Mekke’de bir peygamber çıktığını, Ebû Zer el-Gıfârî’de duymuştu. Bu yüzden kardeşi Üneys’e;
-Var git! Neyin nesidir öğren ve gel bana da anlat der.
Denilenleri yapar ve eve döndüğünde gördüklerini anlatınca Ebû Zer el-Gıfârî’de merakını yenemeyip derhal yola çıkar. Derken Mekke’ye geldiğinde O’ndan bir haber alırım düşüncesiyle bir kenarda beklemeye koyulur. O sırada bir çocuk Ebû Zer el-Gıfârî’nin yabancı olduğunu fark edip:
-Buyur bize gidelim demesi üzerine ardından gidiverir. İşte o misafirperver çocuk, ilerisinde Allah'ın aslanı olarak anılacak Hz. Ali (k.v)’den başkası değildir elbet.
Ebû Zer el-Gıfârî sabah olunca yine aramaya koyulur ama günün ikinci günü de haber alamaz, akşam olduğunda yine köşede bekleyen aynı çocukla göz göze gelip onun evine konuk olur. Üçüncü gün olduğunda malum Arap geleneklerine göre misafirlik üç gün olması hasebiyle o süre içerisinde misafire ne için geldiği sorulmazdı. Nitekim o söz konusu üç gün dolmuştu ki, misafirperver çocuk;
-Ey yabancı! Ne için buralardasınız diye sorar. Ve sözünün akabinde şöyle der;
-Eğer bir derdin varsa yardım etmeye hazırım.
Ebû Zer el-Gıfârî:
-Buralarda bir peygamber çıktığı söyleniliyor, Onunla görüşmek istiyorum, başka ne derdim olabilir ki.
Çocuk:
-Zaten aradığın amcamın oğlu Hz. Muhammed (s.a.v)’dir. Bundan kolayı ne var, tabiî ki görüştürebilirim der.
Ebû Zer el-Gıfârî:
-Peki der ve çocuk yaştaki Hz. Ali (k.v) ile beraber huzura çıkarlar.
Böylece Ebuzer el-Gıfari en birinci kaynaktan yüce dinimizi dinleme şerefine nail olur. Hatta dinledikçe kendinden geçip, karşılıklı sohbetin ardından İslam’la şereflenir.
Habib-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) kelime-i şahadet getiren Ebû Zer el-Gıfârî’yi uğurlamadan önce son kez şu uyarı da bulunur:
-Ey Ebu Zer! Kabul ettiğin bu din’i şimdilik gizli tut ve yurduna dön, ta ki ne zaman çoğalıp üstün hale geliriz o zaman gel bize katıl.
Ebû Zer el-Gıfârî (r.a):
-Ya Resulullah! Vallahi bu dini ilan etmeden bir yere gitmem der. Ve öyle de dediğini yapar.
Evet, Ebû Zer el-Gıfârî (r.a) Mescid-i Haramda ilk kelime-i şahadeti açık lisanla duyurma şerefini yaşar yaşamasına ama bu arada olanlarda olur. Ne oldu derseniz, malum “Sen misin Haremde kelime-i şahadet getirip haykıran” üzerine yürüyen yürüyene.. Derken sille tokat arasında üzerine çullanıp kızılca kıyameti koparırlar. Neyse ki o an imdadına Peygamberimiz (sa.v)’in amcası Abbas yetişmekte gecikmez. Hz. Abbas (r.a) linç etmek isteyen kalabalığa seslenerek:
-Ey ahali! Çekilin! Ne yaptığınızın farkında mısınız? Şu an Gıfar kabilesinden bir adamı öldürmek üzeresiniz. Galiba ticaret yaptığınız güzergâhın Gıfar'dan geçtiğinden haberiniz yoktur. Ola ki bir gün o taraflara ticaret yolunuz düştüğünde sizleri hangi acı akıbetlerin beklediğini bilmem hiç düşündünüz mi?
İşte bu sözler karşısında serbest bırakırlar. İkinci gün olduğunda yine aynı yabancı ve aynı ses:
-EŞHEDU ENLAİLAHE İLLALLAH VE EŞHEDU ENNE MUHAMMEDEN ABDUHU VE RASULUHÜ.
İşte Harem halkının yüzüne karşı ilk Tevhit ilanı ve ilk haykırış böyle vuku bulur. Aslında Ebû Zer el-Gıfârî (r.a) bu haykırışı sergilemekle kendisini de bir anda züht ve takva dairesinde bulur.
Resulullah (s.a.v) onu bir köşede yalnız başına gördüğünde:
-Allah Ebu Zer’e selamet versin” O yalnız yaşar, yalnız ölür ve yalnız başına diriltilir haşr olur diye beyan buyurmaktan kendini alamaz da.
Ebû Zer el-Gıfârî (r.a), Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a)’ın vefatından sonra Şam’a hicret etti ve orada Hz. Osman’ın halifeliği zamanına kadar konaklar. Orada konakladığı sürece hayatını hep züht ve takva üzerine tanzim ederek yaşamaya çalıştı. Hatta takva hayatında o kadar ileri gitti ki etrafındakilerin de aynen kendisi gibi öyle yaşamasını arzulamanın ötesinde zorlar da. Zira o bir günlük nafakadan fazla mal biriktirmezdi. Dolayısıyla herkesinde tıpkı kendisi gibi olması noktasında ısrar edince, halk soluğu Şam valisinin kapısında bulup ister istemez rahatsızlıklarını dile getirmiş olurlar. Şikâyetler ardı sıra kesilmeyince Şam valisi çaresiz o yüce sahabeyi Medine'ye göndermek zorunda kalır.
Medine’ye ayak basar basmaz hemen gözüne yüksek binalar ilişir. Öyle ki süslü püslü binalar arasında yürümekten rahatsızlık duyduğu her halinden besbelliydi. Derhal Halife Hz. Osman (r.a)’ın huzuruna çıkıp şöyle der:
-Zenginler elinde ne var ne yok mallarını dağıtmadıkça buralarda kalmak bana zül gelir.
Hz. Osman (r.a) bunun üzerine:
-Ben ancak Allah-ü Teâlâ’nın belirlediği ölçüler çerçevesinde hareket etmek zorundayım. Bu durumda, ben nasıl olur da Şeriatın belirlediği ölçünün dışında zorla zenginlerin mal mülkünü ellerinden alabilirim ki, cevabını verir.
Ebû Zer el-Gıfârî (r.a) bu sözlerden tatmin olmayınca izin alıp civar köylerden birine yerleşir.
Artık Ebû Zer el-Gıfârî (r.a) son demleriydi ki, bir ara kızına bir ara seslenerek:
-Dışarı çık bakalım gelen kimse var mı?
Kızı:
-Ey Babacığım! Biraz öteden gelen üç beş kişi var.
Ebû Zer el-Gıfârî (r.a):
-O halde kızım beni kıbleye doğru çevir.
Kızı kıbleye doğru çevirdiğinde ardından ruhunu teslim eder.
Tabii bu arada Gelenler Ebû Zer el-Gıfârî (r.a)’in naaşını defnediyor ve içlerinden Abdullah b. Mesut (r.a);
-Ebu Zer yalnız yaşar, yalnız ölür, yalnız haşr olunur hadisi şerifi arkadaşlarına aktarıp, adeta yaşadığı hayat programının özetini sunmuş olur.
Gerçekten de o yalnız yaşadı. Ve böylece Allah’a vuslatta yalnız kavuşma şerefine erişti.
Ruhu şad olsun.
Vesselam.