İslam öncesi Türk hakanlarına yol gösterip sözüne itibar edilen ‘kâm’ diye bilinen bilge şahsiyetler varken İslam sonrası Türk hakanlarına da yol gösterici şeyh adında Başbuğ Veli Allah dostları vardır.  Nitekim Prof. Dr. Osman Turan bu hususta; Türklerin İslam’a girmesiyle birlikte kâm’ların yerini İslam şeyhlerinin (evliyasının) aldığını ve böylece pek çok tarikat erbabının Türk’ün Alp’inin ‘Alperen’ hüviyetine kavuşmasında vesile olduğunun tespitinde bulunmuştur.

Gerçekten de tarihimize baktığımızda Dede Korkut’un milli kültürümüzün baş tacı rehber bilge şahsiyet olarak karşımıza çıktığını görürüz. Tabii ki böylesi baş tacı bilge dehaya can kurban,  düşünsenize onun keramet sahibi bir zat olması bir yana Hanların tayininde görüşüne başvurulan, gerektiğinde kurultay ve toylara da eşlik eden bir devletlû müşavirimizdir O.  Kendisi aynı zamanda ilerisini görebilecek ufuk anlayışıyla Oğuz Kayı kabilesinin Osmanlılara intikal edeceğini müjdelemiştir. Şimdi gel de Irkıl Hoca ve Dede Korkut gibi ufku geniş böylesi deruni mümtaz dehalardan Oğuz Han ve evlatları istifade etmesin. Zaten Türk Hakanları bilge dehalarına sahip çıkıp hürmet gösterdikçe o nisbette de himmet ve dualarına mazhar oluyorlardı. Nitekim Türk Hakanı hürmet gösterir de Irkıl Hoca (Uluğ Türk)  o’nun için niyazda bulunmaz mı,  elbette ki : ‘Ey Kağanım (Oğuz Han) Gök-Tanrı bütün dünyayı sana bağışlasın’ diye dua ederek manen destek olacaktır.

Ne diyelim,  bilge şahsiyetlere hürmet bu ya, Batı Türklüğünün liderlerinden Atilla’da tıpkı diğer Türk Kağanları gibi kâm bildiği kâhinlere itibar gösterip öyle hareket ederdi. Keza Cengiz Han’da ‘Gökçe Ata’dan istifade etmeyi ihmal etmezdi. Besbelli ki Oğuzlar için Irkıl Hoca (Korkut Atası) ne derece kıymet değer bilge dehaysa, Cengiz Han için de Gökçe Ata o derece kıymet değer dehadır.  

Selçukluya gelince, hiç kuşkusuz Selçuklunun da kendine has kıymet değer bilge dehaları vardı elbet. Malumunuz Selçuk Bey'in babası Dudak rüyasında; ‘Göbeğinde üç ağacın çıktığını, dallarıyla birlikte göklere yükseldiğini’ gördüğünde bilgeliğine ve irfanına inandığı Korkut Ata’ya rüyasını anlattığında, o bilge zat bu rüya üzerine neslini şöyle müjdeler: ‘Biliniz ki evlatların cihan padişahı olacaktır.’

Peki ya Gazneliler? Hiç kuşkusuz Gazneli deyince Gazneli Mahmud akla gelmektedir.  Nasıl akla düşmesin ki, bakın Hindistan’da İslam’ın dal budak salmasında en büyük pay sahibi o’na ait bir şereftir. Tabii bu şeref tablosu içerisinde pek çok tasavvuf erbabı meşayih ve sofilerin katkısı da inkâr edilemez. Öyle ki cümle meşayih ve sofilerin belagati bu coğrafyanın çehresini değiştirmeye yetmiştir.  İşte bu manada Cemil Meriç: “Hind düşünce tarihinin ilk fatihi Harzemli bir Türk olan El Biruni’dir. İslam dünyası ile Brahmanlar diyarı arasında atılan köprü onun eseri.. Yeni bir din götürmüşüz Hind’e, yeni bir dil sunmuşuz. Babür biziz, Ekber biziz, Dara Şükuh biziz” demekten kendini alamaz da.

Karahan Hakanı denilince de hiç kuşku yoktur ki Abdülkerim Satuk Buğra Han akla gelir hep. Kendisine hidayet yolunu gösteren zatsa Samani Ebu Nasr’dır. İyi ki de hidayetine vesile olmuş, böylece Türk’ün İslam’la buluşmasında önderlik yapmış ilk Müslüman hükümdar şerefine erer. Bakın  Cevdet Paşa ilk Müslüman Türk Hakanı  hakkında ne diyor: “Satuk Buğra Han iki yüz bin hayme halkıyla beraber Müslüman oldu..”  İşte bu tespitten de anlaşıldığı üzere Türk’ün Müslümanlıkla şereflenmesinde Satuk Buğra Han’ın katkı payı çok büyüktür.  Evet, o bizim ilk Müslüman Türk Hakanı olarak çoktan milletinin gönlünde taht kurarken Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’de Türk’ün alperen olmasında manevi başbuğ olarak taht kuracaktır. Nitekim Kuzey Türklüğünde, Asya ve diğer Türk coğrafyalarına İslam’ın dalga dalga yayılmasında O’nun manevi soluğunun etki payı çok mühimdir. Nasıl önem arz etmesin ki, Ahmet Yesevi’nin dergâhında alperenlik vasfı kazanan Türkler gittikleri yerlerde İslam’ın yayılmasında ileri karakol görevi üstlenmişler de.

Şu da var ki her bir dehanın arkasında da mutlaka bir başka deha vardır. Yani Ahmet Yesevi nasıl ki Türk’e nefes olmuşsa, Hâce Yusuf-i Hemedânî (k.s)’de Ahmet Yesevi'ye nefes olmuştur. Böylece bu nefes sayesin de bir “Alperen başbuğu” kazanmışız. Malum Hâce Yusuf-i Hemedânî (k.s)’ye ise Ebû Ali-i Fârmedi (k.s) soluk olmuştur. Hatta Ebû Ali-i Fârmedi (k.s) de İmam-ı Gazali gibi büyük bir âlime nefes olaraktan gerçek manada Hüccetül İslam olmasına vesile olmuştur. Bu demektir ki bir insan İmam-ı Gazali gibi âlim ve Satuk Buğra Han gibi Hakan olsa da ruhunun susuzluğunu giderecek kaynağa ihtiyaç hissedebiliyor. Yani bu demektir ki Hakanlara da, âlimlere de ışık saçan Başbuğ Veli Allah dostlarıdır. Yeter ki kıymetleri bilinsin kıymet bulurlar da.  Madem öyle bizlere de  ‘Allah sırlarını tasdik etsin’  demek düşer.  

Tuğrul Bey-Alparslan-Melikşah-Alâeddin Keykubad

Tuğrul Bey, Baba Tahir ve Baba Cafer’den ışık almıştır. Öyle ki, Baba Tahir abdest aldığı ibriğinin kapağını parmağından çıkarıp Tuğrul Bey’in parmağına taktığında; “Bunun gibi dünya ülkelerini senin eline koydum adalet üzere ol” deyip dünya hâkimiyetine giden yolu bu taktığı zişanla müjdelemiştir. Gerçekten de Alparslan’ın ilerisinde Malazgirt zaferiyle Anadolu kapılarını Türk'e açtığında bu sözün ne anlama geldiği daha da açıklığa kavuşmuş olur.

Peki, Tuğrul Bey'in beslendiği feyiz kaynağı olur da Alparslan'ın olmaz mı,  hiç kuşku yoktur ki onunda nasibine Buharalı Ebu Cafer Muhammed düşer elbet. Bakın, Sultan Alparslan Malazgirt öncesi Şii Fatımilere karşı Suriye seferine giderken Fırat nehrini geçiyordu ki, Buharalı İmamla (âlim, şeyh)  karşılaşır ve o yüce bilge âlim kendisine “Bak Oğul! İlk defa buralardan bir Türk hükümdarı olarak siz geçiyorsunuz” sözlerle taltif ettikten sonra ardından “İnşallah Allah bu fethi senin adına yazmış ola” niyazıyla uğurlayacaktır. İşte bu dua aynı zamanda Malazgirt’in fethedileceğinin müjdesinin ta kendisi bir duadır. Öyle ki bir zaman gelir İmam Ebu Cafer Muhammed 1071 zaferi öncesinde “Ey Sultan!  Sen Allah’ın başka dinlere zafer vaat eylediği İslamiyet uğrunda cihad yapıyorsun. Bütün Müslümanlar minberlerde sana dua eylediği Cuma günü savaşa giriş, ben Allah’ın zaferi senin adına yazdığına inanıyorum” dileğinde bulunup söz yerini bulur da. Gerçekten de bu büyük zatın duası yüzü suyu hürmetine Romen Diojen komutasında Bizans ordusu Alparslan karşısında bozguna uğrayıp esir düşecektir.

Alparslan'dan sonra dikkat çeken bir başka iki kıymet değer abidelerimiz Melikşah ve İmamül Haremeyn Cüveyni’den başkası değildir elbet. Biri zahiri kıymet değerimiz diğeriyse maneviyatta öncü kıymet değerimizdir. Yani biri Selçuklu Hakanımız,  diğeri engin bilgisiyle ışık saçan dehamızdır. Bakın bu büyük bilge imamımız bir olay üzerine Melikşah’ın yüzüne karşı ne diyor: “Devlete ait işlerde fermana itaat bizim vazifemizdir. Fakat fetvaya (din'e) taalluk eden meselelerde Sultanın bize sorması lazımdır.” 

İşte âlimlik budur, yeri geldiğinde karşısında Sultan da olsa hak kelamını yüzüne karşı söylemekten imtina etmeyecek derecede âlimliğini konuşturacak bir zat olmalıdır. Sultan Melikşah, yine bir başka ışık dehası Ali bin Hasan el Sandali ile göz geldiğinde şöyle sitemde bulunur:
- Niye ziyaretime gelmiyorsunuz diye.

Tabii Şeyh Ali bin Hasan el Sandali bu ya, verdiği cevap müthiş ve manidardır,  der ki:
- Sizin padişahların en iyisi olmanız için, bizimde âlimlerin en kötüsü olmamamız içindir. 

Şimdi gel de bu müthiş söz üzerine şapka çıkarma,  belli ki bu sözler insanı kendinden alıp kendine getirecek sözlerdir.  Hani derler ya söyleyene değil söyletene bak diye, aynen öyle de bu mana yüklü sözlerin arkasında Allah Resulünün; “Devlet reislerinin en iyisi âlimlerin yanına giden, âlimlerin en kötüsü devlet reislerinin yanına gidendir” diye beyan buyurduğu hadisi şerifin sırrı gizlidir. 

Malumunuz Selçuklu Türkiye'sinin Sultanlarından Alâeddin Keykubad da, Şahabeddin Suhreverdi ve Necmeddin Razi gibi zatlardan feyizlenip istifade etmiştir. Bilhassa istifade noktasında Şahabeddin Suhreverdi çağdaşı Necmeddin Razi'ye hitaben; “Ey genç dindar, ilim ve tasavvufa bağlı Alâeddin Keykubad’ın himayesine gir onu ve halkı faydalandır” diye tavsiyesinde bulunmayı da ihmal etmeyecek derecede can yürek bir dehadır.

Osmanlının kuruluş mayası

Öyle anlaşılıyor ki tasavvufun Karahanlı, Gazneli,  Selçuklu ve Osmanlı’ya gelen halkada çok büyük etki alanı oluşturduğu muhakkak.  Zaten tasavvufi ruh o dur ki; ister fert planında ister devlet planında olsun hiç fark etmez taliplilerini ötelere kanatlandırabile.  Nitekim Osmanlıyı üç kıtaya kanatlandıran güç tasavvufi ruhtan başkası değildi elbet. O ruhun öyle bir çekiciliği vardı ki insanlar akın akın ruh dünyalarını beslemek için bir şeyh’e bağlanmak ihtiyacı duyuyorlardı. Tabii ruh aydınlanınca gaza ruhu da beraberinde gelip Devlet-i Aliye’de kendi payına düşen manevi tetikleyici hissesini almış oluyordu.  Nasıl hissesini almasın ki,  bakın Müneccim başı Ahmet Dede tarihinde şu ifadeler yer alır:

Bir keresinde Ertuğrul Gazi daha henüz çocuk yaşta oğlu Osman Gaziyi, Şeyhten hayır dua almak için dergâha getirdiğinde orada Hz. Mevlana da vardı. O esnada Mevlana Selçuk hükümdarının Kalenderi bir şahsa bağlılığını işittiğinde:
- Hoş şimdi hükümdarlar kendine bir baba bulduysa bizde kendimize bir oğul bulduk der ve akabinde Osman Gazinin elinden tutup hayır dua eyler. O’na ulu ve devamlı olacak bir devlet müjdelediler. Mademki inanırlar ve bağlanırlar devleti daim olsun diye de dua buyurdular (Müneccimbaşı C.1. Sh.46–47)

Hakeza yine Şeyh-i Ekber Muhyiddini Arabî, Osmanlı Devletinin doğuşundan 70 yıl öncesinde kaleme aldığı Daire-i Na’manıyye Fi’d Devlet’il-Osmaniye adlı eserinde cifir ilmi yardımıyla Kur’an ayetlerinin gizli manalarından Osmanlı Devletinin şanını, yüceliğini ve kıyamete kadar daim olacağının keşfetmişlerdir (Bkz. Müneccimbaşı tarihi C.1,S.46).

Hatta Hızır (a.s)’ın bu hususta Kumral Abdal’a şöyle talimat verdiği rivayet edilir:
-Var müjdele Allah ulu bir devlet ihsan eyledi diye.

Tabii Kumral Abdal aldığı işaretin gereğini yerine getirip Osman Gazi'ye kat’i müjdeyi verir de. Osman Gazi’de bu müjdeye karşılık:
-Sana bir kılıç ile bir maşraba veriyorum dedi. Kumral Abdal teberrüken uğur getirmesi maksadıyla sadece maşrabayı aldı (Bkz. Müneccimbaşı tarihi C.1, S.46).

Osman Gazi’nin rüyası

Osman Gazi rüyasında: Şeyh Edebali’nin göğsünden çıkan bir hilalin ansızın çıkıp büyüdüğünü, dolunay halinde kendi göğsüne girdiğini, ondan sonra yanlarından çıkan bir ağacın gittikçe büyüdüğünü, git gide yeşilliğini artırdığını ve dalların gölgesi üç kıtanın ufuklarının sonuna kadar Karadeniz’i kuşattığını gördü (Bkz. Hammer, Osmanlı imp. Tarihi. C1,S.64–65). İşte bu rüyadan da anlaşıldığı üzere Söğütte tasavvuf mayasıyla yoğrulan Osmanlı hamurunun manevi temellerinde Kumral Dede ve Şeyh Edebali gibi yüce zatların himmet ve bereketleri vardır. Ve bu nedenle Hz. Mevlana’nın Osman gazi için sarf ettiği; Hoş şimdi hükümdarlar kendine bir baba bulduysa, bizde kendimize bir oğul bulduk sözlerinin ne anlama geldiğini şimdi daha iyi anlıyoruz. Belli ki bu ifadeler boş söylenilmiş sözler değil. Kaldı ki, Hz. Mevlana'nın Osman Gazi’nin elinden tutarak ettiği hayır dua zayi olmaz da. Zira Osman Gazi’nin çocukluk dönemini de nazari itibara aldığımızda, hayatında üç önemli şahsiyetin bu iş için rol oynadığını görürüz, bunlar:
- Hz. Mevlana,
- Kumral Dede,
- Şeyh Edebali
’dir

Vaktaki 1362 senesinde Osman Gazi hasta yatağına düşer,  işte o an kat’i müjdeyi oğlu Orhan Gazi'den şöyle alır:
- Gözün aydın babacığım Bursa artık Türk’ündür.  

Osman Gazi bu müjdeye karşılık şöyle der:
- Senin gibi bir evlat bıraktığım için ölümüme esef etmiyorum (Bkz. Mufassal Osmanlı tarihi C.1,S:62).

Evet, öyle bir babadan böyle bir evladın tahta oturmasına kim sevinmez ki. Hele ki böyle bir evladın arkasında manevi soluk Geyikli Baba olunca ister istemez Orhan Gazi ismi daha da bir bambaşka kıymet kazanacaktır.

Nitekim Geyikli Baba Orhan Gazi için şöyle dua ve niyazda bulunur.
- Eşiğiniz havas ve avamın ziyaretgâhı ve kıblegâhı olsun.

Evet, Osman Gazi ve oğlu Orhan Gazi nasıl ki Şeyh Edebali ve Geyikli babadan istifade etmişlerse, Muradı Hüdavendigar’da Lala Şahin Paşadan faydalanmıştır. Hakeza Yıldırım Bayezid ve oğlu Çelebi Emir Sultan’da II Murat Hacı Bayram Veli'den, Fatih Sultan Mehmed ise Akşemseddin’den ziyadesiyle feyizlenip istifade etmişlerdir.

Öyle anlaşılıyor ki Osmanlının kuruluşundan tutunda yükseliş ve çöküşüne kadar olan süreçte her daim yanı başlarında âlim, müderris, şeyh, derviş ve manevi babalar eksik olmamıştır.  Üstelik iyi günde kötü günde hep beraber olmuşlardır. İşte gerçek hakiki dostluk budur.

Emir Sultan-Yıldırım Bayezid

Yine bir rivayete göre Ulu camiinin ibadete açıldığı gün hutbenin Buharalı Emir Sultan Hz.leri tarafından okunacağı beklenirken kendisi bir işaret buyurup şöyle der:
- Gavs-ı Azam aramızdadır, imamete onun geçmesi daha uygundur.

Tabii camii cemaatinin içerisinde bulunan Somuncu Baba:
- Ne yaptın? Bizi nihayet ele verdin deyip,   ancak öyle minbere çıkmak zorunda kalır.

Bu hadise aynı zamanda bize bir gerçeği gösteriyor ki o da şudur elbet. Allah dostlarının her şeyden önce kendi aralarındaki münasebetlerde asla kıskançlığa yer yoktur.  Nasıl kıskançlığa mahal verilsin ki, bikere onların derdi davası Allah için hizmet etmektir. Malum, Emir Sultan Halveti’ye tarikatının bir kolu sayılan Nuri Bahşiyye tarikatının gönül sultanıdır. Onun Devlet-i Aliye ile olan münasebet bağı dolaylı yoldan değil bir izdivaç sonucu gerçekleşir. Şöyle ki Emir Buhari Hz.leri bir gün Bayezid Han’a yazdığı bir mektupla kızına talip olur. Tabii Yıldırım Bayezid bu durum karşısında derhal Ali Paşa’yı çağırtıp huzuruna alır:
- Bak Ali! Buhari Hz.leri kızıma talip olmuştur.  Allah'ın emriyle kızım Hindu hatunu veriyorum der.  
Tabii bu arada Ali Paşanın şaşkın bakışları gözden kaçmaz ve:
- Aman Sultanım diyecek olsa da padişah araya girip şöyle der:
- Bak Ali Paşa! Ne diyeceğini şimdiden gayet iyi biliyorum, ama şurası muhakkak; rütbece o bizden büyüktür. Biz dünyanın hakanıyız, o ise ahret sultanıdır. Gerçekten de gereğini yapıp kızını Emir Sultan’la nikâhlar da. 
Bir başka dikkat çeken anekdota baktığımızda ise padişahın Bursa’da yaptırdığı bir Ulu Camii olayında yaşanır. Nitekim Yıldırım Bayezid, Buharı Hz.leriyle birlikte camiinin dört bir yanını gezerken merakından;   
- Cami’yi nasıl buldunuz diye sual eyler.
Emir Sultan şöyle karşılık verir:
- Eh işte, güzel olmasına güzel de, amma velâkin bir şey eksik, dört köşesinde birer meyhane yapsanız daha iyi olurdu.
 Tabii hiç beklenmedik bir cevaptı bu. Yıldırım Bayezid şaşkın halde şöyle mukabelede bulunur:
- Nasıl olur efendim, burası Allah'ın evidir.
 Emir Sultan cevaben:    
- Ey Sultan! Biz biliyoruz ki Allah’ın evi müminin kalbidir. Oysa siz şarap içip günah işlemekle zaten onu kirletmiş oluyorsunuz der. Tabii bu can alıcı sözler can evinden vurmaya yeter artar da. Ve böylece bu can alıcı sözler bir daha şarap içmemesini beraberinde getirir de. (a.g.e Müneccimbaşı tarihi C.1,S.205).

Hacı Bayram-ı Veli ve II. Murat

Elbette ki padişahlarda bizim gibi insan, dolayısıyla insan beşer olması hasebiyle her an şaşabilir, Bir düşmez kalkmaz sadece Allah’tır. Hiç kuşkusuz beş parmağın beşi bir olmadığı gibi Padişahlarımızın da mizaç olarak birbirinden farklıdır. Kimi Yavuz gibi celalli olabileceği gibi kimi de tıpkı II. Murad gibi veli tabiatlı olabiliyor. Nitekim veli tabiatlı II. Murat mürit olmak için Hacı Bayram-ı Veli'nin kapısına varmakla kendine zül addetmez, bilakis mürit olarak kabul edilsin diye can atıp kapının eşiği olmaya razı olur da. Ancak Hac-ı Bayram-ı Veli Hz.leri padişahın mürit olma arzusu karşısında:
- Hünkârım, sizin işiniz başka bizimki başkadır. Her işte Allah’ın rızası vardır. Senin bir günlük adaletle hükmetmen altmış yıllık nafile ibadete bedeldir deyip bu arzusunun önüne geçmiştir. İşte bu veli tabiatlı padişah olma arzusu budur. 

Yine II. Murad’la alakalı bir başka çarpıcı hadisede birtakım çevrelerin Hacı Bayram-ı Veli'yi şikâyet etmeleri üzerine: “Tiz getirile, eğer gelmezse zincire vurularak getirile” diye ferman eylemek zorunda kalmasıdır.  Nitekim daha fermanın teri soğumadan birlik çoktan yola revan olur ama bilmiyorlardı ki Ankara sınırında onları bir sürpriz bekliyordu. Birde ne görsünler Hac-ı Bayram-ı Veli talebeleriyle birlikte sınırda kendilerini misafir ağırlama edasıyla karşılamakta. Tabii sınırda hoşbeş sohbetin ardından o yüce Veli huzura getirildiğinde II. Murat o nur yüzlü sima karşısında kendinden geçip sabahlara kadar karşılıklı sohbet eder de.  Sohbet esnasında bir ara kendine geldiğinde Hacı Bayram-ı Veliye meramını şöyle dile getirir:
- Bakın, ben çok elem çekiyorum,  şayet bunca insanın vebalini Allah mahşerde sorarsa benim halim nice olur.  
Tabii bu durum karşısında o Yüce Veli şöyle der:
- Bu mesele ikiye ayrılır. Bu ümmetin hukukunu sana sorarlar, terbiyesini ise hocalara, mürşitlere sorarlar. Terbiye edilmiş milleti idare etmek Sultan’adır. Milletin seviyesi düşerse vebali Hocaya aittir. 

Gerçekten de bu akıl dolusu sözler yerini bulur da. Nitekim II. Murat Han bu noktadan sonra kendisine intikal ettirilen şikâyetlerin yersiz olduğunu ve o büyük Velinin tüm derdinin Ümmeti Muhammed-i ıslah etmek davası olduğunu idrak edecektir. Öyle ki Padişah, o’nu yola uğurlayacağı esnada  “Dile benden ne dilersen dile,  ne istersen onu vereyim demeyi de ihmal etmez. Ancak Hac-ı Bayramı Veli, hediye almayı kabul etmeyecektir.  Fakat Padişah olmak bu ya,  zorla da o’nu hediyesiz yola uğurlamaya gönlü bir türlü razı gelmez.  Tabii Hacı Bayram-ı Veli üst üste gelen ısrarı karşısında artık kayıtsız kalamazdı ve en nihayetinde şöyle der: 
- Peki, madem öyle, o zaman benim talebelerim üzerinden vergi ve asker mükellefiyeti kaldırılsın,  bizim için bu kâfidir. 

Padişahın canına minnet,  derhal bu teklifi yerine getirip o büyük Veliyi Edirne’den Ankara’ya hoş seda eyleyerek uğurlayacaktır.

Tabii Ankara’ya dönüşü de bir bambaşkadır, sanki fetih dönüşü gibi bir dönüş olup talebelerin sayısı her geçen gün kat be kat daha da artış kaydeder bile.  Ancak civar illerin emirleri sayıca bu artış karşısında homurdanıp boş durmayacaklardır, derhal Padişaha: “Ankara artık hem asker hem de vergi vermez oldu” şikâyetlerini iletileceklerdir.  Ne diyelim onlar kıskançlıktan, hasetlikten şikâyetlerini ilete dursunlar Yüce Allah’ın da elbet şaşmaz bir hesabı zuhur edecektir. Nitekim Rabbü’l âlemin beşer planında gizli planı bertaraf edecek feraseti o büyük Veli’nin gönlüne verir de.  Önce padişah padişahlığın gereği olarak o büyük Veliden talebelerinin sayı ve listesini ister. Sonrası malum, “Benim bir buçuk müridim var” denen hadise vuku bulacaktır. Nasıl mı?  İşte vuku bulan o hadisenin başlangıcında Hacı Bayram-ı Veli gizlice bir tepeye çadır kurduraraktan içerisine iki koyun koydurmak vardır. Akabinde tellal vasıtasıyla sabah olduğunda işaret buyrulan tepeye gelmeleri yönünde çağrıda bulunması talimatı vardır. Daha sonrasında tellalın  “Duyduk duymadık demeyin…” çağrısı üzerine toplanan kalabalığa:

“-Şeyhimiz hastadır. Kim şeyhimiz için canını feda ederse biliniz ki Allah’ın izniyle o hastalıktan kurtulacaktır”  diye son seslenişi vardır.

Hiç kuşkusuz bu duyurular sıradan duyurular değildi, bilakis alışılmışın dışında bir duyurulardı.

Nitekim nefeslerin tutulacağı an gelmişti ki; onca kalabalıklar içerisinden bu sese kulak veren sadece bir kadın, bir erkek çıkabilmiştir. Her ikisi de çadıra alınırlar ve ardından kurban gerçekleşir. Halk çadırın altından sızan kanları görüp şaşırsa da, aslında kurban olan o iki can yürek değildi, koyunlardı.

Evet, Ahali sınavı kaybetmişti. Hadi sınavı kaybetmeleri neyse de bu elim vaziyet içerisinde o Yüce Veli zat hakkında  “Şeyh delirmiş olacak,  galiba aklını yitirmiş” deyip oracıktan tüyerler de.  

Ahali tüye dursun Hacı Bayram-ı Veli’nin Padişaha hitaben yazdığı mektup çok manidardır. Bakın mektupta ne diyor: “Biliniz ki benim iki talebem vardır artık (Bir rivayete göre bir buçuk müridim olduğunu söylemiş, zira İslam fıkhında erkeğin bir, kadının ise iki şahitliğinden ötürü olsa gerektir). Bundan böyle diğerlerinin üzerinden askerlik ve vergi muafiyetinin kaldırılsın.” 

Ne diyelim, işte görüyorsunuz Allah dostları deyince kırk düşünmek gerekir. Şimdi Padişah bu mektup karşısında şaşa kalmasında kim kalsın. Artık kendi derdine yanacaktır. Ve o büyük veliden derdine derman olması için: 
“-Tasavvufta kalıp manevi lezzet tatmak istiyorum” talebinde bulunur bile 
Hiç kuşkusuz bu talep kabul görmeyecektir,  o’nu layık görmediğinden değil,   bilakis memleketin idari maslahatı gereği:
“-Senin bir günlük adaletle ülkeyi idare etmen altmış yıllık ibadete bedel olduğunu, ülke idaresi daha mühimdir” gerekçesinden dolayı elbet. 

İşte bu kelam, bir kelam olmanın ötesinde kendisinden sonraki Padişahları da kapsayacak kulağa küpe nitelik taşıyan nasihatnamedir.

Ne de olsa nasihat yerini bulmuştu. Artık vuslat zamanıdır. Nitekim II. Murat Han her fani gibi o da bu dünyadan göç edeceğinin işaretini ansızın karşısına çıkan bir derviş vasıtasıyla alır.  Şöyle ki, dervişin işaret ettiği hususta o sırada milli kahraman Hoca Sadettin Efendi ve Padişahın (II. Murad) tarikatta olduğunu sır olarak bilen vezirler (İshak ve Saruca Paşa) Keremli Sultanın sağ ve solunda yürüyorlardı. İşte bir gezinti dönüşünde ada köyü köprüsü üzerinde Sultan Murat’ın yüzüne karşı açık açık Derviş kılıklı ihtiyar:
- Dünya maslahatın artık tamam oldu. Şimdiden sonra ahret maslahatını görüp tövbe ve istiğfar etseniz münasip olur (a.g.e Müneccimbaşı tarihi C.1, S.224) ortadan deyip öyle kaybolur. Tabii Sultan Murat bu ya,  tez elden yolda karşılaştığı dervişin bulunup getirilmesini emredecektir. Ne var ki derviş nice araştırmalar ve nice aramalarla sordurulup soruşturulsa da bir türlü bulunamayıp sırra kadem basar.  Ve 1451 tarihleri geldiğinde Murat Han rahmeti Rahmana kavuşur da. 

Fatih-Akşemseddin ikilisi

Fatih Sultan Mehmet tıpkı babası II Murat gibi Mevlevi tarikatına intisap etmiş bir hakandır. Yani Mevlana’nın torunlarından olan Emir Adil Çelebiye bağlanmıştı (Bkz. Yılmaz Öztuna Türkiye Tarihi C.III, S.229).  Hakeza Sultan Reşat da Mevlevi tarikatına mensup bir padişahımızdır.  Anlaşılan o ki;  padişahlarımızın pek çoğu kendi dönemi içerisinde mevcut tarikatlardan birine dolaylı ya da dolaysız bir şekilde bağlılığı söz konusudur. İşte bu yüzden halk tarafından padişahlara yedi evliya kuvveti gözüyle bakılmıştır. Besbelli ki her şey bu hakan evliya ikilisinde gizlidir. Bakın, Prof. Dr. Cahit Tanyol arşivlerin dilini çözmüş olsa gerek ki; Osmanlı devletinin temelinde iki kuvvet vardır; bunlardan biri şeriat, diğeri tarikattır tespitinde bulunmuştur.

Tasavvuf Osmanlıya o kadar ruh vermişti ki, Fatih sürekli olarak Akşemseddin ve Akbıyık Dede gibi büyük velilerin yanı sıra, zahiri âlimlerden Molla Gürani ve Molla Hüsrev gibi zatların kapısını aşındırmıştır. Bu da yetmez bu yüce şahsiyetlerle birlikte fetih öncesi Cuma namazı kılmış,  derken surlar önünde namazı müteakip muhasara ilan etmiştir. Kaldı ki Fatih’ten önce de nice padişahlarımız Peygamberimizin hadisi şerifine mazhar olmak için can atmışlar, ama bu fetih Fatih'e nasip olacaktır. Nitekim Fatihin babası II. Murat'ta İstanbul fethetmek şerefine nail olma isteğini Hacı Bayram-ı Veliye şöyle arz etmiştir:
- Şeyhim İstanbul’u almak mümkün olmadı. Himmet et, dua buyur da şu şehri zapt edelim. 
Hacı Bayram-ı Veli cevaben:
- Hünkârım bana öyle geliyor ki, bu şehrin sen ve ben görmeyeceğiz. Konstantiniyye’nin fethini senin şehzaden Mehmet ile bizim köse (Akşemseddin) başaracaktır (Bkz. Tahsin Ünal, Osmanlılarda Fazilet Mücadelesi S.50).

Gerçekten de Fatih Sultan Mehmed İstanbul'u alma sevdasındadır,  bu konuyu istişare heyetine sunar da.  Tabii istişare toplantısında âlimlerin ortak kanaati; “Beni Asfar'la yapılan savaş sonrası Mehdi’nin yardımıyla İstanbul’un feth olunacağını, dolayısıyla İstanbul’u kuşatma sevdasından vazgeçilmesi gerektiği” noktasındadır.  Akşemseddin ise tam aksine; “Önce İstanbul’u Sultan Mehmet fetheder, Mehdi’nin fethinin bu hadiselerden sonra zuhur edeceği” noktasında bir görüş belirtmiştir. İşte bu görüş üzerine Fatih Sultan Mehmed İstanbul’un kuşatmasına karar verir. Ancak kuşatmanın ellinci günü dolduğunda zaferden ümidini kesen devletin birtakım ileri gelen adamları ve âlimleri padişaha gelip; “Bir sofinin sözüyle bu kadar asker zayi oldu, bunca hazine telef oldu. Şimdi Avrupa’dan kâfire yardım geldi, fetih ümidi artık kalmamıştır” diye sitem edeceklerdir. Bu durum karşısında Fatih, vezir Veliyüddinoğlu Ali Paşa vasıtasıyla Akşemseddin'e; “Kale feth olmak, orduya zafer bulmak ümidi var mıdır” diye haber salar. Hatta bununla da kalmaz veziri Mezburi gönderip;  “Tayin vakit eylesin” der. Akşemseddin ise; “Rebiül evvel ayının 20. günü seher vaktinde Sıddık'ı himmetle filan canibden yürüyüş eylesinler. Ol gün feth ola” diye kat’i müjdeyi verip son sözlerini şöyle bağlar; “Yarın şu kapıdan (Topkapı)  hisara yürüyüş ola. İzni Hüda ile babı zafer feth olup ezan sedası ile sur’un içi dola, gün doğmadan gaziler sabah namazını hisar içinde kılalar.” İşte bu ifadeler ordunun başında karadan gemileri indiren Fatih'in gaza ruhunu artırmaya yetmiş ve Akşemseddin Hz.lerinin belirttiği vakitte fetih gerçekleşir de. Derken Fatih, fethi müteakip hürmetle Akşeyh'in elini öpüp İstanbul’a at başı beraber girerler. İlginçtir Topkapı’dan beraber girdiklerinde Bizans kızları bir an Piri fani Akşemseddin’i Fatih sanıp çiçekleri o’na uzatırlar. Tabii Akşemseddin’de tebessümle Fatih’i işaret edip çiçekleri ona veriniz der. Fatih ise; “Verin, verin, çiçekleri ona verin, Padişah benim ama o benim Hocamdır” deyip karşılıklı mütevazı örnekleri sergilerler.

Belli ki Fatih, Akşemseddin’in peşini bırakmayacak ve o büyük zattan huzurunda halvete girip tasavvuf neşesiyle yaşamayı dileyecektir. Tabii Akşemseddin kabul etmez ve şöyle der: “Sen bizim tattığımız lezzeti tadarsan saltanatı bırakırsın. Seni dervişliğe kabul edersem devletin düzeni sarsılabilir. Bununda vebali çok büyük olur. Adalet eylemek Padişah için keramet sayılır. Müslümanların rahat ve huzuru için devletin varlığı gereklidir.” Fatih baktı olmayacak bu seferde Akşeyh'ten İstanbul’da kalmasını ister, fakat o daha önce yerleştiği Göynük’e dönüş kararını çoktan vermiş olduğundan bu teklifte kabul görmez. Ve artık Akşemseddin hayatının son demlerini Göynük'te geçirip ruhunu orada teslim eder. O şimdi Süleyman Paşa Caminin yanında medfundur.

Anlaşılan o ki; Osmanlının kuruluşunda ilk hamur Şeyh Edebali ve Osman Gazi ikilisinin ellerinde yoğrulmuş,  Akşemseddin ve Fatih ikilisiyle de doruğa ulaşmıştır. Öyle ki, 60–70 sene önce üç yüz bin nüfusluk İstanbul’da 300 zikir hane ve bir o kadarda şeyh var olmuştur. Nasıl var olmasın ki, Allah'ın evliyaları insanları bir binanın tuğlaları gibi birbirine bağlayıp kardeş kıldılar. 

Aziz Mahmut Hudayi-Sultan I. Ahmet

Şu bir gerçek, Hakanları yüreklendiren itici gücün kaynağında Hakan Evliya ilişkisi yatmaktadır. Malum, Şeyh Aziz Mahmud Hüdayi Hz.leri de dönemine ışık saçan çok büyük bir evliya zattır. Bu ışıktan dönemin insanları istifade eder de padişah bundan nasiplenmez mi? Ebetteki Padişahta payına düşeni alacaktır. Nitekim Şeyh Aziz Mahmud Hüdayi Hz.lerine devrin Padişahı Sultan I. Ahmet’le birlikte Valide Sultan da intisap etmişler bile.

Hacı Bektaşi Veli-Yeniçerilik-Bektaşilik

Osmanlıda yeniçerilik ve Nizam-ı Cedid askeri teşkilatı iyi analiz edildiğinde kuruluş temellerinde Tarikat-ı Aliyelerin kattığı bir ruh söz konusudur. Nasıl ki Yeniçerilik ruhunu Bektaşilikten devşirmişse, Nizam-ı Cedid'de Mevlevilikten beslenmiştir. Ne var ki, Bektaşilik yolu ruh kökünden uzaklaşıp yozlaşmış olunca, sonrasında birtakım mizahimsin söz ve şeriat nefretiyle karışık İslam yıkıcılığı misyonu üstlenmiştir. İşte bu yüzden II. Mahmud bu noktada, Bektaşiliğe ait her ne var ne yok hepsini kafasına koyup bertaraf etmiştir.  Her ne kadar günümüzde Hacı Bektaşi Veli adına şenlikler düzenlense de asla bu şenlikler bu Velinin beslendiği ruh köküyle alakalı şenlikler değildir. Yediden yetmişe herkes bilir ki;  Hacı Bektaşi Velinin şeriatın onaylamadığı İran Şia'sını çağrıştırır akidelerle uzaktan ve yakından alakası yoktur. Bu konuda merak eden varsa o yüce zatın  “Makalat” adlı eserine bakmasında fayda var.  Kelimenin tam anlamıyla Hünkâr Hacı Bektaşi Veli’nin Makalat adlı eseri kayda değer bir ışıktır. O’nun gerçek çizdiği yol haritasını bu eserde ziyadesiyle bulmak mümkün. Hatta Ankara Üniversitesi eski öğretim üyelerinden Prof. Dr. Esad Coşan’ın Doçentlik tezi  ‘Makalat’ incelendiğinde Pir-i Türkistan Ahmet Yesevî’nin büyük ölçüde ‘Fakirnâme’ adlı eserinden esinlendiği gözlerden kaçmaz. Dolayısıyla Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’nin Yesî pınarından beslendiği aşikârdır. Özetle bu eserde;  bir salikin Şeriat (İslam’ın zahiri kaideleri),  Tarikat (İslam’ın iç ve deruni yönü), Marifet ve Hakikat aşamalarından geçmeden Allah’a ulaşılamayacağı vurgulanır. Dahası Allah’a vuslat ancak bu dört unsurun bir araya gelmesiyle gerçekleşir. Ama gel gör ki; ‘Makalat’ eserinin mana ve ruhundan sapmalar başlayınca, ister istemez hem Yeniçerilikte, hem de Bektaşilikte aşınmalar başlamış ve her ikisi de aslını yitirmeye yüz tutmuştur. Öyle ki; İslam’la bağdaşmayan birtakım bozuk fırkalar türeyip bugünkü noktaya gelinmiştir. Maalesef İslam’la taban tabana zıt birtakım sözler sanki Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veliye aitmiş gibi lanse edilmiştir. Bir kere bünyeye mikrop girmeye dursun, bir bakıyorsun Yeniçeri ocağının çöküşüyle birlikte Bektaşilikte bundan nasibini alıp her alanda çürüme nüksedebiliyor. Oysa Yeniçeri ve Bektaşilik deyince Necip Fazıl’ın Yeniçeri adlı eserinde yer alan şu kıssayı şöyle hatırlarız biz hep:

Tarih 1326. Bir gün Suluca Karahöyük Bucağının baktığı ovada bir toz bulutu, adım adım dergâha ilerliyor, yaklaştıkça başlarında Sultan Orhan Gazinin olduğu 40–50 atlı gözükür o an.  Sultan Orhan Gazi Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veliyle göz göze geldiğinde büyük bir adap içerisinde elini öptükten sonra aralarında derin ve içten konuşma başlar. Ve Orhan Gazi şöyle der;
- Bu uzun yoldan devletimize ve ordumuza dua etmenizi dilemek için geldim. Yanıma da yeni teşkil ettiğimiz askerlerden birkaçını aldım.
Tabii Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli tebessüm edip;
- Dualarım sizinle,  hele bir göreyim şu getirdiğin yeni askerleri.
Askerler bu nazik davranış karşısında etkilenmiş olsa gerek ki Şeyh ve Sultan karşısında adaba geçip saf bağlarlar.
Onların bu halinden ziyadesiyle memnun kalan Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli;
- Maşallah ne güzel, ne civan yiğitlermiş. İsimleri Yeniçeri olsun, kendileri daima düşmana karşı Allah galip eylesin niyazında bulunur.

İşte kıssada adına “Yeniçeri” denilen bu ocak böyle mayalanmıştır. Biz biliyoruz ki; Yeniçeri ocağına ruh katan o’nun nefesidir. Öyle ki, bu civan yiğitler kuruluş ruhunu Bektaşilikten alıp Osmanlıyı zaferden zafere koşturmuşlar. Ve bu ruh Fatih Sultan Mehmet zamanına kadar sürer. Maalesef ilk bozuluş bu dönemde alarm vermiştir. Hatta kırmızı alarm diyebileceğimiz bu tablo Kanuni Sultan Süleyman devrine kadar etkisini gösterir de. Nitekim Necip Fazıl; “Bektaşilik evvela din aydınlatıcısı, peşinden de Şeriat karartıcısı haline dönüşmüştür” tespitinde bulunmakla bir noktada Bektaşiliğin tarihi sürecini bir cümleyle özetlemiş olur. 

Ulu Hakan Abdülhamid Han-Şeyh Abdurrahman Tâhî (k.s)

Padişahların yanı sıra musiki pirleri de tarikattan nasibini almışlardır. Zaten Mustafa Itri'nin Mevlevi tarikatına intisaplığı bunu teyit ediyor.  Dini musiki eğitimini Hafız Post’tan alan Mustafa Itri için bakın Yahya kemal ne diyor: Mustafa Itri bizim öz musikimizin piridir.  Evet, gerçekten de o musiki dehamızdır.

İlk Osmanlı padişahlarımız genellikle Ahi tarikatına gönül vermişlerdir,  mesela son dönem padişahlarından Sultan II. Abdülhamid Han ise Şazeli tarikatına bağlanmıştır. Öyle ki; Sultan Abdülhamid Han tasavvufi ruh sayesinde makâm-ı reşâdet’e erişebilmiştir. Dahası zamanın en büyük Kutbul Ariflerinden Şeyh Şeyh Abdurrahman Tâhî (k.s)’e mücedditlik geldiğinde bu görevi üstlenmekle ancak birkaç köy ve birkaç beldeye etkili olabileceğini belirtmiştir.  Ve bu iş için nüfuz sahası daha geniş içte,  dışta ve İslam dünyası üzerinde etki ağırlığı olan Veli tabiatlı Ulu Hakan Abdülhamid Han’ı uygun görmüştür.  Nitekim dileyen bu konuyla ilgili anekdotta Seyyid Abdülhâkim el Hüseyni (k.s)’in sohbetler adlı eserine bakabilir.  Keza Bediüzzaman Said Nursi, Şeyh Abdurrahman Tâhî (k.s) ile ilgili anısında şu ifadeleri dile getirmiştir: 
-Ben dokuz yaşımda iken Şeyh Abdurrahman Tâhî (k.s)’ini tanıdım. Bu zat Velilere makam aldıran zattır.

İşte görüyorsunuz Bediüzzaman’ın da övgüyle bahsettiği böylesine deruni bir Gönül Sultanı tevazu örneği gösterip Müceddidliği Ulu Hakan Abdülhamit Han’a manevi kanal yoluyla tebdil edebiliyor.

Her ne kadar bir takım zinde mihraklar Abdülhamit Han'ı kızıl Sultan diye karalasalar da biz onu biz hep Ulu Hakan diye anacağız. Maalesef 31 Mart vakası diye tarihe geçen olayı irtica harekâtıdır deyip kestirenlerde bu çevrelerdir. Oysa bu olayın perde arka planı irdelendiğinde bir grup insana öncelikle “şeriat, şeriat” diye bağırttırılıp şeriatı berhava etmek, sonrasın da şeriatı kullanarak bu olayın müsebbibi sanki Padişahmış gibi gösterip devirmek amacı güttüklerini pekâlâ anlayabiliyoruz. Kaldı ki 31 Mart vakasının irtica hareketi olmadığını güçlendirecek gerekçelerimizi Abdülhamid’in uygulamalarına bakarak, ya da Padişahın Meşrutiyeti ilan edişinde ve Meclisi Mebusan'ı açtıktan sonra ülke içinde vuku bulan bir takım nükseden problemleri Allah’a ve milli iradeye havale edişinde ki kararlılıkta görmek mümkün. Şöyle bir fotoğraf karesine baktığımızda o günlerde sözde hürriyet lafından başka bir çift söz bulamayan İttihat ve Terakki bezirgânların çığırtkanlığını veya hakaret varı izledikleri çirkin siyasetin hızla orduya bulaşmışlığını görürüz. Tüm bu kirli tezgâhlara rağmen Ulu Hakan Abdülhamid Han’ın emrindeki ordusunu derhal harekete geçirip kontrolü ele alması gerekirken, tam aksine kan akıtmamak pahasına büyük özveri örneği sergileyip kendisini İlahi kadere teslim ettiğini görüyoruz. Bu olayda besbelli ki iki kişi kullanılmış, biri Beden eğitimcisi Selim Sırrı, diğeri ise Filozof Rıza Tevfik’tir. Gerçi Rıza Tevfik olayların ilk günlerinde İttihat ve Terakkiye olağan gücüyle destek verdiğini dile getirmekle beraber sonrasında pişmanlığını 31 Mart’ı tertipleyenlerin bizatihi İttihatçıların Selim Sırrı ile beraber bu işe karıştığını itiraf edip tarihe not düşmüş bile.  İcabında bu da yetmez, Abdülhamid Han’ın ruhaniyetinden yardım dileyip ağzından:             
“Tarihler adını andığı zaman
 Sana hak verecek Ey Koca sultan
Bizdik utanmadan iftira atan asrın siyasi Padişahına…”
mısraları dökülür de.  Ne var ki,  bu şiiri yayınlayan Necip Fazıl 20 gün hapis yatmaktan kurtulamayacaktır.

Şu bir gerçek; Abdülhamid Han isteseydi İttihat ve Terakki’nin kurmuş olduğu komployu tek bir talimatla emri altındaki Hassa ordusunun tek tümeniyle halledebilirdi. Ama o bunu yapmayıp adeta Harekât ordusunun işini kolaylaştırırcasına sarayda korunaksız bir şekilde harem halkından birkaç kişi veya iki üç yakınıyla kalmayı tercih etmiştir. İşte böyle bir hamiyetperver padişah var karşımızda. Netice malum;  komplo gereği İttihat ve Terakki Partisine karşı bir grup insan ayaklandırılıp faturası Padişaha biçilecektir. Keza bu ayaklanan insanlara “Şeriat isteriz” diye nara attırılıp taktik gereği parti mensupları saf dışı edilmesi sağlanır. Gerçekten de sahneye konulan sinsi bir planlamayla 31 Mart cumartesi sabahı Selanik’ten yola çıkan İttihat ve Terakki yanlısı ordu tıpkı 28 Şubatta Sincan'da tankları yürüten zihniyetin bir benzeri post uygulamayla güya olayları bastırmak maksadıyla İstanbul’a geldikleri görünümü verirler.  Zaten havaya kurşun sıktıklarında padişahın tüm olup biten hadiselerin sanki baş müsebbibiymiş gibi bir işaret olarak sunulup zan altında bırakılmasına yetmiştir. Böylece tıpkı 28 Şubat sonrası hükümetin devrilmesine benzer bir tabloda Ulu Hakan'ın tahttan inmesi olayı gerçekleşir. Objektif olarak olayları şöyle mantık çerçevesinde soğukkanlılıkla değerlendirdiğimizde aslında ayaklanan kimse yok ayaklandırılmış grup olduğunu fark ederiz. Ulu Hakan’ın başsız askerleri örgütleyip, hatta emrindeki askerleri Hassa Birlikleriyle takviye ederek üstesinden gelecek yerde, aksine olayı tevekkülle karşılamayı tercih etmesi İttihat ve Terakki tertibini başarılı kılmıştır.  Belki de dünya tarihinde arasanız 31 Mart vakası kadar, yıllar boyu kuşaktan kuşağa gerçekmiş gibi aktarılıp yutturulan böylesi eşine az rastlanır komedi trajik cins provokasyon hareketi bulamazsınız. Baksanıza İttihat ve Terakki, ta öncesinden kafasına koyduğu sinsi plan için Şeyhülislamlık makamını bile kullanmasını bilmiştir. Hatta Şeyhülislam Mehmed Ziyaeddin’den fetva koparmışlar da. Bu fetva işe yaramış olsa gerek ki;sahneledikleri oyun veya ipe sapa gelmez bir takım mesnetsiz iddialarını örtbas etmeye yetmiştir. Nitekim kılıf niteliğindeki ileri sürdükleri iddialarına şöyle göz gezdirdiğimizde;  güya Ulu Hakan’ın sanat kitaplarını değiştirmek, bozmak, yakmak, hazineyi keyfince kullanmak, adam öldürtmek ve sürgün etmek gibi bir dizi faaliyetler içerisinde bulunduğu ithamını görürüz. Belli ki koparılan bu fetva onlar için can simidi olmuş, sonunda Ulu Hakan tahttan indirilir de.

Peki, tahttan indirdiler de ne oldu derseniz olacak malum; daha Harekât ordusu iktidara hâkim olur olmaz ilk işi ülke sathında örfi idare ilan etmek olur. Sadece örfi idare ilan edilse gam meyiz, bu olayla ne kadar uzaktan yakından alakalı gördükleri her kim varsa kumpasa almışlar, hatta kendince elebaşı gördükleri kişileri darağacında sallandırmışlardır. Hiç kuşkusuz 31 Mart olayı bu yönüyle yeni kurulan Türkiye Cumhuriyet sürecinde her on yılda bir demokrasiyi kesintiye uğratmaya çalışan darbeci zihniyete kötü bir örnek teşkil etmiştir. Zira her 10 yılda bir tekrarlanan darbeler A’dan Z’ye etrafa korku salmaktan başka bir işe yaramamıştır. Darbelerin ne işe yaradığını anlamak için Ahmet Altan’ın ‘İsyan günlerinde Aşk’ adlı romanına bakmak yeterlidir. Ahmet Altan romanında özetle; 31 Mart vakasının 28 Şubat benzeri bir post modern darbe olduğunu akıcı üslubuyla gözler önüne serip bildik ezberleri bozma adına bir tespitte bulunmuştur. Fakat aynı Ahmet Altan ne yazık ki 15 Temmuz Darbe girişimi söz konusu olduğunda kökü dışarıda Paralel İhanet Çetesinin ekmeğine yağ sürmüştür.  Her neyse asıl konumuza dönelim.  Malum hasta yatağında yatan Osmanlı imparatorluğunu 33 yıl izlediği akıl dolusu diplomatik uluslararası denge siyasetiyle ayakta durmasını sağlayan Abdülhamid’i hal ettikten sonra iktidara gelen İttihat Terakki güruhu koskoca İmparatorluğu bir çırpıda küçültüp I. Cihan harbinin eşiğine getirmişlerdir. İşte görüyorsunuz İrtica vakası diye yutturulan olay aslında Osmanlı’yı düşürme planın bir parçası olmaktan başka bir şey değildir. 

Gerileme devrinde tasavvuf

Osmanlının gerilemesiyle her müessese yozlaşmış, maalesef bundan bir takım tarikatlarda payını almıştır. Yani Kalenderi, Cevlaki, Haydari, Melami anlayışı sapmalar olmuştur. Nasıl bir anlayış derseniz şu kıssada geçen sözler meramımızı anlatmaya yetecektir. Bakın Barbaro’nun yanına gelen bir Kalenderi şöyle der:
- Kimsiniz siz?
Barbaro cevaben:
- Yabancıyım.
Kalenderi:
- Ben de dünyaya yabancıyım ve bu yüzden onu terke karar verdim deyip sığ düşüncesini ortaya koymuştur. Oysa tasavvufta “Halk içinde Hak olmak” esastır. Şöyle ki;  hiç ölmeyecekmiş gibi dünya ile uğraşılacak, yarın ölecekmiş gibi de ahrete yönelik kalbi her daim Allah'ın zikriyle uyanık tutulacaktır.  İşte bu hal hakiki tasavvufta “halvet der encümen” olarak karşılık bulur. 

Malumunuz, II. Mahmut döneminde gericiliğin kaynağı hep Yeniçerilik ve Bektaşilik gösterilmiştir, oysa tebaanın II. Mahmut’a olan tutunduğu olumsuz tavır Yeniçeriliğe karşı oluşundan değil, bilakis özden uzak bir takım sembolik yeniliklere karşı koymanın bir tepkisidir.  Kaldı ki her yapılan değişikliğe yenilik dersek pekâlâ felaketlerde yeni olarak değerlendirilebilir. Madem öyle her değişikliği yenilik diye sunmak abesle iştigal olacaktır.  Hakeza yine III. Selim döneminde ise bütün meselelerin müsebbibi medrese üzerinde odaklanılıp gericilik suçlamasında bu müessese de payını alır. Sonuçta medreseli yenildi ama devlete değil, devlet içinde devlet diyebileceğimiz kökü dışarıda sözde aydın sınıfına yenilmiştir. Tabii medreseli yenilince gerçek kalemiyye zümrenin kaynağı da kurumuştur. Cumhuriyet devrine geldiğimizde ise bir başka benzer gerekçelerle Nakşilikte aynı ithama maruz kalmıştır. Nitekim Menemen olayı bunun tipik misalini teşkil eder. Maalesef bu olayda gericilik vakası olarak tanıtılmış ve bir takım zinde mihraklar tarafından tertiplenmiş bir provokasyon olma ihtimali üzerinde durulmamıştır. Gerçekten de Menemen’de çok derin bir organizasyon sahneye konmuştur. Hatta ne alakası varsa Menemen vakası süreci içerisinde Erzincan’da bir Yahudi’de asılmıştır. Meğer reform, reform diye tutturulan furyanın altında dinin sosyal hayattan kovulma düşünce gerçeği yatmaktadır. Neyse ki bu sinsi planı Mesut Uçakan “Bize Nasıl Kıydınız” filmiyle sahneye koydu da pek çok insanımızın uyanmasına vesile oldu. Tabii uyanmak yetmiyor, uyanık olmakta icab eder. Zira bugün de insanımız buna benzer provokasyonlarla her an karşı karşıyadır.

Mareşal Fevzi Çakmak-Erbilli Şeyh Esat Efendi-Menemen vakası

Madem Menemenden bahsettik neymiş bu olaya bir göz atalım.  Bir kere Menemen hadisesinde hedef gösterilen bir numaralı şahıs Erbill’i Şeyh Esad Efendidir. Bu zat Nakşî şeyhidir. O günün kartel medyası birden bire tarikatları bilhassa Nakşîleri mercek altına almıştır. Almalarına da şaşmamak gerekir, çünkü toplumun gönül sultanı gözüyle baktıkları piri fani zatları devlet erkânından ziyaret edenler bile olabiliyor her an.  

Bakınız Mareşal Fevzi Çakmak Kurtuluş savaşı öncesi yola çıkmadan önce Erbilli Şeyh’in ziyaretine gider. Şeyh Paşayı görünce; 
- Hayrola, sizi tanıyamadım der. 
Fevzi Çakmak;
- Efendim Fevzi kulunuz, duanıza muhtacız. 
Erbilli Şeyh;
- İnşallah muvaffak olursunuz, Allah yar ve yardımcınız olsun deyip öyle uğurlar (Bkz. Son Devrin Din Mazlumları. Necip Fazıl Kısakürek).

Necip Fazıl'ın söz ettiği o Şeyh, Cumhuriyetten sonra Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasıyla birlikte inzivaya çekilmiş, sade bir hayatla günlerini etrafındaki dostlarına telkin ve sohbetle geçirmiş bir zattır.

Belki de bu tip görüşmeler bir takım zinde güçleri rahatsız etmiş olsa gerek ki; Cumhuriyetten sonra Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasıyla birlikte tarikatlar kabuğuna çekilmek zorunda kalmıştır. Sadece günlerini Müslümanlığı telkin ve sohbetle geçirmişlerdir dersek yeridir.

Tarihler 1930'u gösterdiğinde ilk kez çok partili denemesi girişimine şahit oluruz. Bu geçiş döneminde özellikle Menemen halkı partinin tanıtımı için gelen Serbest Fırka’yı bağrına basıp büyük bir teveccüh göstermiştir. Ancak aynı teveccüh Halk fırkasından esirgenmiş ve üstelik yuh çekilip protesto edilmişler de. Tabiî ki bu duruma fena bozulmuşlardı, yapacak bir şey de yoktu,  ama işin ucunda seçim vardı. Bir şekilde çare bulunmalıydı, derken o günlerde iktidar partisinden bazıları Adapalas Otelinde konaklarken otellerini önünde ilgi çekici görünümleriyle araç ve otobüslerden inen insanlara pür dikkat kesilirler. Şaşkın bakışlarıyla merak edip sorduklarında karşı otelde Erbilli Şeyh Esad Efendi’yi ziyarete geldiklerini öğrenirler. İşte fırsat bu fırsat deyip o an akıllarına bir hinlik düşer. Öyle ki; Menemende kendilerine hem yuh çekmenin bedelini ödetme, hem de Serbest Fırka’nın daha doğmadan faaliyetine son verilmesi noktasında komplo sahneye koyulur. Peki, bunun bir komplo olduğunu nereden biliyorsunuz derseniz malum bir zaman sonra bu komplonun kararının ilk meclis üyelerinden Balıkesirli Hasan Basri Çantay ve Salih Yeşil'in o toplantıda hazır bulunanların marifetiyle söz konusu bilgiye ulaştıklarını anlatmasından biliyoruz elbet. Derken hadisenin ilk şahitleri olarak tarihe önemli bir not düşmüşlerdir. 

Sinsi plan şudur;  

Yer; Menemen, mekân; Jandarma Karakolu karşısındaki cami, kurye ise daha önceden ruh yapısında mehdilik özentisi olduğu bilinen esrarkeş Mehmet tercih edilir. Derken bu iş ona havale edilir. Hatta havale edilmekle kalınmaz kendisine; cami içindeki minberden yeşil bayrağı eline aldığında “Sancağın altına girmeyen kâfirdir” sloganı eşliğinde cihad ilan etmesini,  halktan ya da Jandarmadan birileri karşı koyan olduğunda kan akıtması talimatı verilir de. Böylece bu iş için mükâfatlandırılacakları vaadini alıp beş kişiyle birlikte yola uğurlanır. Ancak yolculuk esnasında çoban Ramazan kellesini kurtarmak pahasına bir yolunu bulup sıvışmasını bilecektir. İyi ki de sıvışmış,  zira onun yol boyunca konakladıklarında birkaç yerde esrar partisi düzenlediklerine dair itirafları tarihe not düşmek bakımdan önemli delil oluşturacaktır. Tabii çoban Ramazan sıvışsa da diğer arkadaşları yola devam edeceklerdir. Nitekim Menemen’e vardıklarında ellerine tutuşturulmuş planı harfi harfine uygulamaya koyulurlar da. Şöyle ki;

Etrafta bir şeylerin döndüğünü sezen bir Askeri Şube Reisi, olup biteni anlamak için esrarkeş üç beş sözde cihat çığırtkanın yanına yaklaştığında; ‘Üzerimize kuvvet gönderin, aksi takdirde Menemen’i kuşatıyoruz’ sözlerine muhatap kalır. Tabii adam korku bela derhal oracıktan uzaklaşır. Bu arada eylemciler var güçleriyle bağırmaya devam edeceklerdir.  Sadece bağırsalar gam yemeyiz, etrafa korku da salarlar. Öyle ki nümayiş sesleri çoğaldıkça kışlaya kadar yankısı uzanır da. Elbette ki; asker bu bağrışmalara sessiz kalamazdı. Derken Kubilay kışlasında bir manga askeriyle birlikte olay yerine gelip askere süngü tak emrini verir. Artık tam zamanıydı, çünkü şartlar oluşmuştu. O arbede esnasında sözde Mehdi Mehmed ve arkadaşları Kubilay’ın ayağına kurşun sıkar sıkmaz yere yığılıverir. Ne hikmetse Kubilay yerde yaklaşık 25 dakika kıvrandığı halde hala merkezi hükümet yetkilisinden ne bir ses seda,  ne de görünürde bir adam gelir,  adeta sırra kadem basmışlardır.

Elbette ki Merkezi hükümetin yetkisini kullanıp devriye kuvvetlerini çıkarmaması düşündürücüdür, belli ki olayın kıvam alması beklenilmiş. Onlar bekleye dursun bu arada sahte derviş kılıklı esrarkeş Mehdi Mehmet elinde ki bıçakla hunharca Kubilay’ın başını gövdesinden ayırır da.  Nasıl olsa her şey bitmiş, maksat hâsıl olmuştu, nihayet Alaydan bir bölük zahmet edip olay yerine teşrif edebilmiştir. Bu da yetmez güya olaya müdahale eder görünümüyle etrafı çembere alaraktan oracıkta iki masum bekçi, akabinde esrarkeş Mehdi Mehmed ve arkadaşları makineli tüfeklerle taranarak can verirler. Sonrası malum; Menemen Menemenle sınırlı kalmayacaktır, artık mesele Türkiye çapında büyütülen bir irtica avına dönüşür. Nasıl mı? İlk başta işe 80 yaşına girmiş Erbilli Şeyh Esad Efendi’den başlanılır. Yukarıda da belirttiğimiz üzere Bursa Adapalas Otelinde başlayan bir kurgu gereği Erbilli Şeyhin pılını pırtısını bile toplamasına fırsat verilmeden apar topar Menemen’e sevk edilerek hapsedilir. Hastalığı nüksettiğinde ise Askeri Hastaneye kaldırılır. Üstelik yaşı doksanın üzerindedir, dolayısıyla yaşlı adamın kanunen idamı söz konusu olamazdı.  Neyse ki yeniden mahpushaneye sevkine gerek kalmadan hastaneden vefat haberi gelir. Ancak onun ansızın hastanede ölmesi acaba oldubittiye getirilip zehirli enjeksiyonla mı öldürüldü kuşkusu bugün olmuş hala hafızalardan giderilememiştir. 

Bu arada meşhur Muğlalı Mustafa Paşa da boş durmaz, o da Menemen olayları ile irtibatlı gördüğü 37 kişiden 28’ini idam cezasına mahkûm ettirip darağacında sallandıracaktır. İşte görüyorsunuz Tarihe Menemen olayı mı yoksa Menemen provokasyonu mu desek buna siz karar verin, ama şurası muhakkak;  çok partili denemesine geçişe son vermek için girişilen bir provokatif eylem olduğu besbelli. Ki; etraf süt liman olduktan sonra tek partili hayatla yola devam etmenin kararı alınması bu durumu teyit ediyor zaten. Meğer bunca kan, bunca uğraş amaçlarına ulaşmak içinmiş. Böylece halkın desteğiyle çığ gibi büyümesinden endişe edilen partinin kapatılıp kendilerince tehlikesinden arınmış olurlar.       

Tarih tekerrürden ibarettir sözü ne kadar doğru bir tespit. Dünde âlim ve bilge insanları ziyaret edenleri kınayan, bir bardak suda fırtına koparan medya ve avenesi bugünde devlet erkânından veya bir siyasi parti liderinin ülkenin önde gelen bilge ve âlim insanların ziyaret ettiğinde, aynı gerekçelerle ortalığı velveleye verebiliyorlar. Merhum Özal’ın vefatına yakın ziyaret ettiği Türk Cumhuriyetlerinde Şahı Nakşibend (k.s)’ın türbesinden bir avuç toprak alıp Türkiye’ye getirmesi Evliyalara olan bir sevgisinin işaretidir. İşte bu yüzden böyle bir engin zihniyete sahip Cumhurbaşkanının zehirlenmesine şaşmamak gerekir. 

Petrol ülkesi Musul-Kerkük ve Şeyh Said olayı

Hani şu Musul ve Kerkük üzerindeki Türkiye’nin gücünü kırmak için bir meseleyle oyalandırmak maksadıyla bir köyde düğün esnasında jandarmaların izini sürdükleri birkaç adamı Şeyh Said’den istemeleri üzerine başlayan şu meşhur olay var ya, meğer isyan diye nitelendirin bu olay provokatif bir eylemmiş. Yani bir başka ifadeyle Şeyh’in kibarca; ‘Hele şu düğün merasimi bitsin kendi ellerimizle teslim ederiz’ mukabiline karşı; ‘Hayır hemen şimdi halletmemiz gerekir’ ısrarıyla başlatılan bir tertipmiş. Hele fitili yakmaya dur, bir anda ucu tâ Diyarbakır’a kadar uzanmasıyla birlikte olayların git gide kontrolden çıkıp hızla ülke gündemine bomba gibi oturması kaçınılmazdır.  Bu arada Türkiye kendi halkına bu olayın Kürt isyanı olarak ima edip dışarıya karşıda bir irtica eylemi olduğunu açıklaya dursun Musul ve Kerkük petrolleri üzerindeki kontrolde elimizden kaçırmış oluyorduk. İşte 1925 yılında patlak veren Kürt İsyanı diye sahneye konulan olayın, perde arkasındaki asıl gizli amaç Musul ve Kerkük üzerinde oynanan çıkar hesaplarından başka bir şey değildir. Zaten azcık sağduyu ve insaf sahibi bir Tarihçi Şeyh Said isyanı diye yutturulan olayın aslında bir provokatif bir eylem olduğunu görür de. 

