Öğrencilik yıllarımızda, Cengiz Dağcı'nın romanlarından iki türlü etkilenmiştik. Demek ki Türkiye dışında da yazılan bir Türk Edebiyatı vardı. Kırım Tatar Türkleri arasından çıkan güçlü bir kalem, onların siyasi ve sosyal hayatlarını çekici bir dille sergiliyordu. Ve yine görülüyordu ki Sovyetler Birliği esaretine girmiş olan Türk topluluklarının sorunları bizim daha yakın plandan ilgi alanımıza girebiliyordu.

Çok daha sonraları eserleri ile karşılaştığımız Kırgız Türk Yazar Cengiz Aytmatov ise doğrudan Türklük kavramından yola çıkmayıp, mensubu olduğu milletin sosyal ve kültürel değerlerinden hareketle, derinden mesajlar verme yöntemini seçiyordu. Kendi kültürel özelinden evrensele açılıyor ve daha geniş bir etki alanı oluşturuyordu.

Aytmatov'u Türkiye'de ilk tanıtan sol kesim olmuştu. Türkiye solunun olumluluk hanesine yazılacak bir hizmetti. Ancak Sovyetler Birliği sempatisi ağır basan Türkiye solunun Aytmatov'un romanlarındaki şifrelerin farkında olduğu da söylenemezdi. Çünkü Sovyetler Birliği de o şifrelerin bilincinde olsaydı, Aytmatov'un yolunu açmazdı.

Önüne engeller çıkan su akıntıları o engellere teslim olmazlar. Umulmadık bir aralıktan bir boşluktan, hatta bazen geçit vermez sanılan kayaların içinden sızarak akışlarını sürdürürler. Bir sanatçı için de engelleri aşmada, akan su ile bir benzerlik düşünülebilir. Ben Cengiz Aytmatov'u böyle düşünmüşümdür.

1992 yılında İLESAM Yönetim Kurulu Başkanlığım sırasında, Cengiz Aytmatov'a "Türk Dünyası Edebiyatına Hizmet Ödülü " vermeyi kararlaştırmıştık. Ödül törenine, Türkiye'ye getirmek için harekete geçtik. Lüksemburg'da büyükelçiydi. Danışmanıyla yaptığımız telefon görüşmelerinde, ayrıntılı bilgiler isteniyor, ödülün mahiyeti, ödül objelerinin ne olduğu soruluyordu.

Ben bu soruların altında ödülde maddi unsur olup olmadığı bilgisinin, yani para verilip verilmeyeceği hususunun öğrenilmek istendiğini seziyordum. Yönetim Kurulu kararımızda olmamasına rağmen, Aytmatov'un danışmanına, bin dolar maddi ödülün de takdim edileceğini ilettim. Kısa bir süre sonra Aytmatov'un ödül törenine geleceği bildirildi.

Sovyetler Birliği'nin yeni dağılmış olduğu o dönemde bin dolar önemli bir miktardı. Ancak Yönetim Kurulu üyeleri, kullanmış olduğum bu inisiyatiften dolayı beni sorguluyor, hatta sorgulamanın da ötesinde suçlama yoluna gidiliyordu.

Türk Dünyası ile ilgili heyecan rüzgârlarının yoğun estiği o dönemde Aytmatov gibi bir yazarın Türkiye'ye getirilmesi büyük önem taşıyordu. Yönetim Kuruluna bunu anlattıktan sonra, gerekirse o bin doları kendi imkânlarımla karşılamayı da düşünerek öyle hareket ettiğimi söyledim, itirazlar da kesilmiş oldu.

Aytmatov ödül töreni için Ankara'ya gelmişti. Rusya Federasyonu Büyükelçisi Çernişev, Aytmatov'u yakın kuşatmaya almıştı. Kendisinin bulunmadığı yerlere bir elemanını mutlaka gönderiyor, gece gündüz bizi izletiyordu.

