İnsan ancak kucağında yaşadığı toplumda şahsiyet bulabiliyor. Giyim zevkinden tutunda soframıza kadar uzanan bir dizi kültürel değerlerimiz, yaşadığımız toprakların bize sunduğu yerel avantajların bir sonucudur. İstesek de istemesek de birçok alışkanlıkları kendi kültür kodlarımızdan alırız hep. Gerek dini inançlarımız, gerek ailevi hayat bağımız ve gerekse toplum ilişkilerimiz olsun hemen her şey yerel değerlerimizin sonucu bir kazanımdır.

Bir insanın yerel değerlerle hemhal olmadan evrensellik iddiasında bulunması akla ziyan bir çıkıştır. Zaten bir insan doğup büyüdüğü toprakların kültürüyle barışık yaşamadan dış dünyayla nasıl barışık yaşayabilir ki. Besbelli ki evrenselliğe giden yol yerel tecrübeden geçmekte. Şayet bir insan içinde bulunduğu toplumla müşterek değerleri birlikte yaşayabiliyorsa, biliniz ki o insan dünyayı okumada ve entegre olmakta güçlük çekmeyecek demektir. Bakınız İslam’da zekât müeyyidesi bile bunun için vardır, yani en yakınından en uzağına doğru bir yardımlaşma entegrasyon ağı söz konusudur. Bu yüzden zekât müessesi için hem yerel hem de evrensel çapta değerler sistemi dersek yeridir. Nasıl öyle denmesin ki, bakın dünyanın neresinde yoksul, neresinde bir mazlum insan varsa onun derdiyle dertlenmenin adıdır zekât. Hatta nerede bir mazlum, nerede bir yoksul varsa bizim sınırlarımız oradan başlar da. İyi ki de zekât müessesemiz var, bu sayede Hızır misali yoksulların imdadına yetişilir de. Sadece zekâtla mı imdada yetişilir, hiç kuşkusuz ruhi boşlukta yüzen insanı bataklıktan kurtaracak tebliğ müessesemizde derde dermandır. Öyle ki hidayetine vesile olunacak bir kişide olsa onun için yollara düşülür de. Nasıl düşülmesin ki, Allah Resulü bu iş için en yakınından başlayarak yollara düşmüş, madem öyle bize de bu sünneti icra eylemek düşer. Düşünsenize İslam’ın doğuşunda ilk tebliğ yurdu Mekke’dir, daha sonra Medine ve en nihayetinde Mekke’nin fethi ile birlikte tebliğimiz kemale ermiş de. İşte tebliğ budur. Bir başka ifadeyle yerellikten hicret yurduna geçiş ve akabinde fethi mübinle evrensel nitelik kazanmanın adıdır tebliğ. . 

Hiç kuşkusuz bu topraklarda yaşamanın bize kattığı pekçok nimetler söz konusudur, dolayısıyla ne kadar şükretsek azdır. Coğrafyamız içerisinde farklı kültür, farklı ırk, farklı dinlere mensup insanlarla bir arada yaşamışlığımız da bizim açımızdan bir başka avantaj teşkil edip engin kültür havzamızda hemhal oldukta. Derken tüm yerel değerlerle birlikte bir arada yaşama alışkanlığımız kendi öz kültür kodlarımıza daha da bir zenginlik değer katarda. Besbelli ki, bu birikmiş zengin kültür havzasının oluşumunda asırlar boyu bu topraklarda bir arada yaşanmışlıkların çok büyük katkı payı vardır. Düşünsenize şu an edindiğimiz tüm kazanımları kendimiz üretmemişiz bilakis kültür havzasında hazır halde önümüze konmuştur. Hele ki bunlar arasında önümüze hazır konmuş dikkat çeken paha biçilmez bir değer hazinemiz var ki, o da hiç kuşkusuz kıyamete dek sürecek olacak İslam dininden başkası değil elbet. Ve bunu sırasıyla aile, çevre ve içerisinde yaşadığımız toplumun derin sinesi takip eder. Bakın Avrupa’da Müslüman olmuş pek çok insan bu tür hazıra konmuşluklardan yoksun halde İslam halkasına dâhil olabilmişlerdir. İşte Roger Garaudy bunlardan biri. Malum kendisi İslam’ı doğup büyüdüğü Katolik Fransa’da hazır halde bulmamış bir aydındır.

