(Babam 21 Aralık 2020’de aramızdan ayrılalı 44 yıl olmuş. Türkiye ve Kore’de 1950 yılında çekilmiş yarı belgesel bu film üstüne bir anımızı ve 60 dakikalık filmden, kendisinin göründüğü 7 dakikalık bölümü paylaşıyorum. Özellikle Bayburt Baş Barı’nın oynanışı ile Yaşar ve Binali Selman’ın icrası dikkat çekici.)

Çocukluğumun Bayburt’unun soğuk ve bele kadar yağmış karlı kış gecelerinin olmazsa olmazı, ailenin fotoğraf albümlerinin, annemin ceviz sandığından çıkarılışıydı! O kalabalık evimizde uzun, uğultulu ve simsiyah kış gecelerinin büyük ve şaşmaz bir geleneğiydi bu. Kış boyu bir, bilemedin iki kez çıkarılan o albümlerdeki siyah beyaz fotoğraflara bakmak; küçük ağabeyim, kız kardeşlerim ve benim için her keresinde yeni kişiler, yeni yaşamlar ve yeni dünyaların keşfiydi.

Annem en sonunda, fikri birimizden çıkan ortak ısrarımızı kıramaz ve ‘baş oda’ dediğimiz evin bir tür salonu gibi kullandığımız büyük odasının bir köşesindeki yüklüğe ‘kabile halinde’ gidilirdi. Üzerinde yorgan ve yatakların dizili olduğu üzeri ablalarımdan birinin kuşlar ve güllerle bezediği kanaviçeli yatak örtüsü kaldırılır, yatak yorgan indirilir vee eskimiş ceviz sandık açılarak bir bohçanın katları içine gizlenmiş iki adet bakılmaktan uçları yıpranmış, birinin kapağının kenarları hafif yırtılmış fotoğraf albümleri çıkarılırdı. Biz dilimiz dışarıda 5-6 çocuk hevesle o anı beklerdik. Eğer albümlerin açılmasının sebebi Trabzon veya Erzurum’dan Fadime yahut Seher teyzemlerden biri ya da İstanbul’dan Şahin ağabeyim yarı yıl tatiline gelmişse, o zaman bu tören kesin olarak daha şenlikli olurdu.

Harı azalmış sobanın biraz uzağına hepimiz yere serili bizim oraların baklava motifli kiliminin üstüne konmuş minderlerden bir halka oluşturarak otururduk. Yine bir ‘hekat’ dünyasının kapısı açılacak ve ordan kahramanlar çıkacakmış gibi albümler açılır ve yaş ‘hiyerarşi’sine göre fotoğraflar elden ele dolanırdı. Sırayı bozmak ya da bir fotoğrafa fazla dalmak kesin itiraz sesleriyle, tıkanıpta açılan bir iş bandı gibi anında tekrar dönmeye başlardı. 
    
Kışları ailece oturduğumuz ve fırınlı, dikdörtgen, kenarları paslı bordoya çalan kuzine sobamızın yandığı ‘baş oda’ bunca yıl sonra hafızamda hala yaşar. Aynı zamanda annemle babamın yatak odası da olan, kuzey doğuya bakan çifte pencereli ve çifte camlı, kalın taş duvarlı, diğer odalara göre biraz büyükçe kare bir odaydı. O uzun gecelerde albüme bakma töreninden önce, en büyük Sevim ablam ya da ortanca Feriha ablam tavanda asılan lüks lambasını aşırı dikkatle indirir, pompalar, ışık kıvamını bulunca da fitilinden gelen tıslamasıyla tavandaki kancasına yine özenle asardı.

