İbn-i Abbas (r.a) Kur’an-ı Kerimi tefsir eden ilk sahabedir. Bu yüzden ona müfessirlerin piri denmiştir. O Kur’an’ın mana ve ruhuna uygun olarak nüzul sebeplerini ortaya koyup Resulullah (s.a.v)'in işaret ettiği usuller ve beyan buyurduğu hadisler ışığında ayetleri açıklamanın yolunu göstermiştir.

İşte İbn-i Abbas (r.a)'ın açtığı meşaleden hareketle Beyzavi, Celaleyn, Medarik ve Ebussuud gibi âlimler Kur’an’ı her devir insanın idrak edebileceği tefsir ilmine adamışlardır. Böylece gelecek kuşaklara tefsir konusunda rehberlik etmişlerdir.

İslam dünyasında sadece tefsir çalışmaları mı var? Elbette ki hayır, tefsir âlimlerinin yanı sıra birbirinden değerli hadis âlimleri de yetişmiş, hatta yazdıkları hadis kitapları Müslümanların başvuracağı baş kaynak olmuştur.  Derken zaman içerisinde Buhari, İbn-i Mace, Ebu Davud, Tirmizi ve Nesai’ye ait hadis kitaplar Kütüb-i Sitte (Altı kitap) adında birleştirilip şaheser hadis külliyatı ortaya çıkmıştır.

Anlaşılan İslam’ın temel kaynaklarına sıkı sıkıya sarıldıkça her devirde sahne alan Müslümanların baş belası fitne odaklarının oyuncağı olmaktan kurtulmak mümkün... O halde yapılacak olan tek şey Edille-i Şer’iyye’ye sıkı bir şekilde bağlı kalmak olmalıdır.

Gerçek şu ki; ehlisünnet âlimlerinin çalışmaları sonucu ortaya konan tefsir ve hadis külliyatların her biri yolumuzu aydınlatan fenerlerdir.  Hakeza Kur’an ve hadisleri yorumlama usul ve farklılığından ötürü (ictihad farklarından) doğan mezheplerin ortaya koyduğu fıkhı külliyatlarda öyledir. Hiç şüphesiz Rasulüllah (s.a.v)'in; ‘İctihad ediniz’ fermanı bu yolu açmıştır. Çünkü mezhep zehap kökünden gelip sanıldığın aksine ayrılık değil, fikri açılım okullarıdır. Öyle ki; İslam âlimleri ictihad da bulunurken Kur’an’ın zahiri manası için bile kılı kırka yaracak kadar titiz davranmışlardır. Onlar böyle yaparken maalesef günümüzde kendine âlim süsü veren birtakım aklı evveller de ayetleri derinlemesine incelemeden günü birlik yorumlarla istediği gibi açıklama cesaretini sergileyebiliyorlar. Oysa Allah Teâlâ; (Habibim), sana kitabı indiren O’dur. Onlardan bir kısım ayetler muhkemdir ki, bunlar kitabın anasıdır (temeli). Diğer bir kısmı da müteşabihlerdir. İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak ve teviline yeltenmek için, onun müteşabih olanına tabi olurlar. Hâlbuki O’nun tevilini Allah'tan başkası bilmez. İlimde yüksek gayeye erenler ise ‘Biz ona inandık. Hepsi Rabbimiz katındadır’ derler. Bunları salim akıllılardan başkası iyice düşünemez” (Al-i İmran–7)  beyan buyurmaktadır. Demek ki; ayet-i celileler açıklanması kolay ve açıklanması zor olarak vahiy edilmiş. Kaldı ki Kur’an’ın en kolay açıklanabilir ayetleri için bile İslam âlimleri derinlemesine zihin fırtınası yapıp, gerekli araştırmaları tamamladıktan sonra ancak nihai ictihadlarını ortaya koymuşlardır. Bakın, Caferi Sadık Hz.leri Kur’anı Kerimde geçen ayetleri anlama da dört önemli hususun varlığına işaret etmiş ve bu unsurları:

—Kuran’ın ibarat manası
(kelime anlamı),
—Kuran’ın işaret manası,
—Kuran’ın batını manası (iç manası),
—Kuran’ın hakaikı manası (gerçek anlamı) diye tasnif etmiştir.