Güneydoğuda bir güneş: Muhammed Raşid Erol (k.s)

Türkiye’de epey zamandır Türk Kürt çatışması çöreklenip bölgede güçlü olmamızın önüne geçilmek isteniyor.  PKK elebaşısı Abdullah Öcalan’ın eşi Kesire Öcalan’dan dolayı bir şekilde istihbaratla ilintili olduğu iddiaları ister istemez akıllara kuşku veriyor. Olayların daha çok asker ve örgüt arasında cereyan etmesi, ülkemizin ömründen yarım asır aşkın süre çaldığını ve 40 bin civarında insanı ölümüne yol açan sürecin devam etmesi yaşadığımız hazin manzaranın belki de bir özeti sayılır. Bakın Hekimoğlu İsmail bir makalesinde; “Raşid Efendi Arapça, Türkçe ve Kürtçe bilirdi. Menzil'de Kürd'ü, Türk'ü Arap'ı, kardeş kesilirdi. Böylece milli derdimizin dermanı idi, bir kısım bürokratlar kadrini bilmedi. Osmanlı Devleti'ni asırlarca ayakta tutanlar, Raşid Efendi gibi kimselerdi. Türkiye, bunların kıymetini bilmediği için şimdi başımıza PKK olayları çıktı. Çünkü İslâmiyet'i yaşamaktan başka bir gayesi olmayan Raşid Efendi ve onun gibiler sürekli gözetim altında bulunduruldu, sürgün edildi, ifadesi alındı, kısacası rahat bırakılmadı, olaylar PKK'lılara malzeme oldu. İslâmiyet her ırkı, her mezhebi, kısacası Müslümanları kardeş ederken bugünkü kavmiyetçilik, kardeşi kardeşe düşman etti. Raşid Efendi gibilere imkân tanınsaydı Güneydoğu hadiseleri olmazdı” diyor. 

Hakeza Vehbi Vakkasoğlu da benzer duygularla bir makalesinde; “Evet, daha kısa zaman önce, Muhammed Raşid Erol Hazretleri'nin başına gelen sürgünlü olaylara bakılınca, yöneticilerimizin bindiği dalı kesme gafletini bile aşan bir şaşkınlık içinde olduklarını açıkça müşahede ediyoruz. Nedir bu korku? Bırakınız bu büyüklerin faaliyetlerine yardım etmeyi, onların vefatlarını ve bunun meydana getirdiği yurt sathına yayılan acıyı haber değerinde bile görmemek gafleti hala sürebiliyor. Bu kafayla halkla bütünleşmek nasıl mümkün olacaktır? İnançlarda, duygu ve düşüncelerde birlik ve beraberlik nasıl sağlanacaktır? Bütün yurt sathında olduğu gibi Güneydoğu'da da temelli ve esaslı bir birliğin ve ortak paydanın adı İslam'dır. Artık bunu yok saymanın imkânı kalmamıştır.

O bölgemize saldıran eşkıyanın bile, gerçek yüzünü din açısından göstermeye başladığını bizatihi Genelkurmay Başkanı Sayın Doğan Güreş Paşa tarafından açıklanmıştır. Güreş Paşa'ya göre bir kısım teröristler, ''Buralarda eskiden bizim ecdadımız yaşıyordu ve kiliseler vardı'' diyorlar. O halde dış kaynaklı, Ermeni destekli misyonerlik faaliyetlerin açığa çıktığı bir zamanda bile artık bazı tarihi yanlışları bir tarafa atıp insanımızı İslam harcıyla birleştirmeyi, düşünemeyenlerin samimiyetlerine nasıl inanacağız?

Şeyh Muhammed Raşid Hazretleri'nin mensup olduğu manevi silsile, iman ve irşat sahasının en parlak ve etkili yollarındandır. Öyle ki, bir zamanların meşhur eşkıyaları olan Hamido ve Celilo dahi, Gavs Hazretleri'nin sohbet halkasında yepyeni bir şahsiyet haline gelmişler, eski hayatlarından tamamen çekilerek, tertemiz bir ömür yaşamışlardır. Bunun binlerce örneği, o mütevazı Menzil ‘de halen yaşanmaktadır.

Bunca ibretli olaydan sonra, hala birtakım temelsiz fobilerle yurdumuzun manevi dinamiklerine, göz yummanın gafletle de tarifi zorlaşmaktadır. O maneviyat büyükleri bu dünyadan ve sizlerden bir şey beklemiyorlar. Siz ise iddialı olduğunuz dünyevi rahat ve huzurun sağlanmasında onlara çok çok muhtaçsınız. Bırakınız inancı, böyle bir fayda için bile onlara yaklaşamamanın, dost olmamanın altındaki psikoloji nedir? Evet, artık bu tahlili yapmanın ve birtakım fobilerden, komplekslerden kurtulmanın çoktan zamanı geldi ve geçiyor bile. Samimi dostumuz, maneviyat ehli Muhterem Muhammed Raşid Efendi, insanların sapıklıktan kurtulup, kötü fiilleri bırakıp doğru yola girmelerine vesile olmuştur. İşte en büyük eser, en büyük hayır ve mutluluk budur…” diye cümlelerini tamamlıyor.

Doğu ve Güney Anadolu'da böyle maneviyat ehli insanların faydalı hizmet yaptıkları yerlerde insanların huzur içinde olduklarını ve devlet millet kaynaşmasının gerçekleştiğini görüyoruz. Zira kalbinde Allah korkusu olanların milletine zarar veremeyeceği açık bir gerçektir.

Bu gün millet olarak selamete çıkmak istiyorsak dün Anadolu'da Alperenlerin yaptıklarını deruhte eden maneviyat ehli ile yakın olmalıyız.

Türkçüler-Nurcular ve Said Nursi

Nihal Atsız ve arkadaşlarının Türkçülük kapsamında faaliyetlerini suç kapsamına alıp aralarında genç subay Alparslan Türkeş’in de bulunduğu 1944 Milliyetçilik olayları zorlu geçmiş ve genç Türkçülerin tabutluk denen hücrelerde haps olunmalarına neden olmuş ve mahkemelerde uzun süren sorgulamalar sonucunda beraatlarına karar verilmek zorunda kalınmıştır.

Yine Risale Nur önderlerinden Said Nursi’nin iman hakikatleri üzerindeki faaliyetleri mercek altına alınıp uzun süren gündemi meşgul edecek tarzda Amerika’da Marc Carthy dönemine benzer nurcu avına dönüştürülmüştür. Öyle ki, 27 Mayısın ardından Said Nursi’nin ölüsünden bile endişe edilip mezarı bilinmeyecek şekilde gizlenerek defnedilmiştir. Belli ki devleti idare edenler ne Türkçüsü, ne de Nurcusuyla barışık kalabiliyor. Üstelik düşman ilan ettikleri kesimler davalarına daha da sımsıkı sarılmasıyla birlikte yeni bir güç kazanmış oluyorlar. Aslında değim yerindeyse ortada ekmeklerine yağ sürülmüş durum var. Zaten Türkçülük damarından gelen ülkücü kesim,  Risale Nur cemaati ve diğer kesimler tüm baskılara rağmen adından söz ettirecek seviyeye erişmiş gözüküyorlar. Bu arada İhanet Çetesi FETÖ terör örgütünü Risale-i Nur cemaatiyle karıştırmamak gerekir. 

İlginçtir gerek ülkücü kesim, gerekse milli görüş çizgisinden birçok ekol siyasi ideallerinin yanı sıra günümüz Horasan Erenlerinden feyizlenmeyi de ihmal etmemişlerdir.                            

Her devrin kendi manzarasında buraya kadar işlediğimiz Hakan Evliya ilişkisine özetle bakıldığında:
- Oğuz Han ve evlatları-Irkıl Hoca ve Dedekorkut,
- Cengiz Han - Gökçe Ata,
- Karaman Hakanı Satuk Buğra Han- Samani Ebu Nasr,
- Alparslan- Buharalı Ebu Cafer Muhammed,
- Melik Şah-İmamül Haremeyn Güveyni ile Şeyh Ali bin Hasan el Sandali,
- Alâeddin Keykubat- Şahabeddin Suhreverdi ve Necmeddin Razi,
- Tuğrul Bey- Baba Tahir ve Baba Cafer,
- Osman Gazi- kumral abdal ve şeyh Edebali,
- Orhan Gazi- Geyikli Baba,
- Yıldırım ve oğlu Çelebi- Emir Sultan,
- II. Murat- Hacı Bayram-ı Veli,
- Fatih-Emir Adil Çelebi ve Şeyh Akşemseddin,
- Sultan I. Ahmed-Şeyh Aziz Mahmud Hüdayi,
- Ulu Hakan Abdülhamid Han- Şeyh Abdurrahman Tâhî (k.s),
- Mareşal Fevzi çakmak- Erbilli Şeyh Esad Efendi,
- Turgut Özal-Mehmet Zahit Kotku bağlılığı gibi daha nice ikili serüven kendi iklimimizin gerçeğidir.

Velhasıl-ı kelam zahiri sultanlar olduğu gibi manevi sultanlarda olacaktır. Dünyanın gidişatı bu iki kutup doğrultusunda devam ediyor ve edecek gibi de. Zahir ve batın denilen iki kanaldan âlem nizam bulacaktır elbet. Zahir sultanlarınca dünya meseleleri, manevi sultanlarca da ahiret meseleler halledilir.

Vesselam.     

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.