Bayburt'tan çıktığımız gün: Temmuz 1916

1916 yılının Temmuz ayında düşen Kop Savunması’nın ardından Mustafa Nihat Özön tarafından kaleme alınan gerçek bir öykü...

Bayburt'tan çıktığımız gün: Temmuz 1916

Bayburt Postası - Dönemin edebiyat dünyasına Dergah dergisinde çıkan yazılarıyla giren ünlü yazar ve tarihçi çevirmen Mustafa Nihat Özön, Üçüncü Kafkas Ordusu’nda görev yaptığı yılları içeren anlatımlarında Bayburt'ta yaşadıklarına da yer vermişti. 1916 yılının Temmuz ayında düşen Kop Savunması’nın ardından Mustafa Nihat Özön tarafından kaleme alınan bu gerçek öykü, Şubat 1968 yılında günümüz Türkçesi ile Bayburt Postası Gazetesi’nde de yayımlanmıştı. Bayburt Postası'nın dev arşivindeki tarihi anlatımlardan biri olan bu yazı, bayburtpostasi.com.tr ile internet medyasında ise ilk kez yayınlandı...

Mustafa Nihat Özön / Bayburt Postası

Şimdi Bayburt’un üstündeyiz. Bataryalar, şose boyunca aşağı iniyorlar. Bir tepeden dimdik ineceğimiz için etrafımıza bakıyoruz. Sağımızda Çoruh, büyük fabrikaya doğru, etrafındaki ağaçların yemyeşil aksiyle, bizi boğan Temmuz güneşi altında, serin ve gölgeli akıyor. Solumuzda ağır bir hava ile örtülü vadi içinde köylerden gelen askerler, muhacirler karıncalaşıyor.

Kağnıların ezeli feryadı uzaktan insana hüzün veren bir ahenkle aksediyor. Dik bir merdiveni andıran yokuştan şehre indik, şehir bomboştu. Her yer bir harabeyi andırıyor… Kepenkler bile kapanmış dükkânların içi, götürülmeye değmeyecek lüzumsuz ufak tefek, darmadağın bırakılmış, etrafa saçılmış… Evlerin kapıları ardına kadar açılmış.

Kanunlar ahaliyi çıkarıyorlar. Başlarına çarlarını tutunmuş, gözleri korkunç bir alevle yanan bazı kadınlar ‘’Gurban, neydim, bir şeyimiz yoh...’’ diyorlar, evden eve ürkütülmüş kuşlar gibi kaçışıyorlar.

Bir çeşme başında, kadınlar su alıyorlardı. İspirli Mehmet Onbaşı içmek için yaklaştı. Kadınlardan biri ellerini kaldırarak Mehmet Onbaşı’ya doğru yürüdü:

"Askerler, ananız öle… Niçin bu gâvurların yüzünü bize gösterdiz?” diye bağırdı.

Çoruh’un üstündeyiz, köprüyü geçiyoruz. İstihkâm bölüğünden birkaç nefer hareketle çalışıyorlar. Köprünün kenarının suyu epeyce azalmış nehre bir daha baktım. Belki onu son görüşümdü. Gözlerimde bu son su hatırasını aksini taşıyarak mukabil yokuşa tırmanmaya başladım. Yollar ayrılıyor, kıtalar birbirine karışıyor.

"Üçüncü tabur! Çemişgezek grubu! 29! 29!"


Sesler de birbirine karışıyor.

Biz toplandık, bir hayli ilerlemiş olan toplara yetişmeye gayret ediyoruz. Yol mahşer gibi kalabalıktı. Askeri kafileler arasında, köylüler, muhacirler de var. Sırtına vurduğu yatağı ile yola çıkmış bir ihtiyar, tabütüvanı kesilmiş, olduğu yere çöktü. Yanımızda duran hastanenin mezarlığı hepimizin yakasına yapışmış gibiydi.

Ortasında, umumi harbin, bu soğuk ve sefalet şehirlerine Fatiha isteyen ufak abidesiyle, güneşin altında taze mezarları ve bazı parlak mermerleri gözüken mezarlıkta yatanlarla, hastaneden nakli bir türlü bitmeyen hasta ve yaralıların feci akıbeti hepimizi ürpertecek bir haldi.

İlerimizde, ta ufkun hafif dumanlı maviliklerine uzanan geniş yol simsiyahtı. Cephane kolları, sıhhiye bölükleri, büyük küçük ağırlıklar, seyyar hastaneler… Herşey… Herşey… Deve, beygir, katır, merkep her cins hayvan… Bir toz bulutu içinde ileriye sürükleniyorlar.

Biz, hastane yapılan kışlanın gerisinde kaldık. Toplar orada mevzi almışlardı. Batarya etrafı sessiz bir faaliyetle işlerine koyuldular.

Piyadeler bir tarlanın içinden yoldan geçenleri seyrediyor. Bir de telefondan bir emir:

"Toplar ateş açacaklar, düşman şehre giriyormuş! Sağda! Sağda!’’