Evet, yerel değerlerimiz köklerimizden bize hazır halde ulaşmış armağanlardır, ama bu demek değildir ki önümüzde hazır bulduğumuz armağanları başkalarına karşı üstünlük kurmak için kullanılsın. Bilakis insanlığa soluk olmak için sunulmuş değer hazinelerimizdir. İlla bir üstünlükten söz edeceksek “İnanıyorsanız üstünsünüz” ilkesinin gereğini yapmak esas olandır. Nitekim bu tür üstünlük anlayışı dinimizce takva olarak kabul gördüğünden buna kimsenin itirazı olmaz da. İtiraz ancak hazıra konup da hiçbir şey üretemeyişimizedir. Ne hazindir ki bir yandan Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun, İmamı Gazali gibi dehalarla övünürken öbür taraftan birisi siz ne yaptınız diye sual ettiğinde cevaben sus pus kalabiliyoruz. Maalesef bu topraklarda XIX. yüzyıldan itibaren bizim diyebileceğimiz doğru dürüst deha çapında bir aydın çıkaramazken, hala üstünlüğümüzü X. yüzyıldan yükselişe kadarki dönemle sınırlı tutup teselli bulabiliyoruz. Oysa bu züğürt tesellisidir. Bakın elin adamı bilim ve teknolojik bakımdan geleceğini inşa ederken biz ise geçmişimizin o muhteşem medeniyetiyle avunmaktayız.

Her neyse geldiğimiz noktada yeterince mazinin o muhteşem hatırasıyla oyalanacağımız kadar oyalandık, şimdi artık geleceğe kanatlanmak zamanıdır. Hatta 2023 Türkiye projeksiyonu için yeni neslin bizim düştüğümüz hataya düşmemesi için şimdiden şu çağrıyı yapmakta fayda vardır: “Siz siz olun hem yerel hem de evrensel değerleri birbirine iki zıt rakip değer görmeyin. Zira bunca zamandır uzaya gidemeyişimize ne ninenizin eşarbı, ne dedemizin asası ne de sakalı engel olmuştur. Bikere uzaya gidemeyişimizin sebebi gayet net ortada, kültürel kök kodlarımızı gelecek kodlarla buluşturamayışımız engel olmuştur. Madem öyle bizim düştüğümüz hataya bari sizler düşmeyin. Bizden söylemesi.”

Evet, 'biz nerede bir hata yaptık' şöyle geriye dönüp baktığımızda o dönemlerde herhangi girdiğimiz bir kahvehanede mesela yer çekim kanunu mevzubahis olsa hemen oturduğumuz yerden kös kös ahkâm kesip “Yer çekimi kanunu Allah’ın bir lütfudur” demekle geçiştiriverirdik. Oysa bu tür ifadelerle sadece iman gücümüzü pekiştirmiş oluyorduk. Analitik düşünceymiş bilimsel tavır takınmakmış hak getire, bu tür refleksleri hep batıdan bekleyerek günümüzü heder ederdik. Akaidimizin güçlü olması elbette kayda değer ulvi bir haslet, ama kâinatta var olan kanunları açığa çıkaracak analitik düşünceden yoksunsak neye yarar ki. Hem iç, hem dış gözümüz olmalıydı ki Nizam-ı âlem sevdamız bir hayal değil evrensel hakikat olarak mührünü vurabilsin. Bakın, Allah (c.c) her şeyi bir kanuna bağlamış. Niye acaba? Çünkü yarattığı kul o kanunu bulup geleceğe kanatlansın diye. Hele ki bu buluşu birde Müslüman’ın bulduğunu düşünün o buluş maddi âlemde mana hüviyeti kazanır da. Zaten batının açmazı da bu noktada ortaya çıkıyor. Nasıl mı? Malum batı keşfettiği teknolojiyle maddeye mana kazandırmış olmuyor, bilakis keşfettiği maddi katma değerde donuklaşıp makinenin kölesi oluyor. Her şeye rağmen yinede bizim teknolojik bakımdan batıya kapalı olmamızı gerektirmiyor. Batıya teknolojik anlamda açık olacağız, ama kendi yerel değerlerimize kayıtsız kalmamak şartıyla açık olacağız. Şimdilerde gördüğümüz manzarada Batı klasiklerine verdiğimiz özeni ne hazindir ki İbn-i Rüşd’e, Gazali’ye, Mevlana’ya aynı misliyle gösteremiyoruz. Sanki yerel değerlerimize kapalı kalmak marifetmişçesine çağdaşlık olarak yutturulmaktadır. Oysa yerel değerlere kapalı kalmamak kaydıyla Proust’u, Balzac’ı Tolstoy’u, Dostyoyevski’yi, Albert Camus’u, Sartre’yi okumak olmalıydı. Bir yandan yerel klasikleri, diğer taraftan batı klasikleri okumalı ki kökü mazide ati olmak çok daha kolay gerçekleşebilsin. Aksi halde havanda su dövmüş oluruz.

