Osmanlı’da asla ‘Kültür ırkçılığı’ söz konusu değildir. Senelerce bağrında taşıdığı toplumların ne diline, ne dinine, ne kültürüne müdahale etmiş, bilakis kendi kültürleri doğrultusunda yaşamalarının önünü açmıştır. Tabiî ki bu engin hoşgörünün temelinde İslâm vardır. İslâm, Osmanlı’nın vahdet (birlik) ülküsü içerisinde Nizam-ı âlemce hareket etmesini sağlıyordu. Zaten aksi bir tutum izlenseydi cihanşümul bir devlet olamazdık. Belli ki Osmanlı’da milliyetler tezadı oluşturmaksızın Osmanlı ülküsü bir yol izlemiş, derken bu ülkü sayesinde çokluk içinde birliği gerçekleşmiştir. Anlaşılan farklı kültürler bir ayrılık olarak görülmeyip zenginlik telakki edilmiştir. Devlet-i Aliye-i Osmaniye, hiçbir zümrenin kültürünü kendi kültürü lehinde istismar etmemiştir. Bu durum sadece kültür alanında sınırlı kalmamış, hemen hemen her alana sirayet etmiş bir içtenlik hâkimdir. İstesenizde batı’nın istismara yönelik menfaat ilişkilerini Osmanlı’da bulamazsınız. Zaferden zafere koşuşumuzun temelinde İ’lây-ı Kelimetullah için Nizam-ı âlem duygusu yatar hep, asla menfaat ve istismar koşusu görülmez. Malum, talan ve yağmacılık denince hep karşımıza batı dünyası çıkmıştır.  İşte Osmanlının üç kıtada hükümran olduğu bu koşunun adı vahdet sırrından başkası değildir elbet.
        
Osmanlı’nın kültürel kimliği Türk olmasına rağmen etnik anlamda ırkçılık güdülmemiştir. Hep uygulamalarında vahdet (birlik) sırrının tezahürü görülmüştür.  Öyle ki; Osmanlı, Orta Asya ve Selçukludan miras aldığı kültüre yeni bir renk katıp  ‘Kesret içinde vahdet’ (çokluk içinde birlik) prensibini düstur edinmiştir. Elbette ki Osmanlı da, Türkçe konuşur, Türk müziği dinler, Türk besteler yapardı ama bunu diğer toplumlarla beraber ‘Vahdet şuuru’ çerçevesinde icra ederdi. Kelimenin tam anlamıyla Devlet-i Âliyye Osmanlılık ülküsüyle hareket ediyordu. Bu durumu Namık Kemal’in ifadelerinde yer alan “Biz Osmanlıyız” sözüyle teyit edilmiştir.  Ne zaman ki 1897 Fransız ihtilalinden sonra dünyada esen milliyetçilik rüzgârları toprağımıza sıçramış, işte o zaman Mehmet Emin’in dilinden sadır olan; ‘Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur”  ifadesiyle Türk ibaresi telaffuz edilmeye başlanmıştır. Zaten biz bu ifadeleri kullanmasak ta necip bir millettik, dile vurmaya ihtiyaç duymazdık, yaşayarak mührümüzü vururduk.  Ne var ki imparatorluklar dönemlerinden milletler çağının eşiğine gelişle birlikte ister istemez ihtiyaç hâsıl olup bu ifadeleri dillendirir olduk. Şunu hatırlatmakta fayda var; Osmanlı Türk ifadesini dile germemekle Türklüğünden vazgeçmiş değildi elbet, vahdet sırırının gereği kullanmamıştır. Kaldı ki çok milletli bir geniş coğrafyada etnik ifadelerin sıkça kullanılması bağrımızda taşıdığımız milletlerin etnik duygularını tahrik etmekten başka bir işe yaramazdı. Osmanlı etnik kimliğini izhar etmemekle ne milliyetini unuttu, ne soyunu unuttu, ne de ceddini unuttu. Tam aksine mehteran eşliğinde ceddin deden, neslin baban deyip atalarının yolundan ilerledi hep.

Beyaz ırkın üstünlüğü ilkesi batı’ya has bir haslettir. Bakın Hitler bunun tipik misalidir, tek adam rolüyle ırkçılığın zirvesine ulaşmıştır,  hatta o bütün siyasetini ırk esası üzerine oturtup adına yayınlanan kitabı  ‘Kavgam’ ismini alır bile. Niye o ismi almasın ki, adamlar hoşgörüden bihaberler.  İnsanların ten rengine bile tahammül edemeyecek kadar tıyneti bozukturlar. Batı, siyah beyaz ayırımında sürekli beyaz ırk üstünlüğü tezini ileri sürmüştür. Değim yerindeyse ırkçılık vebası genlerine işlemiştir. Öyle ki Afrikalı siyahîlerin ötekileşmekten kurtulması ancak uzun mücadeleler sonucu vuku bulmuştur. Dedik ya, Osmanlı da asla ırkçılığın izlerini bulamazsınız. Hakikat böyle olduğu halde,  hala bugün olmuş Osmanlı’ya “barbar” yaftası yapıştırmaktan yüksünmeyen insanlar var. Oysa barbar kavramı Romalı olmayan unsurlara verilen bir yaftadır. Zira Batı Roma imparatorluğunu istila eden barbarlar olup, kendi barbar usullerini Roma hukukuna uyarlamışlardır. Hakeza; ‘Emperyalizm’ kavramı da imparatorluktan kök salıp kaynağı Roma’dır. 