Dürbünler hep bu söylenen tarafa çevrildi… Biraz evvel bizim indiğimiz yoldan Ruslar, her zaman yaptıkları gibi, beygirlere ikişer ikişer binmişler, iniyorlardı. Havayı yaran ilk mermi mevkiini, inleterek buldu ve arkasından kopmuş bir şerit gibi, onları olduğu yere mıhladı. Bu ilk mermiyi ikinci, üçüncü takip etti. Artık hiç arkası kesilmiyordu. 

Tam bu aralık yer sarsıldı; bütün Bayburt, toz duman içinde kaldı: cephanelikle köprüler atılmıştı.

Toplar telefonun getirdiği emir üzerine, grup ateşine başladılar.

Şehrin üstündeki toz tabakası yatışmıştı. Dumanlar başladı… Bu berrak Temmuz semasının maviliklerine kadar, kıvrıla kıvrıla yükselen dumanlar bize artık şehirde ne olduğunu göstermiyordu. Son mermi de atılmıştı. Telefon tarassut dürbünü başındaki kumandanın emrini tebliğ etti.

“Top bindir!”

Her şey hazır! Ağızları ve kayışlarının üstü köpük içinde kalan beygirler tepiniyorlar. Kumandan emrini verir vermez ileride yeni bir mevzi intihabı için mahmuzladığı al atını dörtnala kaldırdı. Arkasından bataryada tarlanın içinde şoseye çıkınca aynı suretle ilerlemeye başladı.

Güneş artık ufka yaklaşıyordu. Öğledeki yakıcılığını kaybetmiş, cüz’i büyümüştü ve gözleri kamaştıran bir aydınlık dağıtıyordu.

Bayburt muhafız bölüğü ve istihkâm bölüğü geçtiler. Biz de varız. Han gerisinde tekrar mevzie girmiş olan topların yanında kaldık.

Güneş tamıyla battı, hepimizi mütevekkil ve sabur gecenin siyahlıkları sarmaya başladı.

Bu karanlık aynadan, Bayburt üstünden ay göründü. Ağır ağır semaya yükselen bu ay etrafa sarı, şeffaf bir toz serpiyor gibi idi. Daha hâlâ, bu aydınlık altında, yolda tek tük mekkârelerle neferlerin lâgar ve yorgun vücutlarını sürükledikleri görülüyordu.

Cephane kolları gittiler. Biz de biraz sonra hareket edeceğiz. Hava gündüz ki hararet nispetinde serinledi. Odanın bir köşesinde ateş yakmış bir kafileyi hasretle gözlüyordum.

Gece ilerledikçe etrafın sükûtu da genişliyordu. Bazı ta uzaklarda, ürkek bir nöbetçinin patlattığı silah sesi nihayetsiz gibi gözüken ovada uzun akislerle dolaşıyor ve saniyelerle çınlıyordu.

Bir inilti peyda oldu. Koşuştuk… Kendini yerde sürükleyen bir adamın başı ucunda toplandık. Bir yaralı imiş… “Ana! Yandım! Ana yandım!” diye inliyordu. Sıhhiye onbaşısı yarasını sardı. Cephane arabalarından birine yerleştirdik.

İleride dolaşan Kumandan dörtnala geldi ve zaten koşulu olan batarya hareket etti.

Gümüşhane şosesinde ilerliyoruz. Ay tamamıyla başımızın üstünde idi. Muntazam ve berrak bir fanus gibi etrafı aydınlatıyordu.

Yolun iki tarafı kafilelerle dolmuştu. Sabahtan beri arabaların taşıdığı hastalar buraya yatırılmış, iniltiden geçmenin imkânı yoktu. Bir meydanlıkta tek tük ateş yakılmış, etrafına çömelen insanların çehresindeki feci manzara bu alevler karşısında çok korkunç şekiller alıyordu. Bazıları bu ateş kenarında yorgunluktan harap, kıvrılmış yatıyorlar, çatılmış silahları bekleyen nöbetçiler geziniyorlar. Sabahtan beri durmayıp hareket eden toplar ertesi gün tekrar faaliyete lazım olan kuvveti toplamak ister gibi sessiz uzanmışlar… Bu ateşlerden ara sıra onlara çarpan alev bir şimşek gibi parlayıp sönüyor.

Herkes birer, birer bir tarafa kıvrılıyor. Biraz sonra tek nöbetçiden başka kimse kalmayacak… Tekrar didişmek, çabalamak için kuvvet lazım… Bir deve böğürtüsü, içinde bulunduğumuz boğazı dolaşa dolaşa yukarılara kadar çıktı, oradan tekrar avdet etti. Bayburt’tan çıktığımız ilk gün böyle geçti.

21 Şubat 1968 / Bayburt Postası Arşivinden

Anahtar Kelimeler:
Mustafa Nihat özön
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
yusuf 10 yıl önce

Hastane karşısında acilan a101 market park bahanesiyle belediye tarafindan kapatildi.. Bu bayburt yasanacak yer degil valla