Cebir ilmi, yani matematik onunla dirildi adeta.  Dirilince etrafımızın bir anda matematik eğrileriyle çevrildiğini fark ettik. Bir anda bırakılan bir taşın düz bir çizgi, havaya atıldığında ise çekim kanunun etkisiyle parabol eğri çizerek düştüğünü, hakeza gökyüzünü renklendiren gezegen, ay, suni uyduların yörüngelerinde elips çizdiklerine şahit olduk. 

Her şeyden öte yaşadığımız dünyanın yerleştirilmiş gravitasyon etkisiyle küre biçiminde olduğunu fark ettik ve tüm bu çekim kanunların matematiğin bir yansımasının neticesine vardık.

Tabiî ki bu farkı fark ettiren cebirden başkası değildir. Cebir deyince sadece matematik mi akla gelir, elbette ki hayır, onunla birlikte Harezmî’yi hatırlarız. Hatırlamakla kalmayız, onun sayesinde matematiğin insanlara medeniyetin gelişmesini gösteren bir araç olduğunu da idrak ederiz.

Dolayısıyla asıl adı Muhammed bin Musa al Harizmî olup,  Harezm’de doğması münasebetiyle ona Harizmî denilmiş. Artık insanlık onu bu isimle anacaktır bundan böyle.

*

İlk eğitimini doğduğu topraklarda tahsil eder. Kısa zamanda ilgi odağı olurda. Hatta ilmi gayretlerinden dolayı öyle göz doldurur ki, Bağdat’tan devrin Abbasi halifesinin daveti gelir ona. O da davete icabet eder. O bundan böyle halifenin kütüphanesinde (Hafız-ı Kütüplük) idarecidir artık. Yani kütüphane idareciliği ilim yolunda onun için ilk sıçrama basamağıdır hep. Daha sonraları yine halifenin Bağdat’ta inşa ettiği Beyt’ül Hikme’nin başına getirilmesiyle birlikte yabancı eserleri tercüme etme işine koyularak, bir başka hamle kapısını aralama imkânına kavuşur. Nitekim Beyt’ül Hikme sadece tercüme edilen mekânın ötesinde aynı zamanda devrin en büyük kütüphanesi olma özelliği ile de dikkat çekmiştir. Hatta o kütüphane ile yetinmemiş, evini bilimsel araştırmalarda bile kullanmış, adeta bilimsel akademidir o ev.

İyiki de Harezm’den Bağdat’a getirilmiş. Zira onunla Bağdat anlam kazanıp ilim merkezi haline gelecektir bir kez daha. Bağdat halkı onu bağrına basmış, değer verip el üstünde tutmuş. Hele hele Halife Me’mun döneminde bu kıymete değer verilme neticesinde ileride meyvelerini toplamaya başlar bile. Bu yüzden Bağdat bu noktadan sonra bugünkü ifadeyle üniversal ilim merkezi adıyla hafızalarda yer edecektir.

Demek ki Mehdi ve Harun Reşit dönemlerinde başlayan Yunan eserlerinin Arapça’ya çeviri faaliyetleri, Me’mun döneminde büyük ölçüde yerini pozitif bilim ve felsefeye bırakmış, böylece büyük bir boşluk onunla doldurulmuştur. Dahası var Harezm ilim uğruna bir yandan Şam’da devrin en ünlü âlimleri ile birlikte Sincar ovasına, diğer yandansa bir başka ilim heyetiyle Hindistan kadar uzanırlar. O aynı zamanda her iki ilim heyetinin içinde bulunmakla kalmamış aralarında ünlü bilge insanların bulunduğu heyetin başkanlığını da yapan bir dehadır. Öyle ki Sincar çıkarmasında bir derecelik meridyen yayını ölçme başarısı ile ün salmanın yanı sıra Hindistan yolculuğunda ise sıfır rakamının bularak bugünkü modern matematiğin önderi olmaya hak kazanmıştır. Nitekim İtalyan Gerokamo Cardano, ‘Dünyanın en büyük on iki düşünüründen biridir’ diyerek ondan övgüyle söz etmiştir.