Peki, bugün durum vaziyet nasıl derseniz gayet açık, sanki tarih yeniden dirilmişçesine değişik bir misyonla emperyal hükümranlığını sürdürüp etrafa korku salmakta.  Belli ki vahşi batı bu emperyal duygudan vazgeçmeyecek gibi. Barbarlıktan çok büyük bir haz almış olsalar gerek ki dünya dengelerini kendi lehlerinde kullanmakta kararlılar. İşte bu tür uygulamalardan rahatsızlık duyan Fransız düşünürü Reny Brague; Bir an evvel Avrupa’nın Romalı tavrına dönüp kendi dışındaki toplumlara kapılarını açması gerektiğini, ya da tüm kültürleri dışlamamasını tavsiye etmiştir. Hatta tavsiye etmekle kalmaz; şayet Avrupa kendi içine kapanıp karanlık çağına dönecek uyarısını yapmayı da ihmal etmez. Keza Joseph Fontana’da buna benzer şu ifadeleri dillendirir: “Şayet kendimizi duvarların gerisine hapsetmekte ısrar edersek hem içerden hem de dışardan can vereceğiz, yarattığımız uygarlıklar yok olacak ve bir yeni sahife açılacaktır.”

İşte Avrupa’da sağduyu hassasiyete sahip aydınların ifadelerinden de anlaşıldığı üzere Avrupa geleceğini ötekiler eksenine göre ayarlamış gözüküyor. Oysa tarihte Avrupa’nın kuruluş ve dirilişinde bugün öteki gördüğü İslam medeniyetinin katkı payı çok büyüktür. Kaldı ki farklılıkları zenginlik kabul eden bir Osmanlı ülküsü anlayışına sahibiz. Bakın İtalyan Tarihçi Cardini; gerek Sicilya gerekse Napoli İslam Medeniyetinin köklerini takip ettiğinde Napoli şehri yöneticilerinin Müslümanlardan kendilerini Bizanslıların ve Longobardi Prenslerinin baskısından korumaları için ülkelerine çağırdıklarını görüyor, derken Endülüs İslam Medeniyetinin Avrupa’nın şekillenmesinde rol oynadığı kanaatine varıyor. Cardini’ye göre;  Avrupalıların XVIII. yüzyıla kadar Müslümanlara bakışı önyargılı değildi, ne var ki XIX. ve XX. yüzyıllarda Avrupalıya bihaller oluyor ve Müslümanlar artık bundan böyle onların gözünde öteki toplumdur. Bu arada İtalyan tarihçi;  İslam’ın Avrupa’nın doğrudan doğruya kurucu unsuru olduğunu söylemekten çekinmiyor da. Batılılar her ne kadar inkâr etse de gerçek şu ki, İslam’ı aradan çıkardığınızda Avrupa tarihinin geçmişini koparmakla kalmayıp bugününü de parçalamış olursunuz. Böylece ortada içi boş Avrupa görürsünüz. Bu yüzden İslamsız Avrupa düşünülemez tezinde ısrarlıyız. Nasıl ısrarcı olmayalım ki, VII. ve VIII. yüzyıllarda Hıristiyan Roma imparatorluğunun büyük bir kısmını fethettiğimizde kendi medeniyetimizi inşa etmişiz.

AB hala bağrında taşıdığı yabancı Müslüman nüfusuyla barışık değil. O halde yapılacak olan tek akıllı tavır ön yargılardan sıyrılıp, yeniden Avrupa’nın İslam’la yüzleşmesini sağlamaktır. Batı ve doğu beynin iki yarım küresi gibidirler, birbirlerine hem vermişler hem de almışlar. Nitekim bu konuda Bediüzzaman Said-i Nursi; “Avrupa Osmanlı’ya, Osmanlı da Avrupa’ya gebedir” derken her iki tarafında birbirine ihtiyacı olduğunu belirtmiştir.

Dün nasıl ki, Roma kendisini efendi olarak nitelendirse de, bugün de aynı refleksle ABD ve Avrupa kendi dışında ki toplumlara öteki tavır takınmaktadır. Tek fark dünün Roma’sı efendilik uğruna toplumları istismar ederken, bugünün batısı da kültür ırkçılığıyla toplumları kuşatmaktadır. Anlaşılan günümüzde Roma’nın efendiliği ‘Kültür ırkçılığı’na dönüşmüş bir misyon icra ederekten yerli kültürleri esir alıp öyle yoluna devam etmektedir. Bilhassa dünyada kitle iletişim araçlarının hız kazanıp sınırlarının ötesine taşmasıyla birlikte kültür ihracı çok daha kolaylaşmıştır. Bunda en çokta üçüncü dünya ülkeleri nasibini almaktadır, bu hız devam ederse yerli kültürlerin yok olması an meselesi diyebiliriz. Maalesef günümüz dünyasında Amerika hayranlığı, ya da Avrupalı gibi yaşamak meziyet telakki edilmiş. Elbette ki iletişim araçları gece gündüz demeden kültür ihracına aracılık ederse olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki. Bakın Amerikan Hollywood filmleri bu iş için vardır, adeta dünya toplumlarına batı eksenli kültür aşılama görevi yapmaktadır. Onlar ihraç ede dursun biz de bu arada misilleme yapıp kendi kültürümüzü ihraç etmeli.

