Eylem; ismiyle müsemma tahrik ve şiddet içeren, daha çok hissiyatıyla hareket eden gruplara atfen söylenilen bir kavram.. İcabında kavramdan çok bir kılıf, ama aklı başında olan bir insan bu kılıfla hareket etmez, hissiyle değil önce mantık süzgecini harekete geçirerek karar verir.  Bu yüzden mantık dışı her türlü eylem toplum nezdinde şiddet olarak karşılık bulur.

Peki ya tefekkür! Hiç kuşkusuz tefekkür düşünce içeren bir kavram ve toplum tarafından hürmet görür de. Ne var ki tefekkürü unutalı epey yıllar oldu, sanki bu topraklara bir daha uğramayacak gibi. Bikere kayıp nesil var ortada,  kaldı ki geçmişinden bihaber gençlik nasıl tefekkür abidesi nesil olsun ki. Dolayısıyla tefekkür dağarcığından yoksun gençliğin eyleme sürüklenişine şaşmamak gerekir. Ama bu tablo hazin bir tablodur.

Düşünsenize daha düne kadar enbiya, ulema ve evliyanın soluğunda kültürü, tefekkürü ve medeniyeti idrak etmiştik. Her sıkıştığımızda her an başvuracağımız başucumuzda kaynak kitaplarımız vardı. Fakat gel gör ki şimdilerde başvuru kaynaklarımızı kütüphanelerimizin tozlu raflarına mahkûm etmiş durumdayız. Ve hem kütüphaneler sessiz, hem biz. İşte kayıp neslin hali bu...

Evet, İslam sosyal hayatın bütününü kuşatan âlem şümul bir din ama maalasef bu yaşantıdan yoksun halde yaşamaktayız. Bu din bir güneş misali doğduğunda Allah Resulünün tebliğ ve irşadıyla anlam kazanıp yaşanan bir dine muhatap olmuşuz.  Derken İbn-i Haldun'un ifadelerinde geçen “İslam kavimleri bedevi idiler, İslam’dan sonra hadari umran ve medeniyete yönelmişlerdir” tespiti yerini bulmuşta. Gerçekten de insanlık bedevi hayat içinde kıskıvrak kıvrandığında, vahyin soluğu insanlığa derman olmaya yetmiştir. Ve İslam çöle inen nur olur da. Öyle ki bu nur sayesinde vahşiliğin yerini medenilik alırken bir takım cahiliye adetleri bir bir yıkılır da. Zaten Resulullah (s.a.v)'in “Bedeviliği bırakın medeni olun” sözü bu maksada yöneliktir.  Kaldı ki Müberra dinimiz, sık sık ifrat ve tefritten kaçınmamızı öğütlüyor. Çünkü aşırılığı ölçü edinme ya da uzlete çekilme hali, İslam’a zarar vermiştir hep.  Bu yüzden ifrat ve tefrite kaçan her hareket İslam’da tasvip görmez. Bakın,  Hudeybiye anlaşması başlangıçta Müslümanların aleyhine işleyen bir ahitname görünse de,  aslında izlenen akıl dolu bir itidali siyaset sayesinde Müslümanların lehine dönüşen bir ahitname olmuştur. Peygamberimizin bu akıl dolu siyasetinden zihnimize nakşetmemiz gereken husus; İslam’ın daha çok itidalliği düstur edinen ortamlarda yeşereceği gerçeğidir. Hakeza diğer peygamberlerde öyle yapıp yüklendikleri ilahi fermanla kavimlerinin beyin ve vicdanını harekete geçirmişlerdir. Böylece peygamber nefesinin değdiği kavimler sahte mabutlardan kurtulup gerçek hürriyeti tatmışlardır.

Anlaşılan o ki, gerçek hürriyet huzur ve itidal ortamlarda yeşerebiliyor. Bilhassa savaş dönemleri kitlelerin en çok hürriyete susadığı dönemler olarak bilinir. Barış dönemleri ise erişilen hürriyet ortamıyla birlikte ilim ve tefekkür olarak adından söz ettirir. Tabii İslam’ın olduğu yerde kaba kuvvetin hükmü olmaz. Çünkü İslam gönülleri fethederek bu günlere geldi ve kıyamete kadar bu ışık sönmeyecek de.

