“Bizim vatanımız Türkiye sınırlarını da aşarak Türk dilidir; Türkçenin konuşulduğu her yerdir. Bizler dilimizin sınırlarında nöbet tutarız” Necati Cumalı
Osmanlı kalıntısı Bulgaristan Türkleri olarak Arap harfleriyle okuyup yazmaktadırlar.
Ne ki, Türkiye’de harf devrimi yapılır yapılmaz, Anadolu’dakinden hızlı bir biçimde Türk ABC’sini öğrenirler, matbaalar edinirler.
Vee Türk ABC’sinin 29 harfini, 29 anahtar olarak algılayıp öyle de belletirler Türk çocuklarına.
İşte bu öyküyü o günlerdeki yaşanmışlıklardan çıkarmış Nadiya Ahmedova. Öykünün adı “Yirmi Dokuz Anahtar.”
İki büyük devrim, harf ve dil devrimleri bu 29 anahtarın açtığı nice kapılarda.
Hadi okuyalım öyleyse:
“-Dede, çok, ama çok anlatacaksın! Biliyor musun ne kadar çok?
Kollarımı alabildiğine açtım ve:
-Te bu kadar Dede! Dedim.
-Dedesi çocuğunu aldatmaz. Anlatacağım dedi mi anlatır.
Bir akşam üstüydü. Dedemle el ele dereye yollandık. Dere şırıltısıyla sanki ninni çalıyordu. Kurbağaların kimisi kıyıda uyukluyordu. Bizi duyunca suya atlaştılar. Dere başında bir de yaşlı başlı salkım söğüt ağacı vardı. Suyun aynasında sarkan uzun saçlarına bakıyordu. Alaca gölgesine oturduk. Dedeme ‘Sipsi isterim’ dedim. Sözümü iki etmedi. Üşenmeden, elleriyle dizlerine dayandı, kalktı. Tekrar oturunca anlatmaya başladı. Gözlerimi dedemin gözlerine diktim. Her sözünü bir kestane gibi ikiye ayırıp, içine bakmak istiyordum.
Dedem anlattı, ben dinledim. Dedem anlatmaktan usandı, ben dinlemekten usanmadım. Sipsi de hazırdı. Öyle bir öttürdüm ki, başucumuzdaki kuşlar bile ürktü. Uçuştu. Fakat masala kanmamıştım daha. Tekrar yalvardım:
-Dede bu defa uzun, çok uzun bir masal anlatacaksın!
-Çocuğum yarın mektebe başladın mı, muallim sana yirmi dokuz anahtar verecek. Tamam yirmi dokuz altın anahtar. O zaman, bana masal anlat, diye hiç yalvarmayacaksın.
Zaten anahtar oyununu severdim. Anam, ocak başında yemek yapmaya giderken elime hemen bir deste anahtar tutuşturuverirdi. O yemeği hazırlayana dek anahtarlarla oynardım. Dedem de öyle deyince bir sıçradım:
-Dede, dedim, nasıl anahtar verecek. Onları muallimden hadi şimdi isteyelim, ne olur.
-Onlar elle tutulmayan anahtar, çocuğum.
-Öyle anahtar olur muymuş, be dede? Sen beni aldatmaya da başladın.
-Dedim ya, dedeler yalan söylemez.
İlk ders gününe daha aylar vardı. Bu günlerin ne kadar ağır geçtiğini bir görseydiniz! Hep o dedemin söylediği anahtarları düşünüyordum. Sokağa çıksam, biricik biricik çırpı toplayıp anahtar yapıyordum. Tozdan ev yapıp her birinin kapısına bir anahtar koyuyordum. Bir de ‘Acaba muallim bana böyle anahtar mı verecek?’ diye uzun uzun düşünüyordum. Eve geldim mi, dedemin yumuşacık boynuna sarılır, ona boyuna dil dökerdim:
-Dedeciğim, benim sevgili dedeciğim, artık söyleyeceksin e! Söylemezsen dayanamayacağım.
-Ne yapacaksın?