Yukarıda zikredilen tasniflemeden de anlaşıldığı üzere her insanın Kur’an’dan mana çıkarması bulunduğu konuma göre değişebiliyor. Zira ayetlerin kelime ve zahiri dış anlamı avam (halkın genel seviyesi) içindir, ayetlerin neyi işaret ettiği zahiri âlimlere yöneliktir, iç manası evliyalar (ilmi ile amil olmuş âlimler) içindir,  hakaikı manası ise peygamberimize mahsustur. Elbette ki Kur'an-ı Kerimin mana ve ruhuna yakınlık bakımdan birinci kaynak Rasulüllah (s.a.v)’dir. Bu yüzden O'nun tartışmasız yeri Makam-ı Mahmud olup,  beşeriyetten hiç kimse bu makama ulaşamaz. Maazallah bu makamın davasını gütmek küfürdür. O halde peygambersiz İslam çerçevesi oluşturmaya çalışıp kendilerini kurtarıcı olarak lanse eden birtakım mihraklara fırsat vermemek gerekir. Şu iyi bilinsin ki asıl kurtarılmaya muhtaç kendileridir.

Bakın İsmail Çetin merak edip Gavs-ı Bilvanisi'ye Kur'an’ın mana ve ruhuna yönelik  (k.s)  sual eylediğinde verdiği cevap çok müthiş. Ve  Gavs-ı Bilvanisi (k.s) cevaben şöyle demiştir:

“ —Allah’ın ve Rasulallah’ın kelamı çok derin, dipsiz bir bahri amiktir. Onda yüzmek havası ümmete, müçtehitlere, kümeli evliyaya mahsustur. Bazı ayet ve hadis insanın kalıbına, bazısı ruhuna, bazısı sırrına, bazısı da hepsine ait olur. Şeriat ahkâmında, nefse müteallik olana tarikat, kalbe yönelmiş olana hal, ruha yönelmiş olana marifet, sırra yönelmiş olana hakikat yahut hakiki tevhit isim verilir. Bunları birbirinden tefrik etmek müşküldür. Hangi zat hangi ayet ve hadisle ne gibi şartlarla muvaffak oldu ise bu hususta o tedavi etme usulünü ona nisbet ederiz. Eğer biz aklımızla bunları açıklar isek hukuklarına tecavüz etmiş oluruz. Ayrıca Allah ve Resulünden kalpten kalbe intikal eden ilimler vardır. Ancak mücaz olan şeyhi mercu onu bilir. Bazıları henüz daha gizli gitmekte, bazıları söylenilmiştir. İşte söylenmiş olan kısmı söyleyene isnad etmek yine ayet ve hadise isnad gibidir. Hadiste isnad ne kadar kısa olsa o kadar kuvvetlidir. Bu ilimde ise isnad ne kadar uzun olsa o kadar faydalıdır” (Edeple Varış Lütufla Dönüş, S:18 1982, Isparta).

Ehlisünnet çizgisinden sapmış fırka-ı dâlle (sapık gruplar) her devrin fitne kapılarıdır.  Ehlisünnet gibi ana cadde dururken sapık yollara tevessül etmek hangi akla hizmet, doğrusu anlamak mümkün değil. Kaldı ki Allah Teâlâ; “Dinlerini bölük bölük edip fırka fırka olanlarla senin hiçbir alakan yoktur” (El-Enam/159) beyanıyla fırkalara ayrılmayı men etmiştir. Zaten fırka sözcüğünün kelime anlamı parti, gruplaşmak, ayrılmak ve bölük pörçük olmaktır. Ki; İslam'da asla ayrılık tasvip görmez. Bir kere fırka tabirinin sözlük anlamı bile tâ baştan ayrılık ve fitne doğurmaya yetiyor. Fakat mezhep öyle değil. Mezhebin sözlük anlamına baktığımızda yol, feri, ictihad farkları demek olup, bilgi üretimini teşvik ediyor. Kelimenin tam anlamıyla ehlisünnet çizgisini şiar edinmiş mezhepler yolumuzu aydınlatan rahmet fenerleri olurken, sapkın fırkalarda (firka-ı dâlle) ana caddede ilerleyen Müslümanları uçuruma sürüklemek için adeta fitne tohumu serpme rolü üstlenmişlerdir.