Madem öyle; İslam’a dört elle sarılmamız lazım, baskıcı, zorlayıcı ve şiddete yönelik metotlara başvurmak bize yaraşmaz. Bize her türlü vahşilik ve iptidai (ilkellikten) hareketlerin boyunduruğundan kurtulup medeni olmak yaraşır. O halde ne duruyoruz, nerede tefekkür abidesi bir hareket var orada olmak gerekir. Zaten tefekkür abidesi olmak varken eylemci cengâver olmak niye? Hem kaba kuvvetle kim ne bulmuş ki biz de bulalım. Kaba kuvvetle İslam’a hizmet ettiğini sananlar, aslında dinimize en büyük zararı vermekteler. Bilhassa radikal gruplar kendi vehimlerini hakikat sanıp habire etrafa korku salmaktalar. Oysa İslam korku imparatorluğu oluşturmak için doğmadı, gönüllere ışık olmak için doğdu. Şayet dert dava İslam’a hizmet etmekse bunun yöntemi itidali bir yol (orta yol) iz sürmekten geçer, asla etrafa korku salarak bir milim mesafe alınamaz. Nasıl alınsın ki, radikal grupların korkutma ve sindirmeye yönelik eylemleri yüzünden bir taraftan Müslümanlar zan altında kalırken diğer taraftan da İslam’a gölge düşürüp emperyalist güçlerin değirmenine sutaşınmış olmaktadır.

Dedik ya, radikalleşmekten kim fayda bulmuş ki, bizde bulalım. Faydaysa bu fayda daha çok emperyal dış güçlerin işine yaramakta. Ah! Eylem hastası bu tipler Dış güçlerin çirkin emellerine hizmet ettiklerinin farkına varıp bir uyanabilseler, Batı dünyasının ikide bir başımızda demoklesin kılıcı olarak salladığı Fundamentalist İslam yaftası ve Devrimci İslam etiketlemesinin kurbanlık koyunları olduklarını anlayacaklardır elbet. Batı bir kere insanlığı İslami fobi propagandasıyla esir almaya kafasına koymuş ve bunun gereği olarak da bilhassa körpe zihinlere habire İslam’ın bir şiddet dini olduğu algısını yerleştirme peşinde. Tutar tutmaz bu bilinmez ama görünen şu ki stratejik oyun tüm hızıyla devam etmekte hala. O halde bize düşen bu tür oyunları boşa çıkartacak akıl dolu hamlelerde bulunmaktır. Nasıl mı? Tabii ki eylemi ve şiddeti metot edinerek değil, müesseseleşmekle, ilme ve tefekküre yönelmekle oyun bozmalı.

Yetmedi sivil toplum inisiyatif yanımızı ortaya koyarak bozmalı. Kaldı ki onların uluslararası oyun kurucuları varsa bizimde kültür kodlarımızda sevda yüklü yüreğimiz var, yani sevda yüklü yüreğimizle bu oyunu bozabiliriz pekâlâ. Çünkü sevginin fethedemediği kale yoktur. Sevda yolunda yollar dikenli, çakıl taşlı olsa da bikere gönül ferman dinlemez ki. O halde gönül dilini dağa taşa, toprağa yazmak gerekir. Yetmedi gönül sevdamızı beyaz gelinlikle kefenlenmek gerekir. Çünkü beyaz kefen leke kaldırmaz.

Evet, bu dünyaya bir kuru dava için gelmedik, gönülleri fethetmek için geldik. Ama gel gör ki aramıza sızmış bir takım mihraklar Humeyni, Kaddafi, Saddam ve Esad gibi despot liderleri İslam’la özdeşleştirip “İşte İslam budur” demeye çalışıyorlar. Onlar aramızda fitne çıkardıkça dış güçlerde fırsattan istifade oyununu kurgulayıp kontrolü elinde tutmakta. Onlar kontrol ede dursun, hiç kuşkusuz Allah’ında bir hesabı vardır elbet. Gün ola harman ola, kontrolünde tuttukları bu oyun bir gün gelir ters tepip başlarına bela olur da. Kurguladıkları filme yabancı değiliz, çünkü daha önce bu filmi çokça izledik. Ama ne var ki bizimle alay edercesine tekrar tekrar sil baştan filmi geriye sarıp yeniden izlettiriyorlar. Ancak şunu iyi bilsinler ki; bir değil bin kerede izletseler bu tür sağ gösterip sol vurmak ya da sol gösterip sağ vurmak yöntemlerle İslam’a leke vuramazlar. Dedik ya İslam leke kaldırmaz, her şeyden önce dinin sahibi Allah, bu yetmez mi?

