Adal ve Kare kabilelerinden oluşan topluluk Resulullah (s.a.v)’in huzuruna geldiklerinde şu istekte bulunurlar:

-Ya Resulullah! Bize Kur’an öğretecek ve bu dini anlatacak birilerini görevlendirmenizi dileriz.
Ve huzurdaki bu misafirler bir yandan taleplerini iletirlerken bir yandan da gözler pür dikkat Asım’a takılmıştı ki, ona öğretici olarak göz diktikleri her hallerinden kendini belli ediyordu zaten. Allah Resulü (s.a.v) hemen bu durumun farkında olarak Asım’la birlikte birkaç öğretici kadroyu yanlarına katıp misafirlerini öyle uğurlayıverir. Derken yola çıkan kafile uzun bir yol mesafe kat ettikten sonra dinlenmek üzere Rec’i suyunun başında konaklayıverirler. Ne var ki konakladıkları yerde uyuduklarından emin olduğuna kanaat getiren bir adam durum vaziyeti sinsice kendi kabilesine sızdırıp, böylece Lîhyânoğulları’ndan yüz kadar silahlı birlik, uyumakta olan kafileye ani baskınla saldırıverir. O an Asım ve üç arkadaş neye uğradıklarının şaşkınlığı içerisinde uyandıklarında en son çare olarak yüz silahlı adama karşı en azından bir iki kişiyi telef etmiş olsak faydadır düşüncesiyle üzerlerine atılıverirler. Ancak bu üzerlerine atılma hamlesi bir yere kadar sürdürülebilirdi ki en nihayetinde yürekleri dağlayıcı acı bir ölümle Rec’i suyu yanı başındaki kara toprağın bağrına şehit düşerler. Tabii gözü dönmüş caniler bunla yetinmeyip zafer işareti yapacaklar ya, o an cesetlere dokunma arzusu bürür hepsinin. Ama o esnada hiç hesap edemedikleri ve nereden geldikleri bilmedikleri bir arı sürüsüyle karşı karşıya kalıp cesetlere dokunamayacaklardır. Bundan daha da öte yine hiç hesap edemedikleri gece yarısı sağanak yağan yağmurla birlikte sel sularına kapılarak kaybolan cesetler büsbütün heveslerini boşa çıkartacaktır. Böylece onlar bir zamanlar Asım’ın Yaradan’ına içten gelen bir yalvarışla niyazda bulunduğu “Allah’ım benim cesedime müşrikleri dokundurma” duasından habersiz bir şekilde yaşadıkları birbirinden bu iki ilginç olayın mana ve ruhunu anlamaksızın rehin aldıkları iki esirle birlikte Mekke yoluna koyulmakla yetinirler.

Malum yine bir başka hadisenin fitilini ateşleyecek olan Halid b. Süfyan ise Medine’ye ani bir baskın yapma planını devreye sokmak için kollarını sıvar. O sinsi planlarını devreye sokmak için hareket ede dursun, Resulullah (s.a.v) bu sinsi planına karşılık olarak hemen Abdullah b. Üneys’e görev verip onu öldürmesini emir buyurur.

Abdullah b. Üneys (r.a) bunun üzerine:

-Ya Resulullah! Emrin başım üstüne elbet, ancak Halid b. Süfyan’ı şahsen hiç görmüşlüğüm yoktur, en azından şekli şemalı nasıl biridir tarif ediniz ki üstleneceğim vazifeyi hakkıyla yerine getirmiş olabileyim der.

Habib-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) cevaben şöyle der;

-Onu gördüğünde içinde bir ürperti ve şeytanı görmüş gibi bir sıkıntı hali oluşur ki, işte o kişi Halid b. Süfyan’dan başkası değildir.

Gerçekten de Abdullah b. Üneys emrin gereğini yerine getirmek üzere Medine’den gizlice yola koyulup Ürene vadisine geldiğinde yüzlerce insanın arasında dolaşırken o anda kendinde bir sıkıntı hali hisseder. Belli ki bu sıkıntı hali karşısında gördüğü adamdan kaynaklanan hal durumuydu bu. Derken o an Habib-i Ekrem (s.a.v) sözleri aklına geliverip bu adamla yürümeye koyulur.

Merak bu ya, birlikte yürüdüğü adam, adım adım ilerlerken şunu sual edemeden duramaz:

-Ey yabancı! Söyle bakalım, sen necisin? Hele kendini tanıt bir bakalım.

Üneys cevaben:

-Müslümanlara karşı ordu topladığını duyunca buraya gelen bir Huzaa’lıyım der.

Böylece kendini tanıttıktan sonra ardından çadıra girerler. Ve çadırda artık ikisi baş başadırlar. İşte o an gelip çatmıştı ki; Üneys’in kılıcını çekmesiyle sıyırması bir olup emir yerini bulur da. Nitekim Allah Resulü (s.a.v) görevini en iyi şekilde yerine getirmesi hasebiyle ona birde asa hediye eder v e şöyle der;

-Ey Üneys! Sana müjdeler olsun ki Cennette bu asaya dayanarak gezinesin.

Tabii ki Allah Resulünün elinde hediye edilen bu asa herkese öyle kola kolay nasip olmaz. Böylece Abdullah b. Üneys (r.a) bu duygu ve düşünceler eşliğinde kendisine hediye edilen bu asayı ömrünün sonuna kadar itina ile sakladığı gibi arkadaşlarına vefat ettiğinde mezarına koymalarını da vasiyet etmeyi ihmal etmez.

Ne diyelim bu noktada bize ancak “Ne mutlu peygamber hediyesine mazhar olanlara” demek düşer.

Vesselam.