Rahmet ve fitne kapısı İslam âleminin her döneminde var olan zıt kutuplu kapılardır. Biri aydınlığa aralanan kapı olurken, diğeri ışığa kapalı kilit misyonu üstlenmiştir. Neyse ki İmam-ı Azam, İmam-ı Şafiî, İmam-ı Hanbelî, İmam-ı Malik, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbânî, Şah-ı Nakşibend, Abdülkadir Geylani ve Bediüzzaman Said Nursi Hz.leri gibi ehlisünnet âlimlerinin yollarını yol bilenler kendilerini tuzağa düşmekten kurtarabiliyor. Bu arada Müseylemet-ül Kezzab gibi yalancı peygamberler, Hasan Sabbah ve İbn-i Sebe gibi fitne elebaşlarının kucağına düşenler de helak olmuşlardır.  Maalesef bugünde değişik rollere bürünmüş Hasan Sabbah türü sözde kurtarıcılar etrafında toplayabildikleri kişileri efsunlayıp devr aldıkları fitne misyonunu Haşhaşi halde devam ettirmekteler. Öyle ki, bu sapkın önderlerin bir kısmı;

-Namazların vakitlerini sayısını çok bulup güya kendince âlimlik taslar, 
-Kimi zekât, hac ve oruç gibi temel konularda ahkâm yürütür, 
-Kimi ezan ve Kuran’ın dili ile uğraşır, kimi İslam’ın itikadı konularına el atıp fıkhı kaideleri görmezlikten gelir, 
-Kimi dinler arası diyalogdan dem vurup hâşâ Peygamberimizi kamyonete bindirecek kadar diziler takdim edebilmekteler, Türkçe olimpiyatlarla milleti kandırıp yarı çıplak kadınlı erkekli karışık salonlarda işte peygamberimizin ruhu burada diyebilmekteler,  haham, papazlar eşliğinde Muhammedisiz ezan okutup sırat köprüsünden geçme şovlarına yeltenebilmekteler. Oysa biz biliyoruz ki âlemlere rahmet olarak gelen Peygamberimiz (s.a.v) Salâvatı şeriflerin, İhlâsı Şerifelerin, Ya Baki entel Baki, İnşirah surelerin okunduğu halkalara teşrif etmekte. 
-Kimi kendini mealci diye takdim ederekten Kur’an’dan başka kaynak tanımadıklarını seslendirip kendi kafalarına göre meal yapmaya kalkışırlar.
-Kimi mezhepsizlikten dem vurur, kimileri de tasavvuf ile şeriat arasında sanki ayrılık gayrilik varmış gibi bir bardak suda fırtına koparıp habire kafa bulandırmakla meşgullerdir. Derken bütün bunlar İslam âleminin kıyasıya tartıştığı ayrılığı körükleyen yumuşak karnımız olur.

