Timur için belki de ömrü boyunca işitebileceği en büyük müjde haberdi bu. Böyle bir habere can kurban, nasıl kurban olunmasın ki; kız evladından nur topu gibi bir oğul dünyaya gelmişti. Allah sanki Timur’a Mardin kuşatmasına karşılık böyle bir ikram lütfetmiş. Hem de nasıl bir lütuf. Öyle ki torununun gözden uzak olmasına bile gönlü razı olmaz. Derhal torununun iyi bir eğitimden geçmesi dileğiyle kızı Gevher Şad hanımdan alıp, sarayında babaannesine emanet eder.

Yolculuk denince genellikle büyükler akla gelir hep. Tabi bunun istisnası da var. Şöyle ki; o üç yaşındayken dedesi Timur’la birlikte Hindistan yollarına revan olan biridir. Ama yine de onun başına herhangi bir zarar gelmemesi için Semerkand’a götürülmesi talimatı verilir, talimat yerine getirilir de.  Malum; Semerkand öteden beri Timur’un gönül verdiği bir şehirdi. Belli ki torununu buraya yerleştirmekle ulema elinde yetiştirilmesi düşünülmüş. Zaten yerleşir yerleşmezde tez elden Kur’anı çocuk yaşta hıfzedecek kadar kendini belli eder. Ulemanın bile dikkatini çeken bu durum onun ileride insanları aydınlatacak ışık kaynağı olacağını gösterir.

Tüm bu özelliklere sahip bir insanın kim olduğunu tahmin etmişsinizdir, bu mümtaz şahsiyet tabiî ki Uluğ Bey’den başkası değildir. Çünkü Timur ismi anılınca ister istemez hep Uluğ Bey akla gelir. O Semerkand’ta devrin gözde âlimlerinden Bursalı Kadı Zade gibi büyük bir ulemadan matematik ve astronomi dersleri almayı da ihmal etmez. Bu yüzden Semerkand ilim tahsili bakımdan onun için ilk duraktır.  Zira o dokuz yaşına ayak bastığında ilim için Karabağ’a, Merağa ve ordan da Erzurum’a kadar uzanmış. Ne var ki dedesi Timur’un Otrar’da vefat etmesi üzerine ilk durağına, yani Semerkand’a döner.

Malum; Semerkand Timur’a hayatı boyunca gözbebeği olmuştu, gözbebeği olmanın ötesinde bu ilim yuvasını başkentte yapmıştı. Fakat Uluğ Bey’in babasının vefatıyla tahta geçen Şahrurla birlikte başkent el değiştirecektir. Dolayısıyla yeni başkent artık bundan böyle Herat’tır. Semerkand buna rağmen öksüz kalmamıştır. Şahrur bu şehrin yönetimini oğlu Mirza Muhammed Taragay’a, bir diğer adıyla Uluğ Bey’e teslim edilir.

Dedik ya, Timur ve Uluğ Bey Semerkand aşığıdır. Nitekim Uluğ Bey de tıpkı dedesi gibi ölünceye kadar Semerkand’dan ayrılmayacaktır. Öyle bir sevda ki buranın yönetimini eline alır almaz şehrin maddi ve manevi çehresini yeniden inşa edip yeni bir anlam katacaktır.

Deyim yerindeyse bu şehrin temelinde kök Timur’sa, gövdede Uluğ Beydir. Onun döneminde kardeşi Baysungurla birlikte Semerkand’a hayat veren birçok eserlere imza atılacaktır. Sadece Semerkand mı? Elbetteki hayır, bu inşa faaliyetinden Herat ve Şiraz’da nasibini alır.

Derler ya deha o dur ki; kendinden üstün deha yetiştire. Aynen öyle de Uluğ Bey de dedesinin izi üzerine iz sürüp Timur’u aratmayacak kadar ardından Bağ-ı Meydan ve Registanda kendi adını taşıyan Medresenin yanı sıra, yine Bağ-ı Meydan'daki o ünlü rasathane gibi daha nice eserler bırakır. Hâsılı günümüze kadar adından söz ettirecek dev eserlerde onun göz nuru,  el emeği ve mührü vardır.

Semerkand’da rasathane yapımında en büyük yardımcısı hiç şüphesiz Hocası Diyar-ı Rum’dan (Anadolu) Bursalı Kadizade-i Rumi lakaplı Selahaddin Musa ile Giyaseddin Çemşid’dir. Fakat eserin tamamlanmış halini hem Giyaseddin Çemşid hem de Kadizade-i Rumi görmeseler de onlar kabirlerinde rahat uyuyacaklardır. Çünkü medresenin tamamlanıp açılması kendi rahle-i tedrisatından geçmiş Mevlana Ali Kuşçu’ya nasip olacaktır. Uluğ Bey etrafında birçok âlim olmasına rağmen onun yanında Ali Kuşçu’nun yeri bambaşkaydı. Öyle ki onun yıldızlarla ilgili araştırmasını da eserinde yer verip dört başlıklı makalesini kitap olarak yayınlayacaktır.

Şahruh iyi ki de Semerkand’ın yönetimini Uluğ Bey’e teslim etmiş. Çünkü Semerkand bu denli zirveye çıkabileceğini tarihler kaydetmemişti, ama artık kaydedebilirler. Zira onunla Semerkand kemale erdi bile.  Ne var ki her yükselişin bir düşüşü var derler ya, bu Semerkand içinde geçerli bir yazgıydı, tıpkı insanlar doğar, büyür ve ölür ya onun gibi bir şeydir bu. Nitekim Şahruh’un ölümünü müteakip koskoca imparatorluk tek emanetçi bildiği Uluğ Bey’in eline geçer, amma velâkin etrafında nükseden kıskançlık cereyanı Bilge Hakan’ın canına tak edecektir. Özellikle yeğenleri ve çocukları arasındaki iç çekişmeler düşüşünü hızlandırır. Hatta bu taht kavgalarına oğlu Abdüllatif’te dâhil olur, derken baba oğul arasındaki zıtlaşma ve ardından birbirleriyle olan Dimeşk’teki savaş Uluğ Bey’in yenilgisiyle noktalanacaktır. Savaşın sonunda baba adeta esir muamelesi görür, derken bir ara oğluna güvenip Semerkand’a gelir. Fakat burada oğlunun kiraladığı Abbas adında bir adam tarafından acımasızca katledilerek öldürülür.

Bu arada ‘Bilge insanın (âlimin) göçü âlemin göçü’ hadisi şerifleri aklımıza takılır. Gerçektende Semerkand bu noktada öksüzdür. Nasıl öksüz kalmasın ki, o Bilge İnsan Uluğ Bey’in  hunharca hayatına kıyılmıştır, bağrına saplanan hançer aslında onun şahsında Semerkand’a saplanmıştır.

Velhasıl;  Semerkand mazide ki o muhteşem günlerine dönüşü bekliyor, yeni Bilge Uluğ Bey’lerin çıkacağı güne kadar Semerkand bizim biricik gözbebeğimiz olmaya devam edecektir elbet. Zira umudumuzu tüketmiş değiliz, bu böyle biline, vesselam…

Aralık 2012

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.