Zaven Çömlekçiyan, Kayseri'deki Karabetyan İdadîsi'nin ilk kısmını bitirmişti. Bir faytona binip, babasıyla Talas’ta yeni kurulan Amerikan Koleji'ne gidiyorlardı. Talas ağaçlık, serin, sulak bir ovanın ortasında idi. Zaten Erciyes Dağı da yakında idi. Temmuz-Ağustos sıcaklarında, dağın tepesindeki buzullaşmış takkeyi görünce insanın içi ferahlıyordu.

Baba oğul merdivenleri tırmandı. Birinci kattaki idare odasına girdiler. Çarşıdan ahbabı olan Yetvant’ın oğlu Nişan ayağa kalkarak onları karşıladı. İlk anda bir tanıdığa rastlamak çok huzur vericiydi. Okul İngilizce tedrisat yapıyordu ama, Bedros Türkçe biliyor, hem de Ermenice anlaşabilirlerdi.

Babası maksadını hemen anlattı. Oğlu burada tahsil görmeliydi. Amerika iş olsun diye bu kuş uçmaz, kervan geçmez yere, bu kadar parayı dökmez ve bu mükemmel okulu kurmazdı. Ermeni okulları eğitim bakımından pek âhım şahım değildi. Türk okullarına gönderse, Arapça Farsça dersler ağırlıktaydı. Halbuki onlar Hristiyandı. Hem de ailesi ve yetiştiği cemaat Gregoryan'dı. Dinle milliyeti birleştirmiş bir ailenin çocuğu idi. Amerikalılar, Hristiyanlıkta biraz gevşek idiler ama ne olursa olsun okulun bir kilisesi vardı. Papazlar ve rahibeler, İsa Efendimize ve Kutsal Bakire Meryem Ana'ya hizmet ediyorlardı.

Zaven'e en ağır gelen mesele okulda yatılı kalmaktı. Annesini ve evini çok arayacaktı. Babası kayıt işlemlerini hemen halletti. Onbeş gün sonra eşyalarıyla gelmek üzere ayrıldılar.


O gün faytonda üç kişiydiler. Bugüne annesi de katılmıştı. Oğlunu okula teslim ederken, gözyaşlarını tutamamış, çok güç ayrılmıştı. Okuldan dönerken, baba Bedros karısına sitem etti:

-Zo ne ağlaorsun. Sankim çocuğu Yemen çöllerine mi göndereoruz?
-He! Sen evin nasıl boş olduğunu ağşama görür ağnarsin.
-Bir çocukumuz daha vardır.
-He! Ama o daha küçük. Zaven deliganni olmak üzere idi.
-Agnes etmeyessin. İçime tokanıyo. Hemi de kızlar çok çabuk büyür.
-Tabi. Sen tükânda alış-verişi, çocuk büyütmek sanoorsun.

Karı koca bu minval üzere konuşarak, eve vardılar.

Gelelim Talas'ta kolejde kalan Zavene. Bir görevli onu alarak, üst kata, yatakhaneye çıkardı. Koridordaki bir dolabın üstünde ismi yazılı idi. Eşyalarını öte berisini yerleştirdi. Görevli yatağını gösterdi. Sonra zemin kata indirdi. Zaten akşam yemeği saati gelmişti. Nöbetçi büyük sınıf abilerine teslim etti. Onlar da masasını ve arkadaşlarını tenıttılar. Kuyruğa girip yemeklerini almayı, çatal, kaşık, bıçak almayı, etrafına bakarak öğrendi. Evinden ilk defa uzak kalıyordu ama, kendi gibi bir sürü çocuk vardı…


Uzatmayalım Zaven, okula hemen alıştı. Zaten vakti de yoktu. Sabah altı buçukta kalkıyor, kahvaltı edip, birinci etüde giriyordu. Dersler başlıyor, öğle yemeği ve öğleden sonraki dersler, çalışmalar. Akşam yemeğinin ardından, akşam etüdü başlıyor. Saat dokuzda herkes yatıyordu.

Cumartesi günleri annesiyle babası, bazen Alba teyzesi de okula geliyordu. Pazar günleri okulun kilisesine gidiyordu.

Fakat Papazlar Lâtince dua ediyor, Lâtince ilâhiler okuyorlardı. Ermeni kilisesinden çok başkaydı.


Kimseden geride kalmamak için dikkatli davranıyor, derslerde de çok başarılı oluyordu. Okulda İtalyan asıllı bir hoca vardı. Bu hoca ona Lâtince ile beraber İtalyanca da öğretiyordu. Teneffüslerde onunla İtalyanca konuşmaya başladı.