Avrupalı, Osmanlı’nın tam aksi bir yol izleyerek kendi dışındaki toplumları kültür potası içinde eritip gelişmekte. Kendi dışındaki kültürlere müzelik olarak bakmaktadır. Derken içimize sirayet eden bu kültür ırkçılığı hayatımızı karartmaktadır. Nitekim her geçen gün kimlik krizinin ortaya koyduğu bir takım sancıları derinden hissediyoruz. Nerdeyse yerel kimliğimizi unutur olduk,  bu da yetmez sükûta uğramış durumdayız. Oysa yerel kültürüne yeteri derece kıymet vermeyen toplumlar dinamizmini yitirip başka ülkelerin hegemonyası altına girebiliyor. Bakın Beyaz adam hiç boş durmuyor, teknolojik üstünlüğünü kullanıp kendi dışındaki toplumlar üzerinde sürekli kuşatma alanları oluşturmaktadır. Dedik ya dün ırkçı tavırla yaklaşıyorlardı, şimdi ise kültür aşılayarak hükümranlıklarını sürdürüyorlar. Onun için yapılması gereken ilk şey, yerellikten evrenselliğe giden yolda müspet anlamda kültür seferberliği başlatmak olmalıdır. 

İmparatorluğumuz dâhilinde bir zamanlar beraberce yaşadığımız toplumlar, dünya sathında etnik milliyetçilik rüzgârlarının esmesiyle birlikte, tek tek bağımsız devletler olma yoluna gitmişler. Özellikle bağrımızda taşıdığımız topluluklar XIX. ve XX. asırlarda Osmanlıyı yıkmaya çalışan güçlerle işbirliği içine girerek tam zayıf düştüğümüz dönemde can evimizden vurmuşlardır. Yükseliş dönemimizde beraberce hareket ettiğimiz unsurlarsa, düşüşe geçişle birlikte ayaklanmayı tercih etmişlerdir. Hakeza bu durum halk dilinde; “Attır teper, cinstir çeker cinsine” tarzında yorumlanmıştır.

Fransız ihtilali sonrası gelişen menfi milliyetçilik rüzgârları bizde biryandan etnik Türkçülük cereyanının filizlenmesine zemin hazırlarken, diğer yandan da içimizde beslediğimiz Hıristiyan unsurların ayaklanmasına yol açıp vahdet şuuru yerle bir edilmiştir. Sadece vahdet bilincini yerle bir etmekle kalmamışlar katliamlara da girişmişlerdir.

Bir düşüp kalkmayan şüphesiz Yüce Allah’tır, insan ise beşer olması hasebiyle düşer kalkar da, aynen toplumlar da öyledir. Devletler düşüşlerinde dengeyi kaybettiklerinden dolayı birliği ve dirliği sağlaması mümkün olmayabiliyor. Zira Osmanlı ihtişamındaki dengeyi; ‘Kesretten vahdete’ (çokluk içinde birlik stratejisi) bir yol takip ederek sağlıyordu. Vakte ki denge bozulup curcuna hâkim olunca ister istemez XIX. yüzyılla birlikte Osmanlı ülküsünü yitirip etnik ulus devlet yapılanmalarının hışmına uğramıştır. 

Batının içimize attığı ırkçılık tohumu, nihayet sonumuzu da beraberinde getirmiş, derken düşüşümüz kaçınılmaz olmuştur. Almanya’da boy veren ırkçılık fikri de işin tuzu biberi olmuştur. Tüm bunlar yetmemiş gibi birde buna cepheden cepheye koştuğumuz şu hazin yıpratıcı Balkan savaşları ilave olmuştur. Neyse ki, çöküşle birlikte verdiğimiz o müthiş Kuvay-ı Milliye harekâtıyla çiçeği burnunda yeni bir devlet doğuverdi. Çok şükür ki Türkiye Cumhuriyetini kuracak iradeyi sergileyerek milletimizin yenilmeyeceğini tüm dünyaya ilan edebilmişiz.

Hâsılı; her dem canlar yeniden doğar.
Vesselam.
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
Faruk Nafiz Kılıçalan 10 yıl önce

Osmanlı da ne ÜLKÜ varmış, Selim beğ; Selçukludan muhavver mirası bile doğru düzgün kullanamamış..

TÜRK CİHAN HAKİMİYETİ MEFKÛRESİ'ne ancak ilk 200 yıl sahip çıkabilmiş, bakiye 400 yıl hikâyedir adeta, boş, bedava ucuz hamasetkârların münbit kaynağından başka bir şey değildir...