Beni başkalarına “üççeyrek Bayburtlu” diye tanıtırdı Hacı Osman. 1983 yılının 10 Kasım’ıydı… Hiç beklemediğim tesadüfler sonunda kalın taş duvarların çevirdiği Bayburt Lisesinde bulmuştum kendimi. Genç yaşımda bir lise müdürüydüm, hem de Bayburt Lisesi Müdürü…Acı değil hep tatlı anılar yaşadım, daha doğrusu yaşattılar bana tam altı yıl. Ayrılmamın üzerinden gecen yirmi yıl kopartamadı beni; ne Bayburt’tan ne de Bayburtludan; yaşantımın her safhasında ve her yerde ya beni bir Bayburtlu buldu ya da ben bir Bayburtluyu!

Kılıbıklar kralı Naim ağabeyin telefondaki sesi hüzünlendirdi beni. Hayat arkadaşını kaybetmiş, öksüz kalmıştı. Ayakkabıcı Hafız amcadan dinlemiştim, Bayburt’a hanımına hamamda kurna kapmak için bohçasını götüren tek yiğitmiş Naim ağabey. Ne garip ki Kaymakam Bey ve ben de ilk kılıbıklık diplomamızı onun elinden almıştık.

Gözlerimi yumup Bayburt’u düşündüğümde gözlerimin önüne beyaz steyşın bir Renault gelir. Nerde duracağı belli olmayan, sanki durmak için bahane arayan tavrıyla Cumhuriyet Caddesi boyunca yavaş yavaş ilerlerken aniden duran! Açılan kapıdan ortanın üstünde boyuyla ihmal edilemeyecek göbeği ve geriye taralı kıvırcık saçlarıyla Paynik ağası, yılların öğretmeni, müdürü İsmail hoca iniyor. Acaba kimle konuşacak diye beklemeyin, bir kişinin elini sıkarken beş kişinin hatırını birden sorabilir!

- “Müdürüm!” dedi bana dönerek, uzattığım elimi şefkatle sıkarken…
- “Erzurum’dan geliyorum. Bu sefer ki hayırlı hasta, hem ölmedi hem de benzinimi koydular.”

Derken kahkahayı patlattı. En büyük zevki jetonla telefon etmekti. Bir avuç jetonla o zamanlar Erzurum ve Gümüşhane’de olan telefon kabinlerine girdi mi? Bekle ki çıkacak! Jetonlar bitmeden asla, jetonla telefon etmek için 200 Km yol gideni göreniniz var mı?  

Paynik ya da yeni adıyla Erikdibi’nin dert babası, dava ve iş takipçisi, ambülâns görevlisi, derdi olan, hanımına kızan, beyinden eza çeken, sabah kargalar şeyini yemeden Çoruh boyunda ki İsmail hocanın evinin dış kapısının tokmağını, alacaklı gibi gümbürdetir.  Hanımının açtığı kapı aralığından geleni görüp, neden geldiğini pantolonun uzun kemerini takarken düşünen İsmail hoca, elini yüzünde gezdirince sakalının uzadığını fark eder!  Olsun sorun değil, bir büfeden aldığı jiletle okul lavabosunda saniyesinde işlem tamamdır.

Okul müdürü olarak bana izin verme değil, iyi temenniler ve güle güle demek düşer. O’nun okulda çalışması değil, varlığı bile yeterlidir. Yapılacak bir iş olduğunda çok güzel organize ederdi. “Arkadaşlar toplanalım da, çalışınız”, der iş başlayınca sessizce müdür odasına kayardı.

Altımızda arabamız, benzin de bizden değil. Bayburt kazan, biz kepçe. Ziraat Meslek Lisesi müdür odasındayız. Askerlik Şube Başkanı, Orman Fidanlık Müdürü… Kalabalık bir grup sohbet ediliyor. Refik Hoca laf arasında günlük süt ihtiyacı olanlara süt verebileceklerini anlatmaya başlayınca, İsmail hoca dayanamadı. Tüm saflığıyla: “Refik hocam bir şey sorabilir miyim, sütünüz temiz mi?” diyerek hiçbir şey olmamış gibi okul müdürü Süleyman beye baktı. Bir kısmı espriye kahkaha atarken, anlamayanlarda benim gibi saf saf bakakalmıştı.