Basının büyük ilgisi vardı ve görüşme taleplerini sıraya koyuyorduk. Çernişev'in ölgesi olan adamı ise hiç birini ihmal etmiyordu. Artık iyiden iyiye sinir bozmaya başlamıştı. Ne yapsak adamı atlatamıyorduk.

Başbakan Süleyman Demirel o sırada Orta Asya gezisinde bulunduğu için Başbakan Vekili Erdal İnönü'yü ziyarete gittiğimizde ise Çernişov'in gölgesinin bizden önce Özel Kalem'e gidip oturduğunu gördük. Özel Kalem odasından makam odasına geçerken arkamızdan gelmekte olduğunu fark ettiğim gölgenin suratına kapıyı kapatarak, kendisini dışarıda bırakabildim.

Aytmatov'un ödül töreninde yapmış olduğu konuşma "Turan Ülkesinin Rönesansı Tomurcuk Veriyor" başlığını taşıyordu. Büyük bir heyecan dalgası estiriyordu. Çünkü Türkiye'de bile böyle cesur bir çıkış mümkün değildi. Yetmiş yıllık Sovyetler Birliği döneminin ülkemizdeki uzantıları olan baskı odakları, yıldırma ve sindirme hareketlerinde başarıya ulaşmışlardı. Hele "Turan" ifadesini kullanmış olanların geçmişte yaşamış olduğu maddi ve manevi zulümlerin etkileri oldukça yaygındı.

Aytmatov aynı konuşmasında, Türkiye'den aldığı bu ödülün kendisi için Nobel ödülünden daha değerli ve anlamlı olduğunun da altını çiziyordu.

Ancak basınımızın sol damarı, Aytmatov'un gelişine ilgi göstermesine rağmen bu tür mesajlarından hiç de hoşlanmamış, es geçmişti.

O sırada Türk Dil Kurumu yöneticilerinden,Yönetim Kurulu üyemiz Prof. İsmail Parlatır, Türk Dili Dergisi için Aytmatov'la bir söyleşi yapıyordu. Bulvar Palas'taki kahvaltı masasında cereyan eden bu söyleşinin bir yerinde Aytmatov, yeni Türk Cumhuriyetleri edebiyatlarından örneklerin Türkiye'de, Türkiye edebiyatından örneklerin de oralarda yaygınlaşmasının önemine işaret ediyor, örnek olsun diye de telaffuz ettiği isimler arasında benim adımı da zikrediyordu. Yanımda gerçekleşen bu söyleşi Türk Dili Dergisi'nde çıktığı zaman adımın çıkarılmış olduğunu görüp buruk bir gülüşle geçiştirdim. Çünkü benzer bir durumu daha önce de yaşamıştım. Hisar şair ve yazarlarından Nevzat Yalçın "Dönüş Acıları" romanım için kaleme aldığı yazıya "Yeni Bir Yakup Kadri mi?" başlığını koymuştu. Türk Dili Dergisi bu yazıyı yayınlamış ama başlığı değiştirmişti. Herhalde beni "şımartmamak" gibi bir "dostluk" duygusu içinde olmalıydılar...

Cengiz Aytmatov'a ödül verilmesinin ardından, Cengiz Dağcı'ya da ödül verilmesi gerektiği yönünde teklif ve tavsiyeler yoğunlaşmaya başlamıştı. Demek ki edebiyat okur ve çevreleri kendisini unutmamıştı. Biz de ertesi yıl Dağcı'ya da ödül verilmesini müzakere edip karara bağladık.

Kendisi Londra'da yaşıyordu ve hasta olduğu söyleniyordu. Törene gelememişti, ödülünü gazeteci Mustafa Köker, kendisine götürüp sunmak üzere almıştı. Cengiz Dağcı bu hatırlanmadan dolayı duyduğu mutluluğu, Türk Edebiyatı Dergisinde yayınlanan bir yazısında duygulu bir üslupla dile getirmişti.

