Kim derdi ki bir gün Karamanlı bir aile evladı Ahmet Muhyiddin Piri’nin ailesi Fatih Sultan Mehmed’in talimatı doğrultusunda İstanbul’a göç ettirilip ve o aileden Karamanlı Hacı Mehmet’ten dünyaya gelen bir oğul denizcilikte adından söz ettirecek. Malum o oğul Piri Reis’den başkası değildir. Demek ki; köken olarak kara ikliminde yetişmiş bir aileden deniz iklimine geçişle birlikte reis olunabiliyormuş.

Maalesef yeterince Osmanlı’yı tanımıyoruz. Zaten tanısaydık 600 yıllık tarihi boyunca ortaya koyduğu bilgiler bugünümüzü hazırlayan bilgi donanımı olduğunu anlayabilirmişiz. Hatta bugünkü küreselleşme veya globalleşme rüzgârının arka planında yer alan ışık kaynağının Osmanlı olduğunu fark edebilirdik pekâlâ. Anlaşılan küreselleşme gerçeği yeni keşfedilmiş değil, bize ait patent zaten. Nasıl mı? İşte Osmanlının nizamı âlem uğruna üç kıtada hükmetmesi bir tür küreselleşme harekâtıdır. Öyle ki; nizam-ı âlem sınırların ötesini aşan bir ülküdür. Zira Piri Reis'in amiralliğe giden yolda ilk işe koyuluşu korsanlıktan başlayıp Atlantis ötesine uzanışı bunu teyit ediyor. Ne var ki; bugünkü genç kuşağımız ne böyle bir ülkünün varlığından, ne de Piri Reis’in haritalarından haberdarlığı vardır. Kaldı ki haberdar olsalar bile yeteri kadar bilgilendirilmemişlerdir. Bu yüzden yeni nesil bize ait her keşif veya bilgileri uzaydan gelenler yaptılar diye algılamıştır. Belli ki; Osmanlı göz ardı edilmiş hep. Baksanıza o kadar duyarsız kalınmış ki; Kristof Kolomb’un haritasıyla neredeyse bire bir örtüştüğü tahmin edilen Piri Reis’in 1513 tarih itibariyle çizdiği harita her ne olduysa ortadan kaybolabiliyor. Neyse ki geçte olsa haritanın diğer bölümleri parçalanmış halde bulunup, insanlık bu önemli kaynakla yüzleşebilmiştir.

Piri Reis hatıralarından hareketle; denizciliği amcası Kemal Reis’in yanında öğrendiğini, amcasının kölesi Rodrigo ile birlikte Antilya denilen bugünkü Amerika kıtasına gittiklerini anlıyoruz. Keza kölenin Kristof Kolomb’la birlikte buralara kadar geldiğini anlıyoruz. Yine bir tarihçi bu bilgiye ilaveten; Columbus’un buralara geliş gayesinin Amerika'dan getirilecek altınlarla haçlı seferlerine finansman sağlamak olduğunu dile getirmiştir. İlginçtir Kristof Kolomb kıtaya ilk kez ayak bastığında Hindistan’a geldiğini sanmış, ama bir süre sonra buranın Amerika olduğunu klavuzu Rodrigo vesilesiyle keşfedip haritasını çıkaracaktır. Hiç kuşkusuz bunda en büyük pay sahibi Osmanlı deniz kuvvetlerine mensup Rodrigo’ya aittir. Kendisi köle olmanın ötesinde hem usta bir tayfa, hem de iyi bir haritacıdır. Tabii onun o sıralar Müslüman olduğunu sadece Christopher Columbus (Kristof Kolomb) biliyordu. İşte bu noktada Kristof Kolomb’un haritası önem kazanacak ama bu konuda Dr. Charcot “Colomb Vu Par Un Marin” adlı eserinde Kolomb’un kitabından aktarmalar yaptıktan sonra en son şu kanaate varıyor: Amerikanın keşfi Kolomb’a ait değil Müslüman denizcilere aittir! Evet, işin hakkını teslim etmek gerekirse bu ifadeler her şeyi izah etmeye yetiyor artıyor da.

Hele söz konusu kıtaya ayak basmaya dur, elbet gerisi gelecektir. Nitekim Kristof Kolomb’dan sonra kıtaya dört kez ayak basıp adından söz ettiren sıradaki isim Amerigo Vespucci olacaktır. Öyle ki; Vespucci buraya ilk adım attığında gördüğü manzara karşısında etkilenmiş olsa gerek ki; kıtayı Yenidünya anlamına gelen Mundus Novus adıyla anacaktır. Akabinde Alman haritacı Martin Waldsee Müller ise büyük bir vefa örneği gösterip Vespucci’nin adını verecektir, yani ismiyle müsemma Amerigo… Ancak oradakilere bu ismi bir türlü kabullenmeyecektir. Çünkü Amerikan ihtilalcılar kendi ülkelerini Birleşmiş Müstemlekeler (UNİTED COLONİES) olarak isimlendirmişlerdi, ama karşıt grupların ‘Kuzey Amerika Birleşik Devletleri’ tanımları daha ağır basmış olacak ki, daha sonrasında Thomas Paine bu tanımlamadan sadece Kuzey kelimesini çıkarıp ABD adını zihinlere yerleştirecektir. Derken ABD ismi kalıcılık kazanır. Kelimenin tam anlamıyla Columbus’un Antilya’sı, Vespucci’nin Mundus Novus’u, Martin Waldsee Müller'in Amerika'sı, Thomas Paine ile birlikte en nihayet ABD olur.