Evet, Batı maddi keşiflerin zirvesine ulaştı ulaşmasına ama iç âlemden bihaberdir. Bu hususta Doğu’nun kapısını çalmak zorundalar. Bu yüzden Cemil Meriç ‘Bir Dünyanın Eşiğinde’ adlı eserinde; ruhu dindirecek tılsımı Ganj mitolojisiyle sembolize etmiştir. Yani Hind’in Ganj’a sadece bir nehir olarak bakmamış, tam aksine Ganj’a anlam yükleyip Doğunun bir nefesi olarak sunmuştur. Öyle ki, Cemil Meriç Hind ülkesini tanımlarken sadece çok dinli, çok dilli ve çok kültürlü coğrafya deyip geçiştirmemiş, bu çoğulcu manzarayı derinlemesine gözlemlediğinde ortak bir havuzda buluşturan gücün sevgi hamuru olduğunu tespit etmiştir. Derken bu tespitten bizde Osmanlı’nın ‘Kesretten vahdete’, yani çokluk içinde birlikte bir olmayı hatırlarız. İcabında Söğütte iki yüz çadırlık yerel otağımızdan üç kıtaya uzanan Nizam-ı âlemi hatırlarız.

Batı geçte olsa edebiyat ve sevgi sarayına Doğu revakından girebileceğini fark etmiş durumda. Biz ise tam tersi kıymet değerlerimizi unutmuş haldeyiz. Nasıl ki Batının ruhunun susuzluğunu gidermesi açısında Ganj’a, yani şiire, müziğe ve sevgiye ihtiyacı varsa bizimde hem köklerimizi hatırlamaya hem geleceğe kanatlanmak için bilime, teknolojiye ihtiyacımız vardır. Bunun böyle bilinmesinde fayda var.

Bu arada unutmayalım ki, yerellikten evrenselliğe giden yolda bir başkasının bulduğu keşiflere hazır konaraktan sıçranılamaz, daha çok kendi projelerimizle ve kendi ürettiklerimizle ancak sıçrayabiliriz. Üretmeliyiz ki, yeniden âleme nizam getirebilelim.

Şu da bir gerçek, yerel değerlerden yoksun evrensel değerlerde karar kılmak dipsiz bir kuyuda dolaşmak gibidir. Bir kere beşer olmamız hasebiyle her an istikametten şaşabiliriz, dolayısıyla gücümüz ölçüsünce aklımızı vahye teslim ederekten maddi üretimle haşir neşir olmalı ki; maddenin kölesi olmayalım. İşte bu yüzden Said Nursi Hz.leri “Mahalli iman kalptir. Akıl onun kapıcısı hükmündedir” beyanıyla bu gerçeğe işaret etmiştir. Zaten inanmamak Donkişot’ça veya ahmakça bir tavırdır. Bakın, Hz. Mevlana kâmil iman sahip olmakla ölümü Şeb-i Arus olarak görmüştür. İşte bu noktada aklın ölüme düğün gecesi diyecek kadar gücü olmadığını idrak etmiş oluruz da. Madem öyle bir yandan yerel değerlerle ruhumuzun açlığını gidermeye bakmalı, öte yandan evrensel değerlerle bilim teknoloji eksikliğimizi giderecek hamlelere girişmeli.