Tarihte matematikle ilgili kitap yazma şerefi ona ait bir nam. Kitabına “El-Kitabü’l Muhtasar hesabi’l Cebri Ve’l Mukabele” dediği eser cebir ilminin sistematik olarak ortaya konulabileceğinin ilk ispatıdır. Bu eser sadece matematiğin dilini çözmemiş, aynı zamanda fıkıhta bir takım gerek ticari meseleler, gerekse mirasla ilgili kuralların nasıl hesaplanması gerektiği kodları da çözmüştür. Malum olduğu üzere miras ayetleri öyle kolay açıklıkla tefsir edilecek türden ayetler değildir. Zira sıfır rakamının keşfiyle fıkhı hesaplamalarda kolaylık sağlanmıştır. Harezmî artık mirasla ilgili hesaplarıyla o güne kadar alışılagelen Yunanlıların ilk cebir örneklerine son vermiş, kendi cebirsel metodolojisini ortaya koyarak bundan böyle gerçek anlamda İslam dünyası için önemli olan miras hukukunun doğru yolunda seyretmesine vesile olmuştur. Böylece matematik ilim adamlarının kâinatla konuşmanın aracı haline gelmiştir. Madem Allah kâinatı bir hesap ve plan üzerine yaratmış, o halde bu hesabın bu dünyaya bakan çehresi cebir (matematik) programı, ahirete bakan yüzü de hesap gününe yönelik bir mizan terazisi olsa gerektir. İşte Cebir dünyevi hesaplamaların kapılarını aralayarak insanlığa ölçüp biçmeyi öğretmiştir adeta. Bu yüzden Cebir sayesinde rakamlar belleğimizde yükselerek gerektiğinde mana kazanabilir de.

O hem doğuyu hem batıyı aydınlatmış.  Zira matematikten yoksun bir ilim adamı kör v ve sağır olmaktan kurtulmuştur. Nitekim batı 16. asra kadar Harezmî’n cebir ilmi ders kitabı olarak okutuldu, hala da onun öğretisi ve etkisi unutulmadı, unutulmaz da. Bugün batıda Algebra diye tabir edilen aslında Arapça El-Cebir’in veya el Harizmi kelimesinin bir başka matematiksel söyleminden başkası değildir. Anlaşılan o ki batılılar Harizmi ifadesini önce Latince Alkhari, sonra Algorisma, ardından Fransızca Augrisme (Augrime) ve daha sonrada İngilizce Augmini şeklinde türlü değişikliklere uğratmışlardır. Şurası bir gerçek ismi ne olursa olsun, bilinen bir şey var cebir batı ilim dünyasında temel bir kitap olarak kabül edilip tüm matematik açılımlarını bu temel kitap üzerine kurmuşlardır. Hatta batılı ilim adamları bütün cisimlerin bünyesinde matematik programın varlığını fark etti. Artık gelinen nokta itibariyle matematik bilmeyen bir heykeltıraşın olamayacağı kanaati yerleşiverdi.

Sadece heykeltıraşçılar mı?

Elbette ki hayır... Canlı cansız her şey, yani gerek ekonomistler, gerekse matematikçiler bugünkü konumunu sayısal hesap adına her ne varsa ona borçlular. Nitekim insanoğlu el ve ayak parmaklarının toplam 20 olmasından hareketle parmak hesabı ile önce rakamı keşfetmiş, sonra Babiller parmaklarını tozlu levhalar üzerine gezdirerek birtakım şekiller çizmişler, daha sonra ise Eski Romalılar bunu geliştirerek abak sistemini  (I,II, III, V, IV, VI, C, M vs.) kâğıt üzerine geçirilişi denen yazılı hesaba geçilmiştir. Derken ondalık (desimal)  sistemle birlikte Sibernetik çağında  (0) ve (1) denen ikili hesap yöntemi sayesinde bilgisayarı (computer) keşfetmiştir. Dahası Cebir’in attığı ilk adım bizi ciltler dolusu yazılımı bilgisayarın hard diskinde ikili sistem halinde hesaplar hale gelmemizi sağlamıştır.