Şöyle bir geçmişe göz attığımızda İmamı Gazali'nin kendi döneminde vuku bulan bir takım felsefi akımların saçtığı fitne hareketlerine karşı mücadele verdiğini görürüz. Nitekim o, her türlü bidatin içimize sızmamasına büyük ölçüde engel olmuştur. Hakeza İmamı Rabbani  (k.s)’de tarikat ve şeriat ikiliği doğurmak isteyenlere karşı şeriat ve tarikatın birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini, bir bütün olduğunu vurgulayıp, ümmetin birlik ve dirlik içerisinde yaşaması için hizmette bulunmuştur. Anlaşılan ehlisünnet âlimleri kendi yaşadığı dönemlerde ehl-i sünnet dışı bidat tohumlarını içimize atma girişimlerine fırsat vermedikleri gibi Ümmet-i Muhammed’i her türlü fitneye karşı korumayı da ihmal etmemişlerdir. Ya Fitne odaklarının elebaşları ne yaptı derseniz, onlarda malum ümmetin önünde haramilik görevi ifa etmişlerdir. Kelimenin tam anlamıyla ilmi ile amil olmuş âlimler, evliyalar ve müctehidler vasıtasıyla fitne odaklarının hevesi boşa çıkmıştır. Nasıl boşa çıkmasın ki, onlar Resulü Ekrem’in varisi hükmünde âlimler olup sonsuzluğa uzanan yolda kılavuzlarımızdır. Tabiî ki her şey süt liman değil, bu arada ışığı karartmak isteyenler de çıkacaktır. Nitekim dün İbn-i Sebe, Hasan Sabbah gibi ışığı kapatan fitne önderleri vardı, bugün de türevleri var. Demek ki birileri yıkacak, birileri de inşa edecek, belli ki kader-i ilahiye zıtlıklar üzerine kurulmuş. 

Malum, peygamberler Allah'ın elçisidirler. Madem öyle hiç bir halife, hiç bir imam vahiyle özel görevlendirilemez. Peki, ikide bir “Bana vahiy geliyor” iddiasında bulunanlara ne demeli. Üstelik bu iddia sahipleri ilham da demeyip ısrarla vahiyden söz etmeleri akıl tutulmasının ötesinde deliliği de aşan bir durumdur. Belli ki fitneye yelken açanlar her devirde bir türlü iflah olmayacaklardır. Hâlbuki bütün vahyolunan ayetler Kuran’da cem olmuş (toplanmıştır),  daha bunun ötesi ne olabilir ki.

Maalesef tarihte Harici ve Şia hareketlerinin İslam dünyası üzerinde oluşturdukları o sancılı dönemin ardından içten çökertici sürecin bir benzerini coğrafyamıza bulaştırmak isteyenler var. Bilhassa Şia akımı; Peygamberden sonra halifelik hakkının Hz. Ali’ye ait olduğu davasını güder hep. Bunla da kalmayıp halifeliğin Hz. Ali (k.v)’den Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e devr olunup, en nihayet Hz. Hüseyin’in soyundan on ikinci İmam Kaim Müntezar Mehdiye geçtiğini ileri sürerler. Hatta bundan öte İmam Kaim Müntezar o karışık dönem içerisinde (873 yılında) Samara’da mağaranın bir mahzeninde saklandığına inanırlar. Dolayısıyla Şiiler Mehdinin zuhuruna kadar şimdilik hilafeti Ayetullah ve Hüccetullah’ların üstlendiklerine kanidirler. Gerçekten de Şia dünyası kendilerini Ayetullah bildikleri mollalara adadıkları yetmezmiş gibi on ikinci İmam olarak nitelendirdikleri Kaim Müntezar Mehdi’nin ortaya çıkacağı günü beklemekteler. Şiiler kendilerini kurtaracak Mehdiyi bekleye dursunlar, bizim coğrafyamızda türemiş şimdiden kendini mehdi olarak ilan edenler bile var. Dahası bu işi daha da ileri götürüp Allah’tan kendilerine vahiy geldiğini söyleyenler de çıkabiliyor.

Şurası muhakkak, ne yaparlarsa yapsınlar her halükarda sahtelik su yüzüne çıkabiliyor. Hakiki âlimler, hakiki şeyhler, gerçek müminler olduğu müddetçe sahte şeyhler, sahte âlimler, münafıklar cirit atamayacaklardır. Çünkü güneş balçıkla sıvanamaz, bu böyle biline.

Vesselam.   
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.