Tabi, yerel değerlerimizin gücü bunlarla sınırlı değil elbet,  aynı zamanda kimlik bunalımını giderici tek ilaç da. Yeter ki yerel bilinci toplumun tüm kesimlerine nüfuz ettirmeye çalışalım bak o zaman modern dünyada kimliğimizi yitirmeden yaşamamız çok daha kolay olacaktır. Zaten özümüzde romantizm, aşk, sevgi, kültür hamuru oldukça bizi öz kimliğimizden koparmak öyle kolay olmayacaktır. Sonuçta kafamızı gömdüğümüz kumdan çıkaracak vesileler zuhur ettiğinde bir şekilde özümüzü hatırlayıp köklerimize dönüş yapabiliyoruz. Yine de işi şansa bırakmamalı. İşi şansa bırakırsak, bilhassa genç kuşaklar günümüzün cilalı boyalı modernlik maskesi altında önlerine konulan her çarpık değer karşısında şaşkın ördek misali donuklaşabiliyor. Derken genç kuşaklar kökleriyle olan bağlarını koparıp hızla yabancılaşabiliyor. İşte buna meydan vermemek için hem yerel hem evrensel değerlerle tam donanımlı nesil yetiştirmek gerekir. Malum, yerel değerler toplumun sübjektif yönünü, evrensel değerler de toplumun objektif yönünü yansıtır. İşte iç ve dış olarak bu iki değeri barışık kıldığımızda yeniden dirilişe neslin doğuşu bir hayal değil hakikat olacağı muhakkak. Evet, yaşadığımız pek çok bunalımların kaynağında hem yerel hem de evrensel değerlerden yoksun kalışımızın etkisi söz konusudur.

İnsanlık önce kendi ruhunun sesine kulak verecek, daha sonrada dış dünyaya yönelmeli ki necat bulabilsin. İç âleminin susuzluğunu gideremeyen dış âlemle irtibat kuramaz, kursa da eninde sonunda lokal sınırlarına çekilecektir.

Şayet kökü mazide atiye doğru ilerlemek diye bir derdimiz varsa, bunun sırrını iki kutuplu dünyada aramalı. Tabi iki kutupluluk derken coğrafi olarak kuzey ve güney kutbu değil elbet, iç ve dış âlemi kastediyoruz. Bu âlemde hem zahiren hem batinen yer almalıyız ki her iki kutbu da dengede tutabilelim Aksi halde ten kafesimiz içerisinde tutsak kalmaya mahkûm kalırız. İşte “Hangi çılgın zincire vuracakmış şaşarım” çığlığı buna meydan vermemek için vardır. Ne sadece tek başına yerellik, ne de tek başına evrensellik tercihimizdir. Tercihimiz her iki değeri baş tacı edinmiş anlayıştan yana bir tercihtir. Madem öyle, böyle bir tercih anlayışıyla tıpkı bir zamanlar Osmanlı Söğütte iki yüz çadırlık beylikten dirilişe geçtiği gibi pekâlâ bizlerde Osmanlının torunları olarak Yeni Türkiye’yi çağlar üzerinden sıçratarak ilerleyebiliriz, neden olmasın ki. Bakın Şeyh Edebali ne de güzel ifade etmiş “Ey Oğul! İnsanı yaşat ki Devlet yaşasın.” İşte işin sırrı budur. Çağları aşan bu güzel öğüde kulak vermeli ki diriliş muştumuz bir hayal değil gerçek olsun.

Bakın, Peygamberimiz (s.a.v)’in hayatında da yerel ve evrensel çizgileri görmek mümkün. İlk Müslümanlar sayıca az ve yereldiler. Ama daha sonrasında, Hicret eşliğinde sayıca çoğaldıklarında Mekke’nin fethiyle birlikte hem yerel hem evrenselde oldular. Hatta bu değerler Veda hutbesiyle bütün çağları kuşatan bir beyanname olarak damgasını vururda. Anlaşılan o ki, hiçbir medeniyet yerel olmadan evrensel doruğa ulaşamıyor. Nitekim Mekke’de doğan güneş doğduğuyla yerle sınırlı kalmayıp önce bu ışık Medine’yi etkisi altın alır daha sonrasında da Mekke’nin fethiyle birlikte tüm dünyayı etkisi altına alacaktır. Nitekim bu ışıktan medeniyet hamlesi vuku bulur da. Öyle ki Türk’ün alp’i İslam’la buluştuğunda göçer konar durumdan yerleşikliğe geçmiş Selçukluda vatanlaşmış, Osmanlı’da ise cihanşümul Nizam-ı âlem olmuşuz. İşte bu gerçeklerden hareketle Prof. Dr. Osman Turan; ‘Türk Cihan hâkimiyeti mefkûremiz İslamiyet’le Nizam-ı âlem ülküsüne dönüşmüştür’ demekten kendini alamaz da...

Evet, bu öyle bir dönüşümdür ki, Türk cihan hâkimiyeti mefkûremiz İslam’ın ışığında bir üst aşamaya geçip Îlây-ı Kelîmetullah için Nizamı âlem ülküsüne dönüşür.

Vesselam.
       
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.