*

Velhasıl, Bağdat’a hayat verdi, yaşasaydı daha da verecekti. Ne var ki o da her fani gibi 850 yılında Bağdat’ta Hakka yürüdü. O şimdi batıya daha 9. asırda matematik yönden hocalık yaptığı günden beri tüm insanlığın hafızasında yaşıyor, yaşayacakta.

Vesselam…

Ekim 2011

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
Tufan 10 yıl önce

Aslında müslüman buluşların bir çoğunu biliyoruz ama bu zamana kadar sadece adını duyduk. Hiç okumuyoruz tarihimizi. Kaleminize sağlık.

Avatar
Ümit Kiki 10 yıl önce

selim abi ellerine saglik herzaman oldugu gibi milletimizin aydin olmasi icin calisiyon allah yardimcin olsun

Avatar
Selim 10 yıl önce

Ümit paylaşımın için teşekkür ederim. Dularımız inşallah müşterek.

Avatar
Almanya 10 yıl önce

İnsanimizin tarihini kültürünü ögrenmesine yaptiginiz katkidan dolayi tesekkür ederiz

Avatar
Faruk Yedekçi 10 yıl önce

Bir Tanrı var mı?
Tanrı'ya inanmak için açık ve sade altı farklı sebep
www.kampusweb.com

BU SİTE MASONLARIN SİTESİMİ ........

Avatar
Tufan 10 yıl önce

Farul yedekci ne alaka şimdi?

Avatar
Faruk Yedekçi 10 yıl önce

YAZININ ALT KÖŞESİNDE BELİRTİLEN SİTE NİYE ORAYA KOYULMUŞ..

Bir Tanrı var mı?
Tanrı'ya inanmak için açık ve sade altı farklı sebep
www.kampusweb.com

BÖYLE ŞEYLERE İZİN VERMEYİN......

Editör: Bahsettiğiniz yazı ya da site adı "Google Reklamları"nın bir içeriğidir. Yazarın yazısıyla ve sitemizle bir bağlantısı yoktur. İlginiz için teşekkür ederiz.

Avatar
Çöl Aslanı 7 yıl önce

Manevî âlemde Ali Efendimiz kadar çok ağır kimse yoktur. Cenab-ı Hakk, Hz. Ali Efendimiz'i anlayabilmemiz için, onun büyük varlığından ışık alabilmemiz için, bize bazı işaretler vermiştir. "Ben tanıyamadım, ne yapayım, keşke tanısaydım, onun sırrına sığınırdım." deme kapılarını kapatmıştır.

Neden?

Çünkü yeryüzünde, Kâbe'de doğan ilk ve son insan Hz. Ali'dir. Annesi Hz. Fâtıma. Efendimiz, Hz. Fâtıma için ikinci annem derdi. Mekke sokaklarında bir alış verişe git¬tiği zaman sancılanmış ve çocuğun eve dönmesine müsaade edemeyecek kadar kısa bir zamanda doğacağını anlayınca yanındaki arkadaşlarının yardımıyla Kâbe'ye girmiş ve Hz. Ali Efendimiz'i Kâbe'de dünyaya getirmiştir.

Bu esrarengiz sırrın ardından, ikinci bir manevî diploma gelmiştir. Fahr-i Kâinat Efendimiz, Hz. Fâtıma'nın doğurduğunu, bir erkek yavru meydana geldiğini işitince evinden koşmuş gelmiş, Fâtıma sultanın evine ve Hz. Ali Efendimiz'i yıkamıştır. İşte ikinci manevî diploma… Bunların bir tanesi dahi hiç kimseye nasip olmayan hâdiselerdir. Nitekim Fahr-i Kâinat Efendimiz mânâya teşrif ederken de Hz. Ali, Efendimiz'i yıkamıştır. Bu karşılıklı iltimas biri doğuşu, biri âlemi Cemâle intikâl edişi simgelemesi fevkalâde güzel bir hâdisedir.