İlk üç yıl bitince, okul idaresi babasını okula çağırdı. Zavenin çok başarılı bir öğrenci olduğunu, onu İstanbul'daki Robert Koleji'ne göndereceklerini, yüksek kısmı da orada okuyacağını bildirdiler.

Babası da zaten Kayseri'de yükünü tutmuş, İstanbul plânları yapıyordu. Hemen durumu iyi karşıladı ve İstanbul yolunu tuttular.


İstanbul'a ve İstanbul Robert Koleji'ne iyice alıştı. En hoşuna giden de Pazar âyininden sonra gezme izniydi.

Samimi arkadaşlarından bazıları, kız, kadın hikâyeleri anlatmaya başlamıştı. Bunları dinliyor, kendi kendine sorular yöneltiyordu. Hiç arkadaşlarının ballandıra ballandıra anlattığı kızlara benzer arkadaşı yoktu. Okulu da karma okul değildi. Amerikan Kız koleji Arnavutköy'de, bir de taa Üsküdar'da idi.


Birgün samimi arkadaşlarına uydu. Tophanedeki İtalyan Kız Lisesi'nin önünde bekledi. Okuldan çıkan kızlar boylu boslu İtalyan kızlarıydı. Akdeniz tipinin harika nümuneleriydi. Zaven birisi ile gözgöze geldi, alı al, moru mor kesildi. Kızcağız da kaçar gibi Cihangir yokuşuna tırmandı.

Arkadaşları hemen sarakaya aldılar.

- Zaven, niye kıpkırmızı kesildin?
- Nasin kırmızı?
- Kız da sana vuruldu, emen evinin yolunu tuttu.
- İniş takımları da çok güzel.
- Ne demek isteorsun?
- Yani kalçaları ve bacakları ummh! Çok nefis.
- Terbiyesiz herif, yeni gördüğün bir kızın kalçasını bacaklarını mı inceleorsun.
- Oğlum uyan, kadın dediğin, kalça, bacak, kaş, göz bi de şeftaliler.
- Şeftali ney ki?
- Hani göğsünde iki turunç gibi durur ya?
- Kıza öyle mi baktın? Sapık herif!

Biraz bitirim ve erken uyanmış oğlanın üzerine yürümek istedi. Tabii arkadaşları dalaşmalarına izin vermedi. Ona düşman kesilmişti. Kanı kaynadığı kıza nasıl bakmıştı bu zevzek. Bakışlarıyla soymuştu. Halbuki erkek büyür, evlenir, çoluğa çocuğa karışırdı. Papaz böyle diyordu. Biyoloji derslerindeki hoca bile bazı vücut kısımlarını Latince isimlerle derslerde anlatıyordu.

Okuldan başka Casa D’İtalin'in derslerine büyük bir arzuyla devam ediyordu. Burada İtalyan Lisesi önünde gördüğü kızla karşılaştı. O da ana dilinin edebiyatını ve şiirini bu kurumda takibediyordu. Çıkışta cesaretini topladı. Yaklaştı “merhaba” dedi. Kızcağız yavaş sesle, çekinerek cevap verdi: “Merhaba”
- Ben Zaven, Robert Koleji'nde okuyorum.
- Ben Nadya. İtalyan Lisesi'ndeyim. Sizi lisenin önünde gördüm. Öteki arkadaşlarınıza benzemiyordunuz.

Bu konuşmadan sonra söyleyecek söz bulamadılar. Kız, mahallelerine geldiğini, ayrılmak zorunda olduğunu anlattı. Zaven de lisenin önünde ilk gördüğü zamanı unutmayan kızın sözlerinden büyük umutlar çıkararak okuluna gitti.


Zaven'le Nadya'nın samimiyetleri fazlalaştı. Tokalaşırlaken elleri ayrılmak istemiyor, bahaneler icad edip uzun süre elele kalmaktan hoşlanıyorlardı. Beraber, dondurma yemeğe, Saray Pastanesi'ne gidiyorlardı. Nadya Rus madam Aleksandrovski'den piyano dersleri alıyordu. Şopen'in valslerini, Avrupalı bestecilerin gençlik piyano albümlerini çalmıştı. Zaven'le tanıştığı günlerde, Bach’ın Tokata ve fügünün birinci kısmını ezberliyor.

Piyanoya 7 yaşındayken başlamıştı. Babası kızının piyano çalmasını çok istiyordu. Çünkü baba Albertino dedesinden kalma viyolonselle hafif klâsikler çalıyordu. Aile resim sanatının aşinasıydı. Pera'daki resim ve tablo satış mağazası onundu. Dedesi, İtalya'dan Dolmabahçe Sarayı'nın altın yaldızlarını tavanlara bezemek için getirtilmişti. Bu dede Boğaziçi'ne âşık olmuş, Sicilya'ya dönüp bir kız alıp gelmişti. Gelirken de dedesinin pek kıymet verdiği viyolonselini de getirmişti. Yakın çevresine ve evde resimden yorulduğu zaman çellosunu çalar dinlenirdi.