Ailede bu konuları konuştuğumuz büyüklerim giderek tek tek azalıyor! Bir buçuk yıl önce en küçük ağabeyim Mehmet’i kaybetmiştik. On gün kadar önce de ablalarımın en küçüğü, Hayriye ablam kuş gibi uçtu! Elimde bir tek hafızası ışıl ışıl olan Sevim ablam ile benimle ‘taydaş’ teyze kızları kaldı. Onlardan hatırlayanlarla arada bir aramızda bu albüme bakma işini konuştuğumuzda gözümüzün önüne şu sahne gelir: Babam biraz önce kahve değirmeninde çekilmiş, mangaldaki közde pişirilmiş kahvesini yudumlamakta, elinde sigarası, yukarıda karyolanın üstünde gazetesini okumakta! 

Aa, o pirinç başlıklı karyolayı mutlak anlatmalıyım; yatak başları dövme demir, başlık uçları tornada çekilmiş pirinçten ve yatak altı ipince tel tel örülmüş somyasıyla ta Batum’dan anneannemin, deve sırtında 1924 yılında getirdiği efsanedir. O karyola ki çocukluğumun ilginç anlatılarından ve babamın daha sonra üstüne ağır bir türkü yaktığıdır! Anne dedem Batum’da suikaste uğrayıp öldürülünce kadir bilir ve hatırlı bir Gürcü ailenin desteği ve yanlarına kattığı bir kılavuzla Borçka’ya kadar vasıl oluşlarını nakletmesi, ninemin ağzından bugünkü gibi kulaklarımda. 

Esma ninem de bir alemdi, kalın sesli baskın kişilikli, kaç göçü olmayan Osmanlı tavırlı dediklerinden bir kadın. Sigarası dudağından düşmeyen biri. Büyük teyzemlerle Trabzon’da otururdu. Her güz, her gelişte en büyük kızından olma biz torunlarına Trabzon simiti ile taze incirler getiren ve hep hükmeden bir nine. Doğruya doğru torunlarından bir tek benden fazla hazzetmezdi. Çünkü bütün öteki torunlarını ‘kakardım’ ve ablalarımın her bayramda bakır yağıyla başlıklarını parlattığı ‘kutsal’ karyolaya kötü davranırdım! İşte o karyolanın pırıl pırıl yanan sarı pirinç başlıklarını ağabeyimle çevirdiğimizde sanki bir ‘tabuyu tiye almış’ gibi çok kızdığı; arada durmadan sayıklar gibi anlattığı Batum’daki atlardan, çınarlardan, kocaman bir evden buralara, gurbete düşmüş gibi davrandığı, kızının çeyizi o karyola!

Babam yukarıdan, kurulduğu tahtından tebasını izleyen bir sultan gibi, elinde küçük, üç pastel renk çizgili, ince kenarlı fincanından kahvesini yudumlar ve serçe parmağı ile yüzük parmağı arasına sıkıştırdığı sigarasını içip anca iki gün sonra gelebilmiş gazetesini okurken, fotoğraflarla ilgili sorularımızı cevaplardı. Çünkü fotoğrafların çoğu, o ve arkadaşları ile çevresine aitti. Sorduğumuz her fotoğrafı o güçlü hafızasıyla yer, yıl isim ve anılarıyla anlatırdı. 