Yıllar sonra Londra'ya gittiğimde, oradaki dostlarla kendisini ziyaret ettiğimizde bize ilk sözü "Ben bu kadar ilgiyi hak edecek ne yaptım ki..." olmuştu.

Londra'nın seçkin semtlerinden birinde mütevazı, sevimli bir villada yalnız yaşıyordu. 86 yaşındaydı. Başucunda bir resim vardı. Ölen eşiymiş. O resmin yanında bizim verdiğimiz, adımı ve imzamı taşıyan ödül belgesi duruyordu. Duygulanmıştım. Birden, Dağcı'nın "Yurdunu Kaybeden Adam" romanına ve o romanı okuduğum zamanlara kaymıştı düşüncelerim. 

Dağcı'ya, "Aytur ola ağlarım..." deyince gözleri ışıldadı. "Bu bir Kırım türküsüdür. -Kırım'ın üstünü aldı bir duman, aytur da ağlarım...- Sen nereden biliyorsun bunu?

Cevap olarak "Ben bunu Yurdunu Kaybeden Adam romanından biliyorum deyince daha bir ilgi duydu ve yazmış olduğu o romanı yeniden hatırlamış gibi oldu.

Ana yurdundan ve ata ocağından savaş dolayısıyla uzaklara düşen roman kahramanı, bir gün döndüğünde yıkık duvarları görür karşısında.

Doğup büyüdüğü ev bir virane olmuştur. İşte o zaman o Kırım türküsünü mırıldanır: Aytur da ağlarım... (Söyler de ağlarım)

Cengiz Dağcı ile sohbetimiz sürerken, söz Varlık Yayınları ve sahibi Yaşar Nabi'ye gelmişti. Telif haklarının ödenmesini hatırlatan bir haber gönderince Yaşar Nabi, "Hem kendisini şöhrete kavuşturduk, hem de para mı ödeyeceğiz" demiş... "Ama Allah rahmet eylesin, bir ara Londra'ya gelince eşiyle birlikte beni ziyaret etmişti Yaşar Nabi." diyerek kırgınlığının geçmiş olduğunu söylüyordu.

Londra'da yaşayıp ölmüş bir Türk şairi daha vardı. Kıbrıs Türk şiiri Osman Türkay… Nobele aday gösterilmiş, fakat Osman Türkay ödül karşılığı olarak Türk aleyhtarlığı gibi bir sicile sahip olmadığı için verilmemişti.

İLESAM Başkanlığım döneminde O'na da "Türk Edebiyatına Hizmet Ödülü" vermeyi kararlaştırmış, kendisini Ankara'ya davet etmiştik, gelmişti. O da Cengiz Aytmatov gibi, Türkiye'den almış olduğu bu ödülün kendisi için Nobel'den daha anlamlı ve önemli olduğunu ifade etmişti. O vesileyle Ankara'da bir şiir gecesi de düzenlemiştik.

Şiir Gecesi'nin sunuşunu üstlenen Rıdvan Çongur'du. Çongur kendi konuşma sürelerinin yarısı kadar bir süreyi de şairlere veriyordu. Saatler geçmiş, Osman Türkay hala sahneye çağırılmıyordu. Bir ara öfkeyle salonu terkettiğini gördüm. Peşinden koşup koluna girdim, özür diledim ama beni de kolundan silkeledi.

Haklıydı, gecenin onur şairi kendisiydi ama Rıdvan Çongur'un kürsü yönetimi böyle bir duruma yol açmıştı işte. Duruma müdahale edip, Osman Türkay'ın da gönlünü alarak mikrofona çıkardık. Vaziyeti düzeltmeye çalıştık.

Londra'ya gelmişken O'nu da ziyaret etmeyi çok isterdim ama ecel izin vermemiş oluyordu.

Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
Umut Özkan 2 yıl önce

Aytmatov'u Gün Olur Asra Bedel,
Sizi Oğuz Dede ile tanıdım..

Solakların derdi sanat-edebiyat değil.. Aytmatov'u sevmemeleri-anlamamaları çok normal..