Hz. Ali Efendimiz çocukluk dönemini, henüz daha oyun çağını geçirmeden, Fahr-i Kâinat Efendimiz'e tutkusu dolayısıyla, (o zaman Fahr-i Kâinat Efendimiz kendi hane-i Saadetlerindeydi) her an Efendimiz'in yanında olmaktaydı. Oyun, dünyaya ait işleri bir tarafa bırakıp, onun teneffüs ettiği havayı teneffüs etmek, onun neşesini kavrayabilmek için devamlı Efendimiz'in yanında ışıklanmıştır.

İLK NAMAZ

İslâmiyet’in zuhuruyla beraber, pazartesi günü Fahr-i Kâinat Efendimiz, Hatice annemizle beraber ilk namaza başlamış, onları gören Hz. Ali bu namaz ışığının sırrı içerisinde, kâinatın üçüncü cemaati olarak 10 yaşındaki Hz. Ali salı günü iman edip, namaza başladığı için mânâ âleminde salı fevkâlade önemlidir. Nitekim Akşemseddin, İstanbul'un fethinde günlerce bekleyip, sabretti, manevî bir ceryanın intişarına maruz kalmadan İstanbul'un fethi günü, Allah'a karşı niyaz ederken salı sabahı Ulubatlı Hasan'a: "İş tamam, hadi bakalım asıl surlara." dedi.

Bu hikmet, Hz. Ali sülietini temsil edebilmek, Hz. Ali'nin yenilmez, kapıları açan sırrına sığınmak içindir. Ondan dolayıdır ki, mânâ âleminde Müslümanlar için salı fevkâlâde uğurlu, önemli bir gündür. Tam aksine Bizans için de salı bir felâket gündür. Bütün ümitlerinin söndüğü şerlerin tükendiği gündür.

Ne yazık ki, İslâm topluluğu zaman içerisinde bu mânevî eğitimlerden mahrum kaldığı için, salı'yı uğursuz sayan aptallar görülmüştür.

İLMİN KAPISI

Fahr-i Kâinat Efendimiz'in temsil ettiği ilmin kapısı, Hz. Ali'dir. Bildiğimiz, kendi kafamızdan tahayyül ettiğimiz sıradan bir ilmin kapısı değildir Hz. Ali. Hiç kimse kendisini bir takım kitap ve kütüphane düşünceleri içerisinde görüpte işte bunların kapısıdır sanmasın. Çünkü Muhammedî demek, maddenin, mânânın, Levh-i Mafhuz'un tümü demektir. Nitekim Efendimiz'in "Ben ilmin şehri, Ali kapısıdır" emrinden sonra Hz. Ali Efendimiz kendi ilminin hikmetini ve sırrını ancak Efendimiz emrettikten sonra hissetti. Bu çok değişik bir hâdisedir, bir gizli hazinedir onun ilmi. Efendimiz emrettiği zaman demek ki, ben ilmin kapısıymışım diye düşünerek değil, gönlünden onun hikmetlerini alarak ne kadar Cenab-ı Hakk tarafından ceryanla yaratıldığı, nasıl ikram sahibi olarak yaratıldığı anlatılmıştır. Bunu zahir plânda, madde ilimlerinin özellikle müspet ilimlerin anahtarı matematiktir, biliyorsunuz? Matematik olmadan ne fizik olur, ne kimya olur, ne biyoloji olur, ne teknoloji olur. Ne aya gidilir, ne uzayın sonsuzlukları bilinir. Mutlaka matematiğe muhtaçtır.