Zaman geldi Ziraat Meslek Lisesi kapatıldı. Personel ve öğretmenler işsiz kaldı. Refik hocaya takılmayı çok sevdiğinden, kabalık bir ortamda, “- Refik bey, sen şimdi ne iş yapıyorsun?” diye sorunca, dayanamayan Refik hoca, kızarak “- Müdür zarfa pul yapıştıracağı zaman dilimi uzatıyorum.” deyip İsmail hocaya doğru dilini uzattı.

Matematikçilerin kralı Saffet Hocamız vardı. İnsan iyisi, ismiyle mütenasip biri. Bir gün, beyaz Renault’la düştük yollara… Balahor (Akşar) köyüne gitmek için Gümüşhane yolundayız. İsmail hocanın ağır gövdesini taşıyan koltuk nerdeyse “ben artık bu işten vazgeçtim” diyecek. Arka koltukta oturan arkadaş Yunus hoca, İsmail hocaya şaka olsun diye soruyor. “- Hocam sen eski şoförsün, vites ne zaman daha iyi değiştirilir?” Sözüne, hiç kendini bozmadan bir süre düşünüp cevabını veriyor. “- Her halim ki sabaha karşı.”

Bu sözü bizi kırmaktan geçiriyor. Köyün yol kıyısındaki mahallesinde biraz yürüyünce Saffet hocanın evine geliyoruz. Kapıyı çalınca çarşısında bizi gören Saffet Hoca kendini hiç bozmadan, “- Sizin geleceğinizi bilseydim. Çocukları gönderir, sizi taşa tuttururdum. Artık iş işten geçti buyurun bakalım” diyerek evine davet ediyor. O gün nasibimize çömlekte pişmiş kuru fasulye çıkmıştı. Tandırda pişmiş aşımızı yerken hanımı, bize birde kek yapmıştı.

Çıktık, arabaya binip çayırların arasında etrafı yarpuz ve kabalaklarla çevrili gözenin başına oturduk. Bir müddet muhabbet ettikten sonra örtüye sarılı tepsideki keki büyük ekmek bıçağıyla Saffet hoca kesip ikram etti. Hava da kararmaya başlamıştı.

“- Hadi müdür bey, bu Saffet Hoca bizi dövdürmeden gidelim, iyi insanların zamanı geldi.” Bu sözle toplandık, köye uğrayıp Saffet hocayı bırakıp, Bayburt’ta döndük. Ertesi gün hafta başı, müdür odasında sohbet ederken Saffet hoca geldi. Başladı anlatmaya “- Siz gidince yorulmuşum, mindere uzandım. Uyku bastırdı. Tam uyumak üzereyim. Böğrüme bir şey kakılıyor. Doğruluyorum bir şey yok, tekrar yatınca devam ediyor. Kalktım uykum kaçmıştı. Elimi ceketimin iç cebine soktum. O da ne ekmek bıçağını cebimde unutmuşum. Sessizce mutfağa girip hanıma saflığımı göstermeden tereğe bırakıp, gelip uzandım.” Dedi. Misafirlere çay ikram ettim. Hayatında başkasının bir çayını bile içmemiş Saffet hoca teşekkür edince; İsmail hoca lafı yapıştırdı. “- Azmi beyle Saffet Hoca özellikle oyun çayına metfundurlar. Bekliyorlar ki iki kişi oyun oynasa da beleş bir çay içsinler.” Odanın kahkahaya boğulmasını fırsat bilen İsmail hoca “- Saffet hocam, ne olur şu Kayışkıran mevzusunu bir anlatsana” sözünü beklermiş gibi başladı anlatmaya…

“- Bir akşam karanlığında köyden yola indim. Gümüşhane tarafından gelen otomobile el kaldırdım. Önde iki kişi vardı, arkada ehrama sarılı biri, bende yanına sıvıştım. Yol boyunca araba virajlara girince, yanımdaki üstüme doğru geliyor. Bende daha uzağa kaçıyorum. Mümkün olsa kapıdan dışarı çıkacağım. Sesimi de çıkaramadığım gibi bu ehramlı kadın niye üstüme geliyor diye düşünüyor, sabır diliyor, yolun salimen bitmesi için dualar okuyorum. Ter içinde kaldım. Kayışkıranı dönüşte sokak lambalarının aydınlığı çevremi tanımama fırsat verince birde ne göreyim yol boyunca kadın sandığım yol arkadaşım üzerine ehram örtülmüş ağaç kütüğü değilmiymiş!”

