Azgınlaşan Yahudi Devleti İsrail, İslam Ümmeti’nin işbirlikçi ve basiretsiz yöneticileri sayesinde kazandığı güçle dönem dönem zulüm nöbetlerine girmekte ve Osmanlı’nın çöküşünden beri Filistin’de açılan yarayı kanatmaya devam etmektedir. İslam Ümmeti’nin bağrında açılan ve hala kanatılmaya devam eden bu yara nasıl açılmıştır?

Osmanlı Devleti’nin yok edilmeye başlandığı yıllarda Sultan II. Abdülhamit büyük dehası ve ileri görüşlülüğü ile yapmış olduğu icraatlarla bu devleti ayakta tutmaya çalışmıştır. Devleti zayıflatmaya başlayan dış borçları bir yandan bir an önce ödemek ve bir yandan da alınan paraları yerlilerinde kullanarak hem ekonomik ve hem de siyaseten güçlü kalmaya çalışıyordu.

Bu dönemde Osmanlı’yı zayıflatarak acze düşürüp yok etmeyi planlayan dış güçler değişik yerlerde yaşayan etnik gurupları kışkırtmaya başlamışlardı. Böylece devletin başına yeni etnik sorunlar açıyorlardı. Bu etnik guruplardan birisi de Filistin’e yerleştirilmek istenen Yahudiler’di.

Bilindiği gibi 1492 yılında İspanya’dan ve değişik Avrupa ülkelerinden kovulan Yahudiler Osmanlı Devleti tarafından kabul edilmiş ve değişik yerlerde ikametlerine izin verilmişti. İşte İmparatorluk içindeki bu Yahudileri Filistin bölgesinde toplayarak yeni bir etnik hareket ve yeni bir sorun başlatma planı yapılıp sahneye konulmak isteniyordu. Bu plan Ortadoğu’yu bu gün kan gölü haline getiren Siyonist hareketin planıydı.

Osmanlı Devleti, Filistin’de Yahudi yerleşimini arttırmayı planlayan bu Siyonist harekete karşı daima duyarlı ve dikkatli bir politika uygulamıştır. Özellikle II. Abdülhamit, Siyonizm’i siyasal bir sorun olarak görmüştür. Yahudilerin kitlesel olarak Filistin’e yerleştirilmelerinin İmparatorluk içinde doğuracağı sorunları önceden görmüş ve buna karşı doğru ve isabetli politikalar izlemiştir. Yani bu gün yaşamakta olduğumuz bu Yahudi-İsrail sorununu doğacağından hep endişe etmiştir.

Osmanlı Devleti, Filistin topraklarında Yahudi yerleşimini engellemek için bir takım tedbirler almıştı. Bunlardan birisi ve ilki Filistin topraklarını hukuki olarak sağlama almaktı. Filistin topraklarına Yahudi yerleşimini engellemek için 18 Recep 1287 tarihli (1871) İrade-i Seniyye (Padişah onayı) ile Filistin toprakları miri arazi yani devlete ait arazi haline getirildi.

Bu hukuki toprak düzenlemesinin yapılmış olmasına rağmen Filistin topraklarına Yahudilerin yerleşme planları sona ermedi. Değişik zamanlarda imparatorluk içerisinde bulunana Yahudilerin bu topraklara yerleşmek için müracaatları oldu. Devlet bu taleplere karşı tedbirler aldı.


Büyük bir deha sahibi ve devlet adamı olan II. Abdülhamit 21 Zilhicce 1308 (15 Temmuz 1891) tarihinde yayınladığı iradeyle Filistin’de Yahudilerin yerleştirilmesine karşı çıkarak bunun sebeplerini açıkça beyan etti. Bu sebeplerin başında da Filistin’de yerleşmek isteyen Yahudilerin bu topraklarda bir Yahudi devleti kurma amaçlarının olduğunu belirtti. Daha sonra II. Abdülhamit Yahudilerin Filistin topraklarına yerleşmesini engellemek için Filistin da dâhil olmak üzere bütün Osmanlı Devleti topraklarında Yahudilere toprak ve mülk satışını yasaklamıştır.

