineceğiz:

“Sayın Mahkeme Heyeti, Batı’nın ünlü dergilerinden birinde birkaç ay önce bir fotoğraf yayımlandı. Bu nerenin resmidir diye soruyordu fotoğrafın altında. Dergiye binlerce mektup geldi. Çünkü büyük ödül vardı. Bir kısmı, ayın üzerindeki bir krater çukurudur, bir kısmı Satürn’e aittir, bir kısmı Güneş gezegenindeki herhangi bir galaksiye aittir dedi. Cevap şu idi: Bu fotoğraf başarılı bir okuyucumuz tarafından bir yumurta üzerindeki deliğin on bin defa büyütülerek çekilmiş resmidir…

Bugün huzurunuzda sorgum tamamlandı. İddia Makamı’nın sorularına cevap sundum. Muhterem Heyetiniz’in sorularına cevap arz ettim ve zannediyorum benimle ilgili, bu iddianamede yer alan iddianın bir yumurta üzerindeki küçücük bir çukurun on bin defa büyütülerek Güneş gezegeninden bir galaksiye ait olduğu şeklindeki cevap çağında olduğu gerçeği huzurunuzda tescil edildi.”

Peki 1980’den sonra Agâh Bey, neden MHP’ye dönmedi, ANAP ve DYP’de siyaset yaptı? Bunu bir televizyon programında ona da sordular. Dedi ki “Biz hukuka inanıyorduk, Türkeş Beğ, kendi yaptığına hukuk diyordu. Duramazdım orada.”

Evet bu doğru ama tek neden değil. Değerli Agâh Bey’in bana anlattıkları var. Onları buraya yazamam, ama mezara da götürmem. Bir kitabımda bir vesileyle yazacağım onları.

Sizi yaşamım boyunca saygıyla, özlemle, takdirle anacağım değerli yerdeşim Agâh Oktay Güner, anılarınız ve yapıtlarınızla hep yaşayacaksınız.