Tabii ki ABD hangi isimle anılırsa anılsın, bizim için Piri Reisi anmak daha bir önem arz edecektir. Çünkü o bizim rüzgâra göğsünü gere gere maviye gönül vermiş deniz fenerimizdir. Madem öyle “vira vira bismillah” anmaya devam edelim. Malum, Piri Reis önceleri korsanlık yaparmış. İyi ki de korsanlık yapmış. Zira O, Kitab-ı Bahriye adlı eserinde; Kristof Kolomb’un çizdiği haritayı esir aldıkları bir denizci sayesinde ele geçirdiğini, bu haritadan yararlanarak bir dünya haritası çizdiğini anlatır. Ayrıca Piri Reisin hatıralarından anladığımız kadarıyla bu kıtaya Amerika denilmeden önce Antilya denilmekteymiş. İşte böyle hatıralara sahip bir deha dikkat çekmiş olacak ki; Osmanlı Padişahı II. Bayezid’in daveti sonucu korsanlığı bırakıp, Osmanlı’nın hizmetine amade olacaktır. Bu arada amcası Kemal Reis’in ölümü üzerine 1513 yılında Avrupa ve Afrika’nın batı kıyı şeridini ve Güney Amerika’nın doğu şeridini gösteren dünya haritasını Yavuz Sultan Selim’e sunmayı da ihmal etmez. Keza 1526 yılında şu meşhur Kitab-ı Bahriye adlı eserinin yanı sıra 1528’de Kuzey Amerika Haritasını tamamlayıp Kanuni Sultan Süleyman’a takdim edip büyük takdir toplayacaktır. Elbette ki; onun bu çıkışı birçok hizmet alanında terfi etmesine yetecektir. Derken Piri Reis'in Osmanlı donanmasında en son görevi Mısır kaptanlığı olmuştur. Ne var ki; birtakım nedenlerden dolayı, hizmette kusur eylediği gerekçesiyle idam edilecektir.

Elbette ki Piri Reisimiz her fani gibi bu dünyadan göç etse de,  gözünü kapadığı dünyanın haritasını miras bırakmakla ışığın battığı yerden yeniden doğacaktır. Kelimenin tam anlamıyla O, Osmanlı'dan Türkiye Cumhuriyeti'ne geçişte gün yüzüne çıkan o müthiş mirasıyla adından söz ettirmekle gönül tahtında ebediyet kazanacaktır. Yani 1929 tarihi itibariyle Topkapı Sarayı müze haline getirilirken, onarım çalışmaları esnasında Milli Müzeler Müdürü Halil Edhem Eldem’in gözü bir anda Topkapı Sarayı arşivinde saklı bulunan deve derisine işlenmiş tomar evraka takılır. Hemen eline alıp açtığında sağ yanı kopmuş halde Piri Reis haritasına hayretler içerisinde seyre dalar. Tabii seyre daldıkça incelemeye koyulur, ama işin içinden çıkamaz. Nasıl çıksın ki, bir kere Osmanlı’yı kim yeterince bilmiş ki, o da bilsin. Hatta buna hafızası yitirilmiş tüm tarihçilerde dâhildir. Anlaşılan işin içinden çıkamamak sadece ona has bir durum değil, neredeyse bu tip bilgilerden bilerek veya bilmeyerek yoksun bırakılmış tüm genç nesil de muzdariptir.

Her şeye rağmen paha biçilmez bu kıymet kendini ele verecektir. Şöyle ki; Piri Reisin ilk haritasının kayıp parçalarının aranması sırasında bu sefer, ceylan derisine işlenmiş ikinci bir harita daha bulunur. Belli ki; bulunan bu harita Piri Reis tarafından birinci haritanın yeniden gözden geçirilip güncelleştirmiş halidir. Dahası bu ikinci harita birincisinden daha günümüz verilerine yakın çizilmiş gözüküyor. Hatta Amerika kıyılarının daha isabetli çizilmesi söz konusudur. Gel de böyle bir çizim karşısında hayretler içerisinde kalma. Zaten görenler kendilerini bir harita karşısında değil, sanki devasa bir ansiklopedi karşısında olduğunu sanır. Nitekim haritada orada yaşayan tüm hayvanlardan tutunda yetişen tüm bitkilere kadar bir takım bilgilerle donatılmıştır. Bundan daha mühimi haritada hem kuzey hem de güneyi içine alan Amerika kıtası da yer almaktadır. Bir iddiaya göre Antartika kıtası ve onun üzerindeki dağları da kapsamaktadır.

Velhasıl; Piri Reis’siz dünya haritasından bahsetmek Osmanlı gerçeğini gizlemek anlamına gelir ki, bu durum tarihimizle yüzleşmekten kaçınmak demektir. O halde siz siz olun pusulasız okyanus ötesi enginlere yelken açmayasınız. Dahası Piri Reis'in pusulasıyla yelken açın ki; âlem nizam bulsun, vesselam...

Haziran 2013

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.