Bakın, İslam tarihi süreç içerisinde incelendiğinde her türlü kaba kuvvete iyi gözle bakılmadığı gözlemlenmiştir. Hele biz Türkler göçebelikten yerleşikliğe geçiş safhasında kuru cihangirlik davasıyla yetinseydik medeniyet olamazdık. İyi ki de yerleşik olup medeniyet olmuşuz. Sadece biz mi? Hiç kuşkusuz İslam’la müşerref olan hangi topluluk olursa olsun bir şekilde kabilevi kültürün cahiliye adetlerinden kurtulup yerleşirlikten medeniyete geçmesini bilmiştir. Nitekim bu hususta Bediüzzaman Said Nursi Hz.leri; “Medenilere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir” diyor. Evet, üstad iknadan söz ediyor, kaba kuvvetten söz etmiyor. Ancak iknayı önce kendi nefsimizde uygulamalı ki etrafımızı etkileyebilelim. Nitekim Bediüzzaman kendi nefsinde uygulayıp bu uğurda çilelere göğüs germişte. Hatta etrafına Risale-i nur hakikatlerini anlatınca takibe alınmış bile. Derken mahkemelere girmiş çıkmış, kendisine her türlü hakaretler yapılmış fakat o bildiği yoldan devam edip bir kez olsun talebelerini eyleme teşvik etmemiştir. Üzerine çok gelindiğinde ise sadece “zalimler için yaşasın cehennem” demekle yetinmiştir. O daha çok tebliğ, ilim ve tefekkür metoduyla yola koyulup etrafı aydınlatmışta. İlla eylemden söz edilecekse fikri eylemden söz edebiliriz, bunun dışında eylemi kaba kuvvet olarak görürüz. Hele Said Nursi’nin o engin fikri eylemi karşısında hangi rüzgâr durabilir ki. Tüm sahte mabutlar sus pus olup boyun eğer de. İşte ilmin ve tefekkürün gücü budur. O halde olabildiğince her türlü ifrat ve tefrit hareketlerinden uzak kalıp itidali bir yol izlemek şiarımız olmalıdır.

Şu bir gerçek radikal hareketler İslam’a yarardan çok zarar vermekteler. Hakeza İslami siyasallaştırmakta öyledir. Hele siyasete birde Makyavelizm’in bulaştığını düşünün böyle bir siyasi kirlilikte hangi akıl dolu İslami siyaset izlene bilir ki, ne mümkün. İşte bu yüzden Bediüzzaman; siyasetin şerrinden Allah'a sığınırım demiştir. Kaldı ki gelinen noktada ilmi siyaset rafa kaldırılmış, yerini siyasi kazanç hırsı, alavere ve dalavere almıştır. Siyasi kirlilik had safhadadır artık. Hatta böyle bir had safhalık her cinsten eylemcilerin işini kolay kılabiliyor. Tabii ortada temiz siyaset söz konusu olmayınca leş kargalarının cirit atması kaçınılmazdır.