Matematik ilmini, ilmin kapısı olan Hz. Ali Efendimiz'e Cenab-ı Hakk toptan teslim etmiştir. Nasıl teslim etmiştir? Matematik üç kademedir. Birinci kademesi aritmetik dediğimiz bilinen sayıların yardımıyla bir sayı bulmaktır. On üçle, kırk beşi toplarsanız; Yirmi yediyle, yüz seksen yediyi toplarsanız, ikiyle çarparsanız, beşe bölerseniz, bu matematiğin en kolay hâlidir. Asr-ı Saadete kadar matematik adına bilinen bu aritmetik idi.

İLM-İ CEBİR

Hz. Ali Efendimiz'e ikinci bir anahtar verildi. Neydi bu anahtar? Bilinenler yardımıyla bilinmeyenleri bulmak, yani Cebir. Bunu Hz. Ali Efendimiz, Hz. Hasan Efendimiz kanalıyla torunu Cafer-i Sadık Efendimiz'e intikâl ettirdi. Cebiri yeryüzüne getiren gerçekten Hz. Caferi Sadık' tır ve onun 20 yaşındaki talebesi Câbir, ilk Cebir kitabını yazarak, aslında Âlem-i İslâm'a bir ışık tutmak, bütün ilimleri İslâm kanalından akıtmak için şifreyi vermiştir. Sonra da o meşhur El Câbiriye Kitabı Fransa'ya geçmiş, El-Câbir olarak, sonradan da Arşebül olarak istifade edilmiştir.

Bütün bilim adamları özellikle bir İtalyan bilim tarihi üstadı vardır. 0: "Cabir olmasaydı televizyonu bin sene sonra seyrederdiniz" diyor. Çünkü bütün teknolojik gelişme Cebirin Fransa'ya intikâl edişi 1640 yıllarındaki El-Cabiriye Kitabı sayesindedir. Ondan sonra cebir, ondan sonra Fizik doğmuş ve bu sayede bugünkü insanlar İslâm’ı hor görenler dahi onun sayesinde, arabaya binip bir yerden bir yere gidecek çareyi bulmuşlardır. İşte Hz. Ali Efendimiz'in ilmi böyle bir ilimdir, sıradan bir ilim değildir. Seni arabaya bindiren, havada uçurtan, roketi attıran cebir ilminin tohumunu insanlara bağışlamıştır. Eğer Cebir ilmi olmasaydı, maddesel ilimler küçük bir şeyden ibaret kalırlardı. Nitekim dünya âlemi yüzyıllar boyu aritmetikle uğraşmış, Mısır’da ehramlar yapılmış, piramitler yapılmış, bunun etrafında firavunların enva-i çeşit kimyasal oyunları olmuş, fakat bir şey uymamış, zaman çarkı dönmemiş, saat bulunmamış, makine bulunmamıştır. Bunların hepsi Hz. Ali Efendimiz'in vasıtasıyla zuhur etmiştir. Niçin Cafer-i Sadık Efendimiz'e bırakmıştır da daha evvelki bir nesile bırakmamıştır? Çünkü takdirin zaman çarkı böyledir. Takdir o zaman diliminde intişarını istemiştir.

BİLİNMEYEN İLE BİLİNMEYENİN BULUNMASI

Cebirin asıl üçüncü kademesi daha zor olanıdır. İlm-i cebir denilen kademesi yalnız Hz. Ali Efendimiz'in tasarrufundadır. Bilinmeyenlerle, bilinmeyenleri bulmak. Evvelâ bilinenlerle bilinmeyenleri bulduk, sonra bilinmeyenlerle bilinenleri bulduk, üçüncü kademesi bilinmeyenlerle bilinmeyenleri bulmak.

