ABD’de 1980-2004 arası farklı ideolojik görüşler arasında benzer örüntüler göstermesinin, yani; belirleyici olanın skandal siyasetinin ideolojik bağlamı olması, Amerika’da 9/11 sonrasında temelden değişir. Hükümete güven muhafazakârlar arasında tırmanıp, ideolojisi olmayanlarda biraz artmış, liberaller ve ılımlılar arasında keskin iniş göstermiştir.
Bu Başkan Bush’un, Kongre’deki Cumhuriyetçi çoğunluktan aldığı desteğin sıradan insanlar için Washington’daki hükümete “güven anlamının siyasallaşması” göstergesi inancıdır. Dolayısıyla medya siyaseti kutuplaşmayla, siyasal güveni olumsuz etkileme eğilimindeyken, hükümete verilen destekle, skandalı propaganda olarak kenara bırakır. Medya kuruluşları skandalların duyurulmasıyla kurumların meşruiyetlerini yitirmelerinde kendilerine düşen rolü oynarken, kendi meşruiyetlerini kaybetme riskine girerler.
Medya kurumuna güven 1973-2000 arasında yüzde 21 geriler.
Basına duyulan güvenin araştırılmasında haberlerin inandırıcılığından ziyade kurumlara karşı duyulan hislerin ölçütleri olarak öne çıkar. Başka bir deyişle toplumsal kurumlarla ilgili olumsuz haberler tüm kurumlara inandırıcılığı sarsarken medyayı dışarıda bırakmaz. Dolayısıyla, medya siyaseti, skandal siyaseti ve siyasal kurumlara güvenin azalması arasında bağlantı vardır. Siyasal parti ve kurumlara karşı hoşnutsuzluk eğilimi algılıyoruz, ama bu illa da siyasal sistemden uzaklaşmamızı gerektirmez.
Vatandaşların birkaç seçeneğinden biri; belli bir siyasal seçeneğe karşı seferber olabilir, ideolojik güçleriyle ana akım siyasal partinin hizmetine girip onu tavlayabilirler ya da protesto ederek üçüncü partileri destekleyebilirler veya sistem dışından gelen bir lider çevresinde toplanabilirler… (Barack Obama gibi…)
Dünya Değerleri Araştırması (2002) verilerine göre, 70 ülkede kurumsal sistemin dışında elitlere meydan okuyan eylemler ölçülüp, sistem dışındaki hareketler belgelenir. 1990’larda toplumsal seferberliğin arttığı gözlenir.
Bu veriler Katalonya’da gerçekleşen başka bir çalışmayla tutarlılık gösterir. Çalışmada nüfusun sadece yüzde 2’si siyasal partilerin faaliyetlerine katılıp, oy kullansa da yurttaşların çoğunun siyasal partilere güvenmedikleri, üçte ikisinden fazlasının kendi kendisine dayanan bir seferberlik ile toplumun değişeceğine inandığını gösterir. ABD’de 2002-2004 döneminde görünen o ki partilerin seçmenle bağ kurmaları sonucunda yurttaşların siyasete katılımı artar. Demokrat Parti’nin 2008’deki başkanlık ön seçimlerinde görülmemiş düzeyde siyasal seferberliğe tanık olunur.
Ayrıca, katılımda internetin ilgi çekici rolü dikkat çeker. Enformasyonel medya kullanımının yurttaşların iletişimini teşvik ettiği bunun da sivil katılıma yol açtığı görülür. Sanayileşen dünyada sivil katılımın artması toplumsal ve siyasal işleyişe güven sağlarken, gelişmekte olan dünyada sivil katılım ile siyasal güven arasında olumsuz ilişki olduğu görülür. Sivil katılım gösterenlerin siyasal güvenleri daha azdır, bunun altında yatan neden demokrasiye inancın yitirilmesi, sonucunda da siyasal katılımın gerilemesi ile siyasal kurumlar ile siyasal katılım arasındaki uçurumun açılmasıdır.
İdeolojik durumlara bağlı olarak, uluslararası deneyimler siyasal meşruiyet krizine çeşitli karşılıklar verildiğini gösterir. Meşruiyet krizi siyasal çekilmeden ziyada siyasal seferberliği beraberinde getirir. Medya siyaseti ve skandal siyaseti dünya çapında gözlenen siyasal meşruiyet krizine katkıda bulunur, ama halkın güvenindeki gerileme siyasal katılımda gerilemeyle aynı anlama gelmez. Siyasal kurumlara güvenmeyen ama haklarını ileriye sürmeye kendilerini adamış yurttaşlar siyasal sistem içinde ve dışında kendi başlarına seferber olmanın yollarını arar.
İşte demokrasi krizini yaratan şey de siyasal kurumlara duyulan inanç ile siyasal eylem arzusu arasındaki mesafenin açılmasıdır.
Kaynak: “İletişim Gücü”, Manuel Castells.
–Bitti-