Evet, siyasi kirlilikle birlikte radikal grupların eylemlerine bakaraktan ‘işte İslam budur’ denilmeye getirildiğinde işin rengi değişebiliyor. Oysa İslam’ı en ufak karalayıcı bir imada bulunmak ya da sataşma tüm Ümmet-i Muhammed’i incittiği gibi tüm cemadat, tüm hayvanat, tüm nebatat,  tüm kâinat incinip titrer de. Bir kere İslam’la hesaplaşma içerisine girenler şunu kafalarına iyi kazsınlar ki, bu yüce din her hangi bir gruba ait ya da bir şahsın tekelinde bir din değildir, dinin sahibi bizatihi Allah’tır, koruyacak olanda O'dur. Yani bu demektir ki çatlasalar da patlasalar da Hak gelince batıl zail olacaktır. Çünkü Yüce Allah’ın vaadi var, nurumu tamamlayacağım diye. Bu yüzden herkim ki İslam’ı karşısına almayı göze alır, bilsin ki Allah’ı karşısına almış olur. Tarihe şöyle baktığımızda Allah’a savaş açanların hiçbirinin iflah olmadıkları görülür. Akıbetlerinin ne olduğu malum, hepsi tarihin çöplüğüne gömülmüşlerdir. Madem öyle, şimdi nasıl olur da İslam bir gruba, bir zümreye, bir partiye, bir kuruluşa, bir şahsa mal edilebilir ki. Asla hiçbiri İslam’ın temsilcisi olamaz, ancak İslam’ın hadimi olunabilir, bunun ötesine geçmek haddi aşmak olur. Aşırılıktan, haddi aşmaktan kim ne bulmuş ki radikal gruplarda bulsun. İyi ki de Osmanlı devr aldığı kuru cihangirlik misyonunda karar kılmamış, yoksa yüz seneyi geçmeyen bir hâkimiyetle ömrünü tamamlayacaktı. İşte Moğol kasırgası bunun en tipik misalini teşkil eder. Malum, Moğollar yüz seneyi aşmayan bir hükümranlık geçirmiştir. Dahası Cengiz, Hülagû gibi yıkıcı serdarlar insanlığa medeniyet değil barbarlık miras bırakmışlardır. Bu yüzden gerçek manada devlet olma yolunda ilerleyememişlerdir. Belki ülkeleri kasıp kavurmakla,   taş üstüne taş koymamakla kısa bir hâkimiyet elde edilebilir ama bu yöntemle kalıcı olunamıyor, eninde sonunda varacağı doruk nokta tarihin harabelerine gömülmek olacaktır. İşte bu noktada Moğol serdarları ile çağ açıp çağ kapatan Fatih çok farklıdır. Farkı fark ettirende hiç kuşkusuz tefekkür gerçeğidir.

Bir kere Müslüman’ım diyen her fert tefekkür abidesi olmaya kendini namzet görüp farkı fark ettirmeli. Nasıl ki bir komünist farkını “devrim kanla yazılı” sloganıyla fark ettiriyorsa, aynen öyle de bir Müslüman’da farkını tefekkür abidesi olmakla ortaya koymalıdır. Şayet insanlığa soluk olmak diye bir derdimiz varsa önce işe kendi iç dünyamızdan başlayıp tefekkür soluğuyla soluklanmak gerekir. Bırakın ihtilal, terör ve şiddet gibi kavramlar onların olsun, bize İslam’ın o engin tefekkür deryası yeter artar da. İşte bu gerçeği gören Pakistanlı düşünür Fazlurrahman bakın ne diyor; ‘Bu aktivist gruplar zümreleşme, dar kafalı ve hoşgörüsüz olma temayülünü göstermektedir. Hatta onlar komünizme has usulleri almakta ve huzuru ihlal etmekteler.’ Evet, kayda değer müthiş tespit. Öyle ya, madem kuru cihangir bir davayla medeniyet hamlesi gerçekleşmiyor. O halde yeniden Tuna boylarında Nizamı âleme için, ilim ve tefekkürü yaymak için koşturmak varken aktivist gruplara özenip zümreleşmeye, dar kafalı olmaya ve hoşgörüsüzlüğe talip olmak niye? Batıyı anlarız da, bize ne oluyor. Kendimiz olmak varken başka metotlar edinmemiz bize yaraşmaz. Bir mümin için “Allah'ım maksadım sen, isteğim senin rızanı kazanmak” düsturu en güzel metottur. Şayet gayemiz Allah’ın rızasını kazanmaksa gerisi teferruattır. Yeter ki, İslam’a gönül verenlerin yaşayışı sıratı müstakim üzerine olsun, bak o zaman pembe şafakların doğacağı muhakkak. Zaten yaşanmayan bir din ya da fikir sloganik olmaktan öte anlam taşımaz.

Velhasıl; İslam’da militan ve eyleme baş tacı değil, tefekkür abidesi insan-ı kâmil baş tacıdır.

Vesselam.      
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.