Önce kapağı, rüyamsı bir bahçe duvarını gösteren, silik ama nefis fotoğraflı, iki ucu yılların etkisiyle iyice yıpranmış daha büyükçe olan albüm açılırdı. İlki 20’lerin sonlarında başlayan ve diğeri de aşağı yukarı 60’lara kadar uzanan fotoğrafların olduğu bu iki albüm, bana göre son romantik dönem olan aşağı yukarı 40 yılın görsel belgeleriyle düş dünyamızı besler ve bizleri geçmişimize, ailemizin tarihine, köklerimize taşırdı. Kimi bir yerinden kırılmış, kimi ‘sepya’ kimi hafif yeşile çalan, bazıları sararıp solmuş, kenarları tırtıklı kesimli fotoğraflar.. Çoğunluğu Bayburt’ta ama büyük bir kısmı da İstanbul ve Ankara ile ülkenin farklı kentlerinde çekilmiş çeşit çeşit fotoğraf.. Her biri tuhaf, neredeyse törensel bir havada, tek tek elden ele gezerdi. “Bak bak, bunaa” “anne sen burda kaç yaşındasın” “baba burası nere” ve benzeri sorular havada uçar, beğendiklerimizi birbirimize gösterirdik. Tabi arada bize çok ilginç gelenler babama gösterilir ve sorulur, babam da fotoğrafa şöyle dikkatlice bakar  “Kaleardı mahallesinde arkadaşlarla eğlencedeyiz” “Giresun’da fındık tüccarı Tursunzade’nin oğlunun düğünü” “Atatürk’ün Trabzon’a geldiği gün her taraftan ekipler karşıladığında Bayburt ekibiyle kalabalığın arasındayız, şurda” der, bizi bilgilendirirdi. Sonra söz gelimi nefis bir aile fotoğrafı geliyor elime. Ailenin benden önceki 6 çocuğu da fotoğrafta var ve Mehmet ağabeyim kıvır kıvır saçlarıyla annemin kucağında; dayanamıyorum “ben nerdeyim” diyorum, annem “ben sana ‘gümanlı’ iken çekildi, bak başımdaki atkıyla karnımı gizliyorum” diyor. Neyse, fotoğraflara dalıyoruz.. 

Bu uzun girizgahtan sonra asıl konumuza geleyim: Babamın epey bi kalabalık asker arasında cümbüş çaldığı fotoğrafa.. Boyutları minicik, sanırım 5x7 ‘santim’ (o fotoğraf daha sonra albümden kaybolmuştu ancak iki hemşerimde daha aynı fotoğraftan varmış ve edindim). Fotoğrafın geçmişini ilk sorup öğrendiğimde yanılmıyorsam ilkokul sonda ya da orta birdeyim ve demek ki o güne kadar ya gözümden kaçmış ya da ilgimi çekmemiş. Ben heyecanla hemen fotoğraların elden ele geziş sırasını itirazlara rağmen bozarak birinin elinden kapıyor ve babama gidip soruyorum “Baba bu”? Babam “Haa o mu, İstanbul Harbiye’de ‘Kore’de Türk Süngüsü’ diye bir filme Zakir amcanla müzik vermiştik ve o zaman bir beste yapmış askerlere okumuştum. Bir de Bayburt Baş Barı’nı da oynamıştım. O zaman çekilmişti” diyor. Ben daha durur muyum sorular sorular?.. Ailede benden başka herkes olayı biliyormuş. Öteki fotoğraflar elden ele akıyor ama ben ona takılmışım! Daha ileri yaşlarımda olayı bir iki kez daha babamdan detaylarıyla dinledim. Siyaseten ezeli muhalifi olarak Kore savaşını da aramızda epey bi tartışmışlığımız vardır. 

Film olayını aklımda kaldığı haliyle ama kendi bilgilerimi de ekleyerek anlatayım: Yıl 1950, Menderes hükümeti ABD ile anlaşmış. Nato’ya girme bedeli olarak Amerika’ya destek için Güney Kore’ye bir tugay gönderilecek. O sıralar Albay Tahsin Yazıcı bu görev için en uygun komutan. Onun emrindeki tugay İstanbul Davutpaşa Kışlası’nda son hazırlıkları yapıyor daha sonra Harbiye semtindeki Harbiye binasına gelecek ve ordan trenle İskenderun’a, oradan da vapurla Kore’ye hareket edecekler.

Babam o zamanlar her yıl saz arkadaşı Zakir Peksert ile ocak sonu ya da şubat ayı başında Bayburt’un kurtuluşunun İstanbul Radyoevi’inden canlı yayını ile Bayburt Eğitim ve Kültür derneğinin kutlamalarına katılmak için İstanbula giderdi. O yıl bir gazinoyla anlaşmaları nedeniyle bu sefer erkenden Eylül ayının başlarında yanlarına davul zurnacı Yaşar Selman ile Binali Selman kardeşleri de alarak Bayburt’tan Aşkale’ye ordan da trenle İstanbul’a 3 günde varmışlar. 

Ertesi gün Harbiye’deki İstanbul Radyoevi’nde Muzaffer Sarısözen’in de bulunduğu müzik bölümü müdürünün odasında babamla Zakir amca birlikte ziyaretteler. Sohbet ederlerken içeriye, kendi anlattığı cümlelerle yazayım “oğul, içeriye yanında biriyle dağ gibi bir yüzbaşı (binbaşı da olabilir unutmuşum) girdi, çakı gibi selam verdi ve masa başındaki müdür beye ‘iyi günler ben Yüzbaşı …, komutanım Kore birliğinden bir bölük eratı yarın eğlendirmek için sizden mahalli müzik ekibi bir de kahramanlık türküleri söyleyecek sanatçılar rica ediyor dedi”. Müdür bey “Yüzbaşım şansınız varmış, tam aradığınız arkadaşlar tesadüfen burdalar, hem ince saz hem de davul zurna” diyor. Yüzbaşı “kahramanlık türküleri biliyor musunuz” diye soruyor, babam da “elbet biliyoruz” diyor ve bildikleri birkaç türkü ismini söylüyor. Yüzbaşı “bunlar çok güzel ancak olay filme de alınacak acaba Kore ile ilgili bir şey söylemeniz mümkün mü” diye sorunca babam “komutanım bana bir hafta müsaade edin güftesiyle bestesiyle özel bir müzik yapayım” diyince, yüzbaşı “mümkün değil çünkü biz öbürgün sabah İskenderun’a hareket ediyoruz” diyor. Ertesi güne sözleşiyorlar.

Gerisini yine babamdan nakledeyim “Oğul, Sirkeci’deki hemşerimizin Turan Oteli’nde kalıyoruz, acele oraya döndük ve ben o gece sabaha kadar şiiri yazdım, müziğini yaptım, Zakir amcan arada bir uyuyor, uyandırıyorum kemanla ara nağmeyi yapıyor yine dalıyor, gün ağarırken bitirdim ama aramızda kalsın, en zayıf işimdir, aslında biraz daha zaman olsa üstünden geçsem!.. Neyse sabahın ilk ışıklarıyla bir cip geldi dördümüzü aldı Harbiye’yeye gittik. Gece boyunca göz yummamışım. Tahsin Yazıcı Paşa bizi karşıladı, yaman komutan, Vedat bey isimli siville bizleri dinlediler, çok beğendiler. Elbiseleri giydirdiler, çok istememe rağmen Zakir’i filme sokamadım, öğlene kadar çekim provaları yapıldı. Öğleden sonra da asıl çekimleri yaptılar. Bir güzel yanı daha oldu, Yaşar davul oynattı, Binali de Bayburt Baş Barı’nı çaldı, iki de Bayburtlu asker vardı onlarla oynadık. Çekimler bittikten sonra akşam eratla yemek yedik, Paşa hüseyni saz semasini severmiş, kafasını gözünü yararak çaldık, bir iki de türkü söyledik. Bizi İskenderun’a kadar yanlarında götürmek istediler ama Kristal Kazinosu (babam nedense o dönem bir çok kişi gibi G harflerini K harfi gibi söylerdi) ile üç aylık anlaşma yapmıştık komutandan affımızı diledik. O zaman filmin bazı yerlerinde kullanmak üzere Zakir’den bir maya ve keman benden müzikler kaydettiler, otele döndük. Filmi ertesi yıl Bayburt’ta Çoruh Sineması’nda seyretmiştik” 

Devam.. Sanırım lise sondayım, başımdaki kavak yelleri hafiflemiş “peki baba bu film nerede” diye sorduğumda, babam müziği terkedip kendini başka bir aleme çevireli yıllar olmuş; ilgisi o kadar başka yönlere kaymıştı ki sorumla ilgilenmedi bile. Ama ben bu hatırayı; demek ki 18 yaşımdayım falan, kat kat bezlere sarıp sarmalayıp saklamışım. Tabi çocukluktan beri her şeyi not alma alışkanlığımla birlikte..
 
Sona geleyim: Akademi’ye 69 yılında girdim. O zamanlar Sinema Televizyon Enstitüsü ve Arşivi Fındıklı’da Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin teras katındaki sinema salonunun arkasında bir odaydı. Başkanı da sonradan Sinemaya büyük katkıları olacak o zamanlar asistan olan Prof. Sami Şekeroğlu. Okulun daha birinci sınıfında, yukarıya; o dönem ve sonrasında çok az yerde ve belki festivallerde ancak görülebilecek üstelik bize ücretsiz gösterilen sinema tarihinin başyapıtları filmlere dadandım. Bir gün Sami Şekeroğlu’nun odasına gittim, babamın “Kore’de Türk Süngüsü” isimli bir filmde oynadığını ve onu bulmak istediğimi söyledim. Arkasındaki siyah perdeyi çekti ve boydan boya irili ufaklı film makaralarını göstererek şuna benzer bir şey söyledi “bak bunların arasında olabilir, ancak biz tek tek elden geçirip tamir ediyor, kayda alıyoruz, istersen dersten arta kalan zamanlarında gel hem bize yardımcı olursun hem de belki buradaysa bulursun”. Oysa ben o sıralar dersten çıkar çıkmaz Mısır Çarşısı’nda ya bir kuruyemişçide tezgahtarım ya da bir hemşerimizin Aksaray Valide Cami arkasındaki atölyesinde tabela boyuyorum. Her neyse o iş aklımdan çıktı. 

Seneler akıyor 78 yılı sonları, demek ki babamı iki yıl önce kaybetmişiz; Beyoğlu Alyon sokaktaki Rektaş Reklam’da çalışıyorum, Umur Bugay ajansta metin yazarı, Yeşilçam’la içli dışlı, onun aracılığıyla araştırıyorum ipucu bile yok. Aynı yıl Maden filmi için bir afiş yarışması açılıyor. Taş kömüründen sıkılmış yumruktan bir afiş yaptım gönderdim. Kazanamadım. Derdim, bu sayede yapımcılar ile bir şekilde ilişki kurmak. Yerleri Beyoğlu’nda Erman Han’da, bana başka bir iş yaptırdılar, konuyu açtım, beni Özen Film’e yönlendirdiler. O zamanlar Ağa Cami sokakta Hacı Abdullah lokantası üstünde oraya gittim, yok yok.. Böyle böyle 80’li yıllar boyunca Sinematek’ten Şafak Film’e sormadığım yer kalmadı. Montaj odalarında makasla film montajlayandan ankoçlayana ilgili kimi gördümse soruyorum. 90’larda seslendirme sanatçısı bir Zehra ablamız vardı harika sesi olan, ona da söyledim, gittiği her stüdyoda araştırdı, ı ıhh? Ben de umudu kestim ve unuttum.

Geldik mi 2016 yılına; Facebook’da bir çok film grubuna üyeyim ancak orada ‘Sinefili’ isimli sinema tutkunu ve üst düzeyde sinema üstüne bilgisi olan bir grup arkadaş edindim. Ancak aralarında Levent Ertürk isimli değerli bir arkadaşım var ki sinema tarihi üstüne ‘benim diyen eline su dökemez’! Bir gece, bir film üstüne yazışırken birden aklıma geldi ve özelden “ya hu, Levent Bey, babamın da oynadığı böyle böyle bir film var, yıllardır ararım, senin hiç karşına çıktı mı” diye öylesine yazdım. Bu, o kibar ifadesiyle “Ahmet Bey bir dakika” dedi ve ben müsait olmadığını, özel bir şey için ayrıldığını sandım ki beş dakika sonra Messenger’ime bir link düştü ve Levent Bey “sanırım aradığınız bu film” diye yazdı. Yüreğim ağzımda linke tıkladım ve Allahhh! Buldumm! Anladığım kadarıyla Türk Silahlı Kuvetleri bünyesinde 60’larda kurulan bir kurum bu tür eski filmleri arşivliyormuş. Bu sayede eritilip gümüş olmaktan, bir çok filmin akibetine uğramaktan kurtulmuş. Sonra da bu tür filmlere değer veren saygın bir şirket alıp tamir etmiş. 

Filmi diz üstümde açtım, tarifsiz bir hazla, aslında dönemin kusurlarını taşıyan yarı belgeseli heyecanla izlemeye başladım. Filmin 9. dakika 20. saniyesinde Zakir amcanın kemanının ara nağmesini duydum ve peşinden babam cümbüşüyle askerlerin arasında göründü. Şimdi yazarken bile tüylerim ürperiyor düşünün.. Vee asıl Bayburt Baş Barı!..

Maceranın sonunu anlatayım: Hemen ‘kabilemizin’ önemli bir parçasının ikamet ettiği Pendik’tekiler ile başka kentlerde yaşayanlara haber saldım. Bir hafta sonra en küçük kızkardeşiminin oğlunun evinin salonunda toplandık. O zaman hayatta olan en küçük ablam, 10 numaralı Mukadder, 11 numaralı Münevver; çocuklar, gelinler, damatlar, torunlar aşağı yukarı bir 25 kişi toplandık. En öndekiler yere oturdu, ikinci sıra, üçüncü sıra ve gençler arkada ayakta.. Film YouTube’den televizyona aktarıldı izlemeye başladık. Başta sorular havada uçarken babam göründü ve birden derin sessizlik.. Daha sonra gözlerini silenler, birbirlerine sarılanlar, sorular ve tarifi olmayan bir burukluk..

Filme dönersek, kendi ülkesini savunmak amaçlı değil de başkalarının topraklarına, üstelik te sömürgeci amaçlara hizmet etmek için gitmiş olmak benim için kabul edilemez bir siyaset ve rahatsız edici. Tıpkı Çanakkale’de İngiliz sömürgeci siyasetinin emrinde yurdumuza saldıran Yeni Zelandalı, Hintli ve Avustralyalılar gibi biz de Amerika’nın sömürgeci amacına hizmet etmek için binlerce kilometre ötedeki savaşta 175 kayıp ve 721 şehit verdik. Binlerce evimize ateş düştü. Savaş öncesinde o dönem Koreli siyasetçilerin çıkarları kullanılarak önce kardeş kardeşe düşürüldü, sonrasında Amerika ile BM ise ‘yangına körükle’ gittiler. Dili, dini, ırkı, geleneği, kültürü ve tarihi tek olan ancak şimdi iki can düşmanı kesilen o ülkenin hali ortada. Bugün aynen Afganistan, Libya, Irak ve Suriye’de tezgahlanan oyun gibi ülkemiz üstüne de 46’da kurgulanan ayrıştırıcı ve sömürgeci proje, Truman ve Marshall’ın baskısıyla 50’de resmileşti. Ne yazık ki şimdi son 20 yılda da doruğa taşındı.. Söz bitti, iyi seyirler.!

Şehitlerimizin ve ölmüşlerimizin hatırası önünde saygıyla eğiliyorum. 

Babamın rol aldığı 7 dakikalık kısım linki şöyle: https://www.youtube.com/watch?v=pvdQ0JPDUhA

Filmi bulan Levent Ertürk ve bu kısa bölümü kesip hazırlayan Bartu Taştan’a teşekkür ederim. Filmin tamamını YouTube’a yüklendi oradan izleyebilirsiniz.

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
HALİM TURAN OĞULLUK 3 yıl önce

Kore Savaşında Bayburtlu resitali, harika, mükemmel doya doya seyrettim, duygulandım. var olasın Ahmet ağabeyi. Cümle geçmişlerimizin kabri nur makamı Ali, mekanı Cennet olsun.

Avatar
Emre 3 yıl önce

Gurur duydum.