Eskiden insanlar Evliyaullah’a en içten duydukları muhabbet ve bağlılıkla Allah yolunda bulunmaktan çok büyük keyif alırlardı. Ne var ki şimdilerde artık o muhabbetten ve o bağlılıktan pek söz edemez olduk. Çünkü gelinen noktada değil evliyaya muhabbet duymak, toplumun birbirine karşı olan muhabbeti bile kalmamış gözüküyor. Hele şöyle etrafımıza bir baktığımızda bizim olan bu topraklarda bize ait her ne değer varsa hemen hepsi yerle yeksan olmuş durumda. Hiç kuşkusuz değerlerimizden bu denli oynanmaya kalkışılırsa böylesi bir tabloyla karşılaşmamız hiçte şaşırtıcı değil. Baksanıza ortada öyle içler acısı hazin bir tabloyla karşı karşıyayız ki, birbirimize güven ve muhabbet duymak hak getire. İslami hassasiyet desen, o da evlere şenlik, ortada daha da hazin vahim tabloların varlığı söz konusudur. Baksanıza öyle İslami hassasiyetimizi yitirmişiz ki, aramızdan birileri ‘Allah sohbeti, Peygamber sohbeti, Sahabe sohbeti, Evliya sohbeti' yapmaya kalkışsa dönüp adamın yüzüne bakmayacak hale gelmişiz. Maalesef o derece vahim bir tabloyla karşı karşıyayız. Ki, İslami hassasiyetimiz her geçen gün daha da kan kaybına uğramakta.

Evet, acı ama gerçek, içine düştüğümüz içler acısı bu vahim tablo üç aşağı beş yukarı aynı eksende seyretmekte. Yine de bu eksen kaymasına rağmen tükenmişlik histerisine kapılmamak gerekir. Nitekim mümin olana bittik tükendik demek ya da ye’se kapılmak yaraşmaz, bilakis hak yolunda mümine ümit var olmak yaraşır. Zira mümin odur ki umutların tükendiği noktada bile diriliş ruhundan hiçbir şey kaybetmeyendir, dahası Allah’ın hükmüne her dem razı olan demektir.  Zaten diriliş ruhu Allah’ın razı olacağı yolda her dem iri ve diri olmayı gerektirir. Dün nasıl ki Moğol istilasının yakıp kavurduğu bu topraklarda Söğütte Ertuğrul oğlunun açtığı sancağının altında toplanan Horasan Erenleri ve Derviş Gazilerimiz umutların tükendiği noktada bir anda umutları yeşerten diriliş kalelerimiz olduysalar, bugünde içine düştüğümüz bu kör kuyudan bizi kurtarmaya vesile olacak yeni Horasan Erenlerimiz çıkacaktır elbet. Allah’ın hazinesi hiçbir zaman tükenmez, bu nedenle onlar kıyamete dek her devirde var olacaklardır. Öyle ki, umut kalelerimiz tarihin her evresinde yaşanan hadiselerin bir imtihan olduğunu ve her yükselişin bir çöküşü olabileceği gibi her çöküşünde bir yükselişi olabileceği gerçeğinden hareketle en nihayetinde İslâm’ın yeniden muzaffer olacağının müjdesini her devirde kuşaktan kuşağa telkin edip umutlarımızı yeşertmeye devam etmekteler de. 

İyi ki de, umut kalemiz Başbuğ Veliler her devirde varlar.  Allah’a çok şükürler olsun ki bu sayede dünden bugüne onca değer aşınması yaşamamıza rağmen halen yıkılmadan ayakta kalabilmişiz. Hem niye ayakta kalmayalım ki, baksanıza Yüce Allah tarihten bu güne her daim bizi umutlandıracak ve umutlarımızı yeşertecek Pir-i Türkistan Hâce Ahmet Yesevi gibi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gibi, Yunus Emre gibi daha nice Başbuğ velileri bu topraklarda bulunmasını bizden hiç esirgemediği gibi hiç eksik etmedi de. Yüce Allah (c.c) bundan böyle de daha nice Başbuğ velileri kıyamete dek başımızdan hiç eksik etmeyeceğine inancımız tamdır. Madem inancımız ve güvenimiz tam tekmil durumda,  o halde daha ne duruyoruz, gün bugündür deyip bir an evvel Evliyaullah’ın kapısına koyulmak gerektir. Ki; Evliyaullah kapısı ümitsizlik kapısı değildir. Hele birde varacağımız kapıda Evliya-i Kiramın muhabbetiyle yanıp tutuştuğumuzu bir düşünün, hiç kuşkusuz böylesi bir muhabbet sayesinde gerçek manada Allah’a kul olmak nedir bunun tatbikini ve ruhunu idrak edeceğimizden de emin olabiliriz. Sakın ola ki, dergâhlara gitmeye karar verdiğimizde, etraftan insanlar acaba bize ne der türünden lüzumsuz takıntılar içerisine girip de son anda kendimizi oralara gitmekten alıkoymayalım. Kim ne derse desin mutlaka Erenlerin nefesiyle soluklanmak gerekir. Hatta soluklanmayla da kalmamalı, Yunus misali dergâhın kapısında eşik olmakta gerekir. Onlara eşik olmayalım da hem kime olalım, baksanıza kapılarına layık olmadığımız halde hiçbir şart koşmadan her gelene Mevlana’ca kucak açıp bin kere tövbeni bozsan da yine gel deyip kapılarını açık tutmaktalar hep. Aslında her gelen dergâha alınmaz, ama zaman eskisi gibi değil ki, artık zaman iman kurtarma zamanı olmuş. Nitekim umutların tükendiği noktada bir bakıyorsun Evliyaullah Hızır misali imdadımıza yetişip işi kolay kılmaktalar.  Dahası Yunusun deyişiyle:

“Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz”
diyerekten sevgiye susamış çarpan gönüllere ferahlık olmaktalar. Ne diyelim, işte görüyorsunuz sevgi seli ve muhabbet kucaklaşması budur. Üstelik bu sevgi seli sadece bu dünya hayatıyla sınırlı da değil, ahrette de devam edecek bir muhabbet selidir bu. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v); “Kişi sevdiği ile birlikte haşr olunacaktır” diye beyan buyurmakla bu gerçeğe işaret etmiştir. Dolayısıyla siz siz olun muhabbette neyin nesi deyip işi hafife almayın. Bakın, Şeyh Sadi Şirâzî gül bahçesinde gülfidanının dibinde bitmiş bir ot’a gözü iliştiğinde:

 -“Ey ot!  Baksana senin ne doğru dürüst bir şeklin var, ne kokun, ne güzelliğin, ne de kıymetin var. Acaba şu gülfidanının dibinde bitmekle bir şeref kazandın mı, bir kıymet buldun mu?” şeklinde muhabbetiyle oynayacak sözler sarf ettiğinde ot hemen alınganlık gösterip lisan-ı haliyle meramını şöyle dile getirir:

-“Olsun, her ne kadar renksiz, tatsız ve kokusuz isem de, sonuçta o gül bahçenin bir otuyum ya, hatta ‘gül bahçenin otu’ ismini üzerimde taşıyorum da. Şimdi sorarım sana, bu isim, bu şeref ziyadesiyle bana yetmez mi?”

Gerçekten de öyle değil midir, ot otluğuyla gül bahçesinde gülün yanında şeref bulur da,  bir sofi de Sadatların gül meclislerinde bulunmakla şeref bulmaz mı? Bikere bir insanın Sadatlara nisbetle sofi adını alması, bu adla onlara muhabbet duyması, hatta onların meclisinde soluklaması bir noktada o sofide iman nurunun kemalat bulacağına işarettir.  Öyle ya, şimdi o sofi şeref bulmasında ya kim bulsun. Kaldı ki o sofide iman nuru kemalat bulduğunda gül bahçesinde en edna sofi olmaya bile gönlüm razıdır demekten kendini alamaz da. Düşünsenize Sadatların şemsiyesi altında gölgelenmek ne büyük bir şeref olsa gerek ki hiç kimse bu kapıda makam mevki davası gütmüyor, bilakis bu kapıda en edna sofi olabilirsem bu bile bana ziyadesiyle yeter artar diyorlar. Çünkü şemsiyesi altında gölgeleneceğimiz gül meclis her türlü korku ve endişeden azad bir meclisdir. Yani bu Erenler meclisinde bulunmakla Allah Teâlâ’nın “Biliniz ki Allah’ın velileri için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzunda olmazlar” (Yunus, 62) diye ayet-i celilesinde övdüğü Başbuğ Velilerin şemsiyesi altında en edna bir sofilerden olsak bile kendimizi güvende ve emniyette hissedeceğiz demektir. O halde daha ne duruyoruz, bir an evvel bizimde o şemsiyenin altında güven tazelememiz icab eder. Aksi halde son pişmanlık fayda vermeyeceğinden bu dünyadan göç ettiğimizde ne yanımızda ahrete götüreceğimiz bir manevi azık, ne tutunacak bir gül dalı, ne gölgesi atına gireceğimiz bir şemsiyemiz,   ne de bizi kokusuyla rahatlatacak bir gülfidanımız olur. Tabi, ruz-i mahşerde kral çıplak bir halde tutunacak bir dalımız olmayınca da kendi derdimizle baş başa kalaraktan sefillere oynamamız kaçınılmazdır. İşte sefillere oynadığımız o anda Peygamberimiz (s.a.v)’in varisi hükmünde Allah dostlarının ne kadar çok önem arz ettiğini hatırlarız da. Ama dedik ya, son pişmanlık fayda vermeyeceğinden iş işten geçmiş olacaktır.