Buna rağmen Filistin’e Yahudileri yerleştirmeyi amaçlayan Siyonist hareketi planlayanlar bunu uygulamaktan asla vaz geçmemişlerdir. Bunun için Osmanlının büyümekte olan dış borçları sebebiyle düştüğü Zafiyeti fırsat bilerek yeniden harekete geçmişlerdir.

Bu Siyonist hareketin liderlerinden biri olan Theodar Herzl 1901 yılının Mayıs ayında II. Abdülhamit’e gelerek, 1492 yılında İspanya ve diğer Avrupa ülkelerinden gelen Yahudi göçmenlerin Osmanlı Devleti tarafından kabul edildiğini hatırlatarak Filistin’e yerleşmeleri için izin istemiştir. Ancak bu talep II. Abdülhamit tarafından şiddetle reddedilmiştir.

Yahudiler tekliflerinde ısrar ederek Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşa aracılığıyla II. Abdülhamit’e bazı tekliflerde bulundular.

Yılın herhangi bir gününde Yahudilerin Filistin’e ziyaret maksadıyla girmelerine müsaade edilmesine ve Yahudilerin kendi dinlerine mensup olanların ziyaretleri esnasında içinde kalabilecekleri bir müstemleke (kanton bölge) kurmalarına izin verilmesine karşılık olarak şu teklif ve taahhütlerde bulundular:

1.Osmanlı Devletinin 33 milyon İngiliz altınına varan borçlarının tamamını ödemek.
2. İmparatorluğu korumak için 120 milyon franga mal olacak deniz filosunu yaptırmak.
3. Devletin mali durumunu canlandırmak için 35 milyon altın lira faizsiz Devlete borç vermek.

Sultan II. Abdülhamit,  Mabeyin Başkâtibi Tahsin Paşa vasıtasıyla Yahudiler tarafından yapılan bu teklif ve taahhütlere şu şekilde cevap vermiştir:

“Tahsin onlara de ki; Devletin borçları onun için bir ayıp değildir. Çünkü Fransa gibi başka devletlerin de borçları vardır ve bu borçları onlara zarar vermemektedir. Kudüs-i Şerif’i İslam için ilk önce Hz. Ömer (r.a.) fethetmiştir. Burayı Yahudilere satma kara lekesini ve Müslümanları korumam için bana tevdi ettikleri emanete suçunu yüklenemem. Yahudiler, mallarını kendilerine saklasınlar. Devlet-i Aliye’nin İslam düşmanlarının mallarıyla yapılan düşman kalelerinin arkasına sığınması mümkün değildir. Emret çıksınlar! Bir daha da benimle görüşmeye veya buraya girmeye uğraşmasınlar! “

II. Abdülhamit tarafından Filistin’de Yahudi yerleşimine karşı uygulanan bu kararlı politika ne yazık ki; onu bir ihtilal sonucu 1908 tarihinde tahttan indirerek daha sonra iktidara gelen İttihat ve Terakki hükümetleri tarafından aynı kararlılıkla sürdürülmedi.

İttihat ve Terakki iktidarları döneminde çıkarılan bazı kanunlar Yahudilerin Filistin’e yerleşmeleri için adeta bir zemin oluşturdu. Arazi Kanunu’ndaki Ölü Toprakların İhyasına ait 78. ve 103. maddelerinden Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan Yahudilerin yararlanmalarına dair 7 Eylül 1911 tarihinde yayınlanan „Şurayı Devlet (Bakanlar Kurulu) Kararı“ Yahudilerin bu topraklara yerleşmesi için yeni bir adım oldu. Böylece Filistin’de Yahudi nüfus artmaya başladı. Bu yıllarda Filistin’de Yahudi nüfusu 1876 yılına göre üç kat arttı. Osmanlı Devleti’nin zayıflaması üzerine de Yahudiler Filistin topraklarındaki hedeflerine adım adım yaklaşmaya başladılar.