Bir evde canlı müzik âleti çalındığı zaman, kesinlikle çocuklar etkilenir ve onlar çalgı isterler. Albertino dedesini çok seven bir çocuktu. Biraz serpilince, önce en alt telden başlayarak, arşe kullanmaya, sol elinin parmaklarıyla perdeleri bulmaya başladı. Albertino büyüyünce dedesi gibi Sicilya'ya gitti bir kız getirdi ki, bu kız Nadya'nın annesi idi.

Nadya piyanoda ilerleyince, babasıyla beraber, İtalyan şarkıları çalmaya başladılar. O solo mio, Torna o Sorrienta, Finucculi Finiccule gibi halk şarkılarını çalıyorlar, gramafon ve radyonun yaygınlaşmadığı zamanda, ev müziği ile vakit geçiriyorlardı.

Babası, kızının piyanosu eşliğinde, Luigi Boccherini'nin Menuettosu'nu çalmaya bayılırdı. Misafirlere dinletir, kızıyla iftihar ederdi. Batı müziğini neredeyse hiç tanımayan Cihangir semtindeki bu ev konserleri, komşuları da “Bizim İtalyanlar!” diyerek dinlerlerdi.


Nihayet günü geldi Nadya'nın annesi içgüdüleriyle kızının davranışlarını tahlil etti ve bir gün açıkça sordu:
- Nadya gönlünde birisi mi var?
- Evet anne.
- Kızım okulun bitsin. Elbette babanla senin hayatını kolaylaştırmaya çalışırız. Çocuk İtalyan mı?
- Değil. Şimdiye kadar gizlememin sebebi de bu.
- Tüok mü, Rum mu?
- Değil anne. Peki geriye ne kaldı?
- Zaven Ermeni.
- Sen katolik büyüdün nasıl olacak bu?
- Anne Zaven Robert Koleji'nde okuyor. Oradaki Kilisede Katolik kurallarını derinlemesine öğrenmiş. Benimle de İtalyan'ca konuşuyor.
- Babanı hazırlayayım. Birgün yemeğe çağır, tanıyalım. İsa Efendimiz münasip gördüyse bize kabul etmek düşer.
- Sağol Mama, diyerek Nadya annesine sarıldı.


Zaven, bir Pazar yemeğe geldi. Albertino’nun çocuğa kanı kaynadı. Bir kere de annesi ve babasını alarak Nadya, Zavenlere yemeğe gittiler.

Avrupa terbiyesiyle büyümüş olan Nadya salona girince şaşırdı. Altın yaldızla boyanmış bir sürü sandalye, duvarlara çakılmış geyik avı sahneleri taşıyan halılar, gereğinden çok boy aynaları, yemek masasının üzerinde, gümüş çaydanlıklar, tabak yığını, yedi sekiz kristal tuzluk, daha bir sürü bir yemekte kullanılmayan öte beri yığılmıştı. Belli ki, Agnes, zenginliklerini göstermek istiyordu. Nadya'nın aklı ise Zaven'deydi. Yalnız göz ucuyla onun hareketlerini kolluyordu.


Yemek bitip kahveler de içilince, Albertino ile Bedros sohbete başladılar. Bedros, pastırma ve sucuk nasıl yapılır. Çemene ne kadar sarmısak eklenir, kaç gün bekletilir konularını anlattı. Albertino ise, empresyonist ressamlardan dem vurdu. Renoir ve Henri de Toulouse-Lautrec’e bayıldığını anlarttı. “Ohumam yazmam yoh emme, Gayseriliyim” havasındaki Bedros, resim sanatı hakkındaki Albertino'nun izahatını dinlerken birkaç esnemeden sonra bir ân daldı. Silkinerek kendine geldiği zaman, Albertino Renoire’ın “piyano başındaki kızlar”ını anlatıyordu.

Nadya'nın annesi, ev sahiplerini daha çok sıkmamak için toparlandı. Bedros telefonun kolunu döndürdü:
- Aloo. Matmazel! Osmanbey Taksi durağına haber veresin. Sıraceizler 7 numaraya bir Taksi Otomobili göndersinler. Misafirlerim vardır.
Onbeş dakika içinde taksi geldi ve Cihangir'deki eve geldiler.
...

Nadya odasına kapandı. Kilitli hatıra defterine bu günü yazdı.
Babası Albertino, anne Rosalie'ye Sordu:
- Bu vahşîlerle kızımız ne yapacak?
- Nadya akıllıdır. Hepsini hizaya sokar.
- Rosalie, ben adama Pisarro’dan bahsediyorum O inek budundan yapılan pastırmayı anlatıyor.
- İyi sende pastırma sucuk yemeğe alışırsın. Yumurtalısı da güzel oluyor sahi.
- Yapma Rosalie. Biz makarnacı milletiz. Soslu sapagettinin yanında lâfı mı olur?
- Olur olur. Bir lâf duymuştum: “Rum'un yatağı, Ermeni'nin yemeği!” meşhurmuş. Türkler öyle söylerlermiş.
- Sen de Sicilyalı olduğunu unutup, köylü gibi konuşmaya başladın. İyi ki İstanbul'un Rumeli yakasındayız.


Bazı dışarıyla ticaret yapan firmalar, Zaven mezun olmadan kendileriyle çalışmasını istemeğe başlamışlardı. Günler akıp geçti. Mezun oldu. Nadya da İtalyan Lisesi'ni aynı zamanda bitirdi. Hem her iki nezuniyeti, hem de nişan merasimini, Tarabya'daki Tokatlıyan Oteli'nin Balo salununda kutladılar. Üç aylık beklemeden sonra aynı otelin aynı salonunda evlenme merasimi de yapıldı. Otelin caz takımı tabii olarak, vals, fokstrot, tango. Bir de zamanın modası Çarliston havaları çalıyordu. Bedros, oflayarak puflayarak sonuna kadar dinledi.

Hazır ettirdiği davul-zurna ekibi son gösteri için geldi.

Davul zurnayı gören Kayserililer kadınlı erkekli ayaklandılar. Kıvırmaya başladılar.

Erkilet güzeli bağlar bozuyor
Amanın ammaan ben yandım amaan
Kalem olmuş kirpikleri yazıyor
Canım canım…
Tek tek basaraktan
İnci dizerekten
Bâde süzerekten
Gel canım gel amman
.
Cevizin yaprağı dal arasında
Amanın ammaaan ben yandım ammaan
Severler güzeli bağ arasında
Canım canım
Tek tek basaraktan
Bâde süzerekten
İmci dizerekten
Gel canı bel amman.
.
Erkilet gün aydın gölge basmalı
Amanın ammaaan ben yandım amaaan
Benim sevdiceğim ondan yosmalı
Canım canım…
Tek tek basaraktan
İnci dizerekten
Bâde süzerekten
Gel canım gel amman.

Bu şamata faslı da bittikten sonra gelinle damat için ayrılan daireye geçtiler. Her düğün gibi bu da dağıldı.


Cihangir'de uygun iki kat buldular. Üst kata Nadya'nın piyanosu ve babasının tabloları yerleştirildi. Alt katta da Zaven ve Nadya yerleştiler. Yazları da Burgazada'ya gidip Kalpazankaya'dan denize giriyorlarlardı.

Bütün yaz Burgaz'da kalıyorlardı. Bu zamanların bir gününde, Cihangir'e dadanan hırsız çetesi Nadya'nın babasının dairesine girdi. Gümüş yemek takımlarını, İtalya'dan ve Avrupa'dan gelmiş süs eşyalarını kaldırdılar. Duvarlar dolusu tablolara dokunmadılar. Onları Hristiyanlık alâmetleri zannettiler. Yalnız piyanoya dayalı iri keman zannettikleri Çello'yu birisi gözüne kestirdi. Yüklendiler. Kalyoncukullukta terkedilmiş bir tavanarasındaki zulalarının yanına attılar. Bu çete kısa bir süre sonra başka iş üstündeyken yakalandı.


İstanbul'un semtleri sık sık yıkılıp yeniden yapılıyordu. Tarlabaşı caddesi genişletilirken iki üç sokakla beraber etrafındaki binalar da kaldırıldı. Taksim-Şişhane arası genişletildi. Bu binalar yıkılırken açıkgözler de eski püskü demeyip ne bulurlarsa alıyorlardı. Karışan eden de yoktu. Eskicinin biri Çello'yu birkaç kuruş eder diye üç tekerlekli arabasına yükledi. Kapalı Çarşı'nın arka sokağındaki tanıdığı bir dükkâna götürdü. Dükkâncı da eskici de ellerindeki çalgının ne olduğunu bile bilmiyorlardı. Dükkân kapısının yanına astılar. Komşularından mûzip Emin Efendi, “-Bu ne? Bu arı sokmuş kemanı nereden buldunuz?” Dükkâncı şakaya gülerek cevap verdi. “-Emin amca bu kemanı sokup şişşiren eşekarıları getirdi. “Kah kah kah.” Esnaflar güldüler. Saz akşamları içeri alınıyor, sabahları ipine asılıyordu.

11 Ağustos 2020 / Altıntepe
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.