Evet, dünyada iken Allah dostlarının şemsiyesi altına girdiysek ne ala, yok eğer girmediysek ahrette işimizin kolay olmayacağını tahmin etmek hiçte zor olmayacaktır. Orada işimizin zor geçeceği şundan belli ki, ehlisünnet kaynaklarına baktığımızda o gün geldiğinde elli yerde sual sorulacağından söz edilmekte. Hatta cevabı verilmeyen sualler içinde bin sene sabit bir şekilde adeta yere çakılı bir halde olunacağı da vurgulanmakta. Şimdi gel de bu durumda kendimize tutunacak bir dal, şefaat edecek bir kaynak arama, ne mümkün.  Hem bizim çapımız ve kapasitemiz ne ki,  kendi başımıza çare olabilelim. Öyle ya, kel derman bulsa kendi başına sürer, bizimkide onun gibi bir şey. Baksanıza hafif bir yerden yel esse hemen savrulup tarumar olabiliyoruz. Malumunuz, Evliyaullah öyle değil, yani bizden çok farklı. Bikere adı üzerinde Allah’ın ermiş, dost ve sevilmiş veli kullarından demek, elbette ki onların mahşerde sualler karşısında verecekleri cevaplarda anlık olacağı gibi cennete girmeleri de beklemeksizin anlık olacaktır. Ki; Yüce Allah (c.c)  veli kulları hakkında hükmünü ta dünya hayatında yaşarlarken vermiştir. Bakın Rabbimiz bu hususta ne buyurmuş: “Dünya hayatında da ahirette de onlar için müjdeler vardır” (Yunus, 64).

Ayetin mana ve ruhundan da anlaşıldığı üzere Evliyaullah’ın bu dünyada iken açık tuttuğu kapıları aşındırmaya gayret etmek kesinlikle bize çok büyük fayda sağlayacağı muhakkak. Yok, eğer rahatımızı bozamayız,   aşındırmayız diyorsak Allah muhafaza eskisi gibi haramlara dalıp, Allah’ın emirlerine isyan eder hale gelmemiz an meselesi diyebiliriz. Zira evliyaya olan muhabbetin devamlılık kazanması ancak onları sık sık ziyaret etmekle mümkün. Aksi halde mürşidle mürid arasındaki muhabbet bağı kesintiye uğrayıp hatlar kopar da. Nitekim önceleri muhabbeti ve cezbesi çok olup da sonradan hat kopukluğuna uğrayan sofilerinde var olduğu bilinen bir husustur.  İşte bu gibi durumlara düşmemek için illa ki mürşid ziyaretini ihmal etmemek gerekir. Sadece mürşid ziyarete mi? Elbette ki bunun yanı sıra devamlı Allah sohbetinin, Peygamber sohbetinin, Sahabe sohbetinin ve Evliyaullah sohbetinin yapıldığı mekânları da mesken tutmalı ki muhabbetimiz sürekli tazelenmiş olsun. Hiç kuşkusuz muhabbet tazelerken bu arada tek temel amacımızın Allah rızasını kazanmak yönünde niyetimizi sağlam tutmak olmalıdır. Öyle ya, Allah’ın rızasını kazanmaya yönelik olmayan bir muhabbet neye yarar ki. Hem Evliyaullaha niçin gönülce bağlanır ki? Şüphesiz, Allah’ın dostu olduğu için muhabbet duymaktayız. Zaten dostun dostuna muhabbet duymak Allah’a muhabbet duymak demektir.

Peki, denilebilir ki bir insanın Allah dostu olduğunu nerden bileceğiz?  Bikere muhabbet alınıp satılan bir meta değil ki durduk yere bir insana muhabbet duyabilesin. Direk gönül bağıyla alakalı bir durumdur,  asla bu gönül bağı muhabbet kalemle kitapla izah edilemez. Ancak bunu yaşayan hissedebilir. Zaten bir insan Allah dostu değilse istese de karşısındakini celb edemez.  Allah’ın sevdiği kul olması gerekir ki insanların muhabbetini kazanabilsin. Bunun dışında göz boyama metotlarıyla insanları kendine bağlasa da, asla bu muhabbet kalıcı olmayacaktır, er geç eninde sonunda kral çıplak bir şekilde foyası ortaya çıkacaktır elbet.  Zira sahtelik her an gün yüzüne çıkmaya mahkûmdur. Kalıcı olansa ebediyete mal olan bir hakikat güneşidir. Madem hakikat güneşinin peşindeyiz, o halde bize her daim sadıklarla beraber olmak yaraşır. Nitekim Kur'an-ı Kerimde Cenab-ı Mevla’mız ''Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve sadık olanlarla beraber olun'' diye beyan buyurmakta da. İşte görüyorsunuz Kur’an’da net açık bir şekilde Allah yolunda samimi olan veli kullarla beraber olmaya çağrı vardır. Dolayısıyla bu çağrının gereğini yaparsak biliniz ki sadıklarla el ele gönül gönüle verip Hakka vasıl olacağız demektir. Keza Hadis-i Şeriflerde de bu manada benzer çağrılar vardır. Mesela; ''Allah'ın ehli onlardır ki, görüldüğü zaman, Allah hatırlanır'' hadis-i şerifi bunun bariz bir delilidir zaten.

Hâsıl-ı Kelam; Mevlana’nın buyurduğu gibi; “Padişahın dostu olan hiç zayıf kalır mı?” Elbette kalmaz. O halde bu dünyada evliyayı dost edinen de zayıf kalmaz dersek yeridir.

Vesselam. 

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.