Osmanlı Döneminde Filistin topraklarından oluşan Kudüs 1877 tarihinden beri merkeze bağlı bir mutasarrıflık durumundaydı. 1878 yılında Nablus ve Akka Kudüs’e bağlandı. Böylece Filistin’in kuzeyi Beyrut valiliğine güneyi ise Kudüs mutasarrıflığı idaresine bağlıydı.

1. Dünya Savaşı’ndan sonra ise Filistin’in yönetimi Osmanlı idaresinden çıkarak İngiliz mandasına geçti. Böylece İngilizlerin sağladığı imkânlarla dünyanın değişik yerlerindeki Yahudiler bu toprakları satın alarak buraya yerleşmeye başladılar. İngilizler himayesinde kurdukları IRGUN ve LEHİ terör örgütleri vasıtasıyla bu bölgede kan akıtmaya başladılar. Bu örgüt militanları 9 Nisan’da Deir Yasin köyünde katliam yaptı. Bu katliamdan sonra binlerce Filistinli Lübnan, Mısır ve Batışeria’ya kaçtı. 14 Mayıs 1948 tarihinde İsrail Devleti bağımsızlığını ilan etti. 15 Mayıs 1948 tarihinde İngiltere Filistin’de mandalık yönetimini bitirmek istediğini duyurdu. Yahudi İsrail Devletini kuran terör örgütü militanları 1948 yılının Aralık ayında Arap köylerinde etnik temizlik harekâtı başlattılar.                   

Siyonizmin güdümünde bulunan BM desteğiyle 1948 yılında İsrail Devletinin kurulmasıyla kanamaya başlayan bu yara giderek azgınlaşmaya başladı. Bu Siyonist hareketi başlatarak bu güne kadar destekleyen güçlerin gözü önünde bu gün Filistin ve Gazze’de artık bir yara kanamasından öte vahşet ve soy kırım yaşanır hale geldi.

Kısacası Osmanlı bitişiyle kanamaya başlayan Filistin yarası bu gün kangrene dönüştü.  Osmanlı Devletini yıkan İslam âlemini bölük pörçük eden dış güçler bu gün de hala sinsi emellerine devam etmektedirler. İslam ülkelerinde oluşturdukları kukla iktidarlarla saltanatlarını sürdürmeye çalışmaktadırlar. Yahudi çetelerinin arkasında olan bu güçler, dün Ermeni çetelerinin arkasındaydı bu gün de PKK çetelerinin arkasındadır. Nihai hedeflerinin Türkiye olduğunu da akıldan çıkarmamak gerekir. Zira Siyonistlerin, Tahrif ettikleri Tevrat’ta (Muharref Tevrat) kendilerine vaat edildiğine inandıkları (arzı mev’ud) Nil’den Fırat’a kadar olan topraklara sahip olmak son emelleridir. Bu topraklardan en önemlisi de Türkiye’dir. Bu sebeple bu konuda çok daha duyarlı olmamız gerekmektedir.

Yalnız şunu da bilmek gerekir ki, hiçbir zulüm sonsuz değildir. Daha önceleri hiç ses çıkaramayan İslam Ülkelerinde yaşanan yeni yönetim değişimleri sebebiyle bu gün daha gür ve daha umut verici seslerin yükseldiğine şahit oluyoruz. Başta ülkemiz olmak üzere Mısır, Tunus, İran gibi ülkelerin aynı ses ve tonla bu zulme karşı durması diğer İslam ülkeleri için de ümit verici olmaktadır. Bu vesileyle diktatör ve işbirlikçi idarecilerin yerini halkın gerçek temsilcileri almasının bu zulmün tamamen durdurulması için bir başlangıç olacağını ümit ve temenni ediyoruz.

Kasım 2012

 

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.