Söz değil ama süre bitmiş, acı acı çalan zilin sesi herkesin keyfini kaçırmıştı. İsteksizce hepsi kalktı. Eski binadan Faruk Hocanın soğuk algınlığı görmemiş sesi, İstanbul surlarında gümleyen top sesleri gibi ortalığı yıkmaktaydı. Koşuşan öğrencilerin telaşına, sanki son sözlerini tamamlamaları elzemmiş gibi sigaralarından çektikleri son fırtlarına, son sözlerini de katan öğretmenler, koltuklarının altına sıkıştırdıkları kitaplarıyla gözden kaybolurlardı.

Bir darbı mesel anlatılır. Genç kaymakam geçim sıkıntısı çekmektedir. Gider Vali beye, “- Sayın Valim geçinemiyorum” der. Valide kısaca, “- İnşaat yaptır; kaymakam bey” der.

Bende geçim derdimi, yani ilk inşaatımı Bayburt Lisesiyle müşterek aynı bahçeyi kullanan Ticaret Lisesi arasında bahçeyi ikiye bölen Pönserek tarafını onlara bırakan iki metre yüksekliğinde, koca bir duvar yaptırmak oldu. Allah verdiğinden Berlin duvarı daha yıkılmadığı için, benim duvarım fazla dikkat çekmedi. Duvar yapıldığı briketlerde, ayaklarına yer yapan öğrencilerin üsten atlamaları başlayıncaya kadar, işlevini yani ayırıcı özeliğini yerine getirdi. Duvarın yapımında esas katkı dernekçi Hacı Osman ağabeyimize aittir. Günaha ya da sevaba ortağız hacım. Belki de bu nedenle bana üççeyrek Bayburtlu diyordun!

Laf Hacı Osman’dan açılınca aklıma geldi. Ramazan günü iftara yakın saat kulesinin dibinde biraz muhabbet olsun diye, birazda el doğraması iftarlık pastırma almak için toplanmışız, karınlar açıkmış, herkesin hayalini yemekler süslemekte…

Hacı Osman başlıyor meşhur lor dolmasını anlatmaya: “- Lorla sarılan labadalar, lengere özenle yerleştirilir. Fırında kızartıldıktan sonra misler gibi kokan tereyağı eritilip bolca üzerinde gezdirilir. Lenger sofraya konduğunda açlıktan gözü dönen evin erkeği arazide sırt sırta yatmış askerler gibi gördüğü dolmalardan birinin böğrüne kaşığıyla dokunur. Dengesini kaybeden dolma, çullup yağın içine dalar çıkar kaşığına doldurmanla çiğnemeden lop diye yutunca dolmalar bir biri peşine kendilerini yağın yumuşaklığına atarlar, sende atlayanları tutarsın!” Demesiyle karnı açlıktan zil çalan dinleyenler, birer birer sessizce uzaklaşırlar.

Zevkli, onurlu Lise müdürlüğüm ne yazık ki kısa sürdü. İyi günlerdi. Candan dostluklar bulmuş, saygıların en kıymetlisini içinde taşıyan öğrencilerim olmuştu. Artık bir konuma gelmiştim. Azmi beyin evden getirdiği süt böreğinin bile orta göbeği benimdi artık, koltuğuma tam ısındım derken meğer Bayburtlunun gönlüne taht kurmuştum. Bana bir buçuk yıl geçmeden Milli Eğitim Müdürlüğü’nü layık görmüşlerdi.

Artık dört derece birden terfi etmiş birinci derece Bayburt İlçe Milli Eğitim, Gençlik ve Spor Müdürü olmuştum. Kaymakamlığın taş binasında göreve başlamaya gitmiştim. Kaymakam daha sonra genç yaşta rahmetli olan Ekrem Bey, beni alıp karşı odadaki görevi devralacağım İlköğretim Müdürünün makamına götürdü. İlköğretim müdürü görevi vekâleten A. Osman hocaya bırakmış.

Sohbet ettik, çayları içtik, öğlen yaklaştı. Hocam koltuğu terk etmiyor. Bir ara Kaymakam bey “hocam siz kalkarsanız, müdür bey yerine oturacak” lafı da ortada kalınca, öğlen arasında düşündüm… Ben erken gidersem, koltuğu kapma şansım olabilirdi. Mesai başlamadan binaya girdim. Odacı Dursun Efendi kapının önünde volta atıyordu. Beni görünce hemen koşup kapıyı açtı. Oh be! Koltuk boştu hemen oturdum. Artık yerim sağlamdı!

Yılların saygımı azaltmadığı ben de ve ailemde çok emeği olan A.Osman hoca, koltukta beni görünce kapıyı kapatıp gitmişti. Makamı ele geçirdik ama mevzuat bilgisi nanay!

Kapıyı olanca hızıyla vuran Dursun Efendi: “- Müdür bey idare kurulu toplantısı varmış Kaymakam bey sizi istiyor.” Diyip kapıyı çekip çıktı. Makama geçtiğim de Mal Müdürü, Tarım Müdürü, Sağlık Müdürü çaylarını içmekteydiler. Yazı İşleri Müdürü Ziya Bey, bir kucak dosyayla geldi. “Bugün görüşeceğimiz fezleke” diye söze başlayınca dayanamadım, yanımda oturan Mal Müdürü Hüsnü beye sessizce, “fezleke ne?” diye sordum. Bir soruşturma raporu olduğunu anlayınca, kendime artık güvenimde gelmişti.

Ziya bey anlatmıştı… İlköğretim Müdürü Erdoğan Bey, ayağının altındaki zile sürekli basınca, her zil sesine kopup gelen Dursun Efendi artık dayanamaz. Yassı pillerle bağlı olan zili tuttuğu gibi koparır, atar ve bağırır: “- Senden başka zilli müdür yok mu? Ne durmadan zile basıp duruyorsun.” Sonra anladım ki, Dursun efendi yaparmış!

Gümüşhane’den Vali Bey ve daire amirleri geldiler, Kaymakam beyin küçücük odası ağzına kadar dolu. Makamda oturan Vali Bey ayağının altındaki zil butonuna basmış. Dışarıda zil sesi, ortalığı yıkıyor. Hiç kimse Sayın Valim ayağını zilden çek diyemiyor. Aklıma Dursun Efendi geldi. Kapının arkasındaki pili ani bir hareketle koparınca, herkesin derin bir oh çektiğini ve rahatladıklarını yüzlerinden anlamıştım.

Günler geçtikçe ilçe içinde protokol da daha iyi yer almaya başladım. Bir okulun değil 200’den fazla okulun müdürüydüm. Daha çok sorumluluğum ve yetkilerim vardı. Üç şube müdürü arkadaşımla insanlara hükmeden değil hizmet eden, Iğdır köyünün toprak damlı okulunda damdan akan suyla alttan kapladığı naylonla karşı koymaya çalışan eğitim fedaisinin amiri değil, yoldaşı ağabeyi olmaya çalışıyordum.

1959 model tuzla jeeple, bizleri dağ bayır gezdiren şoförümüz Hükmü Efendiyle köy köy mezra mezra gezerek her gördüğümüz on öğrencili yere bir derslik yaptırdık. Bizlere destek olan İl Genel Meclisi daimi üyeleri Hüsamettin ve Celil hocaların da destekleri unutulamaz. Geriye dönüp baktığımda bugün davar ağılı merek olsalar da yaptıklarımdan pişmanlık duymadım. Köylerin bu kadar hızlı boşalıp göçün yapacağı erozyonu hiç hesaplamamıştım.

Vilayetten İl Milli Eğitim Müdürü geldi. Havası, havalı kamyon kornaları gibi tek güç, tek hâkim. “- Köye gideceğiz. Otomobil çıkmaz, jeepi hazırlayın” talimatıyla Hükmü’ye işaret ettim. Arabayı güzelce yıkayıp temizleyip, hazır olunca durumu bana bildiren Hükmü efendiye, “bekle” diye işaret edip, durumu müdürüme bildirdim.

Müdür Bey dairenin kapısından çıkarken, yeni yaptırdığım tabelaya baktı. Bana dönerek “– Müdür bey, sen tabelaya ilçe yazdırmasan da Bayburt ilçe, bunu kafana sok, zaten bu Gümüşhane Bayburt meselesini senin gibi dışarıdan gelen provokatörler çıkarıyor” diyerek, Gümüşhaneliliğini bir kez daha teyit olmuş oldu!

Arabaya bindik, Askeri kışlayı geçmemiştik ki, Hükmü arabayı hızla sağa çekip, telaşla aşağı inip kaput kapağını açması bir oldu. Motorun üzerine kapattığı eski ceketini tutuşmadan kenara attı. Meğerse distrübitöre su kaçmasın diye, arabayı yıkarken kapattığını telaşla unutmuş. Sonra bana şoförlük öğretirken sormuştum, “- Hükmü, hadi Yusuf Sadığa kastın vardı, beni de mi yakacaktın?” Bıyık altından kıs kıs gülmeye başlardı…

Bayburt da içkili toplantılar ve veda yemekleri subay gazinosunda yapılırdı. Olağan günlerden biri yemekteyiz, muhabbette epey yol alınmış. Görevli asker sessizce gelip veterinerin kulağına bir şeyler fısıldıyor. “- Aşağı Loru da hasta inek için, köylüler beni almaya gelmişler” deyip, müsaade isteyip kalktı. Uzun ve meşakkatli yol, ahıra gidinceye kadar iyi de, ahırın nemi kokusu veterinerin son dayanma gücünü de bitiriyor ve yere yığılıyor. Köylülerde bir telaş, biri bağırıyor: “- Ula ineği bırakın, veteriner elden gidecek.”

Günlerce Foto Yavuz’un dükkânında, şehir kulübünde gündem oluşturmuştu. Şehir kulübü Bayburt’a daire amirlerinin ve bir kısım esnafın elden ayaktan uzak oldukları, beraber eğlenip beraber güldükleri bir nevi sığınma yeriydi. Şeref, Osman hocalar yanık oynarken bizlerde okeyle zaman geçiriyoruz.

İçeriye telaşla bir kasap çırağı giriyor. Kapının ağzında beklerken garson gelip veterineri eliyle işaret ediyor. Anlaşılan köyde kesilen hayvan için kesim raporu alınacak. Hiç sorun değil. Yerinden kalkmadan eliyle işaret ediyor.

“- İneğin yüklü olduğu arabayı balkonun altına getirin ben yukarıdan bakarım” esprisine katıla katıla gülmeye başlamıştık.

Ne günler geçmişti. Hoş ve tatlı günler; Çoruh nehri gibi akıp gittiler. Her güzel şey gibi, Bayburt maceramda sonlandırılmıştı. Ama ben hep tatlı ve hoş anılarla içimde yaşattığım Bayburt sevdamı, yüreğim de bitirmedim. Veda ederken rahmetli ayakkabıcı Hafız amcanın sözü benim için ödüllerin en büyüğü ve en şereflisiydi. Boynuma sarılırken
“- Geç bulduk ama çabuk kaybettik” demişti.

Beni Bayburt’a bağlayan ne taşı ne toprağı ne de uzun kavaklarıydı… Oğluyla Erzurum’a giden, güngörmüş bir teyzenin pazarda şapkaları görünce, “- Oğlum, babanın başı yanımızda olsaydı, bir şapka alırdık” diyecek kadar samimiyetiydi!

Çoruh kıyısındaki lokantada yemek yedikten sonra, kürdan isteyen müşterisine “- Oğlum ben kürdan koyuyorum ama alan gavatlar hiç geri getirmiyor” diyebilen içtenliğin, samimiyetin, gönül adamlığıydı. Kavlatandan Çımağıl Mağarasına kadar uzanan; yaşantımda, gönlünde bana yer veren dost insanlar; unutmayın ben hala sizinle yaşıyorum.

Ankara

 

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.