Düşünür taşınır, kafamda yapılabilecek her şeyi geçirirdim. Bunları dedeme satamayacağımı anlayınca, en çok sevdiğimi söylerdim:
-Uçacağım!
Dedem katıl katıla gülerdi. Biraz düşünür:
-Anahtarları eline alınca, bunu da yapabileceksin, derdi.
Bir gün beni okutacak olan muallimle karşılaşmıştık. Anahtarları onan az kalsın isteyecektim. Dilimin ucundaydı. Ama çok utandım. Utancımdan adımı bile söyleyemedim.
Ertesi gün mektebe gidecektim. Ama bilseniz ne çok seviniyordum. O akşam odayı takla ataraktan dolayladım. Dedemin omuzlarına tırmandım. Gecesi ise, aldığı çantayla uyudum. Uykum arası çantayı elden kaçırınca, el yordamıyla buldum. Tekrar yastığa dayadım. Her halde çok düşünmekten yorulmuş, uyumuşum. Uyanır gibi olduğum zaman, dedem üstüme eğilmiş, kadife gibi bir sesle konuşuyordu:
-Uyan uyan, benim akıllım!
Dedemin sözleri hoşuma gitti. Gülümsedim ve ‘Hı-ı’ diyerek öbür yanıma döndüm. Dedem:
-Aydın, anahtarları almış galiba, seviniyor dedi. Yanaklarımdan öptü. Hadi yavrum geç kalıyorsun.
Sıçradım. Sağ yumruğumla, çapaklanmış gözlerimi ovuşturdum. Öbür elimle çantamı aldım.
-Dede ben hazırım!
-Mektebe böyle gidilmez ki! Çocuğum şimdi yüzünü yıkayacak. Adamlık rubalarını giyecek. Kahvaltı edecek, sonra dedesine ‘Hoşça kal’ deyip mektebin yolunu tutacak. Bugünse sefte (siftah, ilk) gideceğinden çocuğumu ben götüreceğim.
-Dede sen de mi okumaya geleceksin?
-Hayır seni uğurlayacağım.
Mektebe gitmek ne iyiymiş! Muallim bize ne güzel şeyler anlattı. O yeşil rahle üstüne eğildim ve her söylediğini bellemeye çalıştım. Eve döndükten sonra her şeyi dedeme anlatacaktım ya! Piyonerlerin (gençlik örgütü üyelerinin) getirdiği hediyelere bayıldık. Muallim torbacığının birini açtı:
-Bunlardan bütün sene faydalanacaksınız, dedi.
Bir gün beş gün derken, yılbaşı o kadar çabuk gelmişti ki! Ben artık harfleri resmeder gibi yazmayı öğrenmiştim. Alfabedense heceleri birleştirip gıldır gıldır okuyordum.
Yılbaşı gecesi sofrayı dolaylamıştık. Dedem yastık altından kocaman, resimli bir kitap çıkardı. Düşündüm: ‘Biz ekmek yerken dedem galiba okuyacak.’
Kitap deyince aklıma dedemin bir sözü geldi:
-Dede dedim, muallim arkadaşın o altın anahtarları hani, yılbaşında verecek demiştin ya, unuttu galiba?
-Hayır muallimler unutmaz! Anahtarlar artık senin elinde.
-Muallim seninle artık hiç konuşmayacağım. Küstüm, küstüm işte!
Dedeme arkamı döndüm.
Dedem beni dizine aldı. Başımı okşadı okşadı. O büyük kitabı da kucağıma koydu. Heceleye heceleye okudum. Masal kitabıydı. Dedem:
-Muallim size harflerin hepsini öğretti mi? diye sordu. E e, alfabenin kaç harfi var?
Uykudan uyanır gibi oldum. Gözümün önüne dedemin anlattığı bir masal geldi. Yirmi dokuz kapılı bir saraya elimle dokunur gibi oldum. Elimde yirmi dokuz altın anahtar tutuyordum. Dedemin boynuan sarıldım:
-Dede, dedeciğim dedim. Demek bu yirmi dokuz harf, yirmi dokuz anahtar öyle mi?” (1)
1) Bulgaristan Çağdaş Türk Edebiyatı Antolojisi-2/Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları