Andımız’dan Sorumluluk Kültürüne Bir Yolculuk

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün mirası, yalnızca savaş meydanlarında kazanılmış bir zaferin değil, aynı zamanda bir milletin kimliğini yeniden inşa etme iradesinin adıdır. O, sadece bir lider değil; Türk milletine pusula olmuş, ona onur, güven ve yön kazandırmış bir fikir mimarıdır.

Bozkurt’u paraların üzerine koydurması, arkadaşlarına “Bozok” ve “Bozkurt” soyadlarını seçmesi, evlatlığına “Ülkü” adını vermesi, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nu kurması; tüm bunlar bir kimlik inşasının taşlarıdır. Tesadüf değil, bilinçli tercihlerdir. Her biri, “Ben Türk’üm ve bu, yalnızca bir etiket değil; bir duruş, bir sorumluluk, bir kültürdür” demenin yollarıdır.

Atatürk’ün “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur” sözü, sadece bir öğüt değil, bir uyanıştır. O kudret, dışarıdan ithal edilebilecek bir güç değildir; içimizdeki cevherle ilgilidir. Ama bugün, hâlâ bu kudretin farkında mıyız? Yoksa isimler ve etiketler arasında mı kaybolduk?

Bir zamanlar sabahları ilkokullarda yankılanan o cümleler vardı: “Türküm, doğruyum, çalışkanım…” Bu sözler, yalnızca bir tören metni değil; karakter inşasının ilk adımıydı. Küçükleri korumak, büyükleri saymak, vatanı canından üstün bilmek… Bunlar çocuklara sadece ezberletilmedi, aynı zamanda birer değer olarak aktarıldı. Şimdi sormamız gereken şu: O sözleri söyledik mi sadece, yoksa yaşadık mı? Toplum olarak, sorumluluk duygumuzda bir erozyon yaşıyoruz. Kırmızı ışıkta geçmek, sıraya kaynak yapmak, yere çöp atmak gibi ‘küçük’ görülen davranışlar, aslında büyük bir kültürel çözülmenin işaretidir. Ahlak, yazılı kanunlardan önce gelir. Ve ahlaklı olmak, başkasını yargılamak değil; kendi vicdanıyla yüzleşebilmektir.

İşte tam bu noktada, kimlik üzerine yapılan yüzeysel tartışmalar ne denli sığ kalıyor, fark ediyoruz. Örneğin, Fenerbahçe’ye sponsor olan Hamdi Ulukaya, Amerika’da ürettiği yoğurdu önce Yunanca bir isimle piyasaya süren girişimci, sonra isim değiştirerek yoluna devam etmiş. Kendi ürettiği yoğurduna ne ad vereceğine karar veremeyen birinin, imza töreninde dönüp bize “..tüm Türkiyeliler ve halkımız..." diyerek bize "yol göstermeye" çalışması; nazik bir tebessümle geçiştirilebilir, ancak kendi kimliğini bir yoğurt etiketinin ötesine taşıyamayan birinin, millet olmanın derinliğini kavraması ne denli mümkündür? Kimliğini bir yoğurt kabının üstündeki etiketten daha fazla sahiplenememiş birinin, millet olmanın ağırlığına dair söyleyeceği sözün ne kadar derinliği olabilir?

Unutmayalım: Bir millet, görkemli anayasalarla değil; küçük ama tutarlı erdemlerle ayakta kalır. Her birey, şu soruyu sormalı: “Ben böyle davranıyorum, ya herkes böyle yaparsa?”

Bu sorunun cevabı içimizi huzursuz ediyorsa, orada durmalı, düşünmeli, değiştirmeliyiz. Çünkü Türk olmak; sadece bir kimliğe sahip olmak değil, bu kimliği onurla, doğrulukla, sorumlulukla taşımaktır. Türk olmak, bir tavırdır. Hayata, insana, vatana karşı takınılan saygılı, dürüst ve kararlı bir duruştur. Ve o duruşu hâlâ içimizde taşıyorsak… 

O zaman bu ülkenin umudu hâlâ solmamıştır.

Ne güzel demiş Yunus Emre:

“Cümleler doğrudur sen doğru isen,
Doğruluk bulunmaz sen eğri isen.”