Peki, nasıl olur? İnsan aklı almıyor, imkânsız gibi görünüyor. İşte o da Hz. Ali Efendimiz'in anahtarını yaptığı gönül dediğimiz o müthiş ülkede beyne ışınsal dürtüler yaparak mümkündür. Yani zihinsel faaliyette Cebir öğrenilmez de, cebir problemi çözülmez de. Mutlaka gönülden alınan bir mesajı, yine zihinden geçirerek zihin içerinde bir ilim hâline çevirme sanatıdır. Bu mutlaka istisnalar içerisinde verilmiştir. Bu ilimin yaygınlaşması tecelli etmemiştir. Bizzat Hz. Ali Efendimiz:

— İlmî cebiri de verseydik insanlar tamamen dünyaya saracaklar, dünya problemlerini kolay çözmenin rahatlığı, altında olacaklar ve mânâyı unutacaklardı. Onun için ilmi cebiri vermedim diyor.

İLMİN ÇİFT KANADI

Gerçekten ilmi cebirin bile ortaya çıkması, insanların dünyaya nasıl koşmasına sebep olmuştur. İlmin kapısı olma sırrı içerisinde bunu arz etmek istedim, bu ilmi çok iyi anlamak lâzımıdır. Nitekim Hz. Ali Efendimiz'in ünlü sözü "HAKİKİ MÜRŞİD İLİMDİR" sözüdür. Buradaki ilimde kasıt da çift taraflı ilimdir. Yani mânâ ile maddenin karışığı olan bir ilimdir. Onun için bir mürşide ihtiyaç yoktu Mürşidle ilim nasıl kıyas edilebilir. Bir tanesi mânâ der: veriyor, ilim madde dersi veriyor. İlmin mürşid olduğun söyleyen Hz. Ali, ilmin mânâ ile birlikte zuhur etmesi kastetmektedir. Bu çok önemli bir şeydir. Eğer gönlümüzde mânâ varsa, ilim vardır. Ötekisi nedir? Bilgidir. İlim değildir, kompitüre yazdırırsınız, elli milyon lira verirsiniz, ertesi gün size istediğiniz bilgileri verir. 0 ilim değildir.

Peki, ilimle bilgi arasındaki fark nedir? İlim yorum sanatıyla birlikte verilmiş bir İlâhî keremdir, ikramdır. Eğer bir takım bilgileri yorumlayabiliyorsanız ilimdir, yorumlayamıyorsanız bilgi deposudur. İşte âletleri koyup koyup satıyorlar. Herkesin bilgilerini, herkesi gizliliklerini açıklayacak kadar bir bilgi dağarcığına ulaştılar, ama gönül ilmini bilsinler bakalım. Gönül ilmini yalız gönüller bilir. Gönlünde geçen duyguları, gönlünde geçen güzellikleri ancak gönüller bilir.

Hz. Ali Efendimiz, işte böyle ilminin bir kanalıyla gönül sultanıydı. Hz. Ali Efendimiz'i, zamanında pek çok siyâsî çevrelerin kabul edememesi, hazmedememesinin sebebi, Hz. Ali'nin karşısında gönüllerin açık olmasıydı. İnsanlar rahatsız oldular, o yüce sultanın karşısında gidiyorsun içinde ne kadar mürailik varsa biliyor. Karşısında rahat oturamıyorsun ki… İlmi mânâ ile matematik arasında bir dizeye yuvarlayıp tek sembol haline getiren Hz. Ali Efendimiz bunun farkında olduğu için ardından müteessir olmayarak, Fahr-i Kâinat Efendimiz'in eteğinde sadakatle, ihlâsla vazifesini yapmak ve sürdürmek zahmetine katlandı. Çünkü Hz. Ali Efendimiz'in, Fahr-i Kâinat Efendimiz'in hayat çizgisinde var olduğu sıralarda büyük bir zevki vardı. Hem onun eteğinin etrafında dolaşmak ve de en mühimi onun nurunun, nuru dediği Fâtıma annemize hizmet etmek, onun eşi olmak şerefi. Hz. Ali Efendimiz'in dünyada yaşamayı değer bulmaya ve her şeye rağmen bütün ilmiyle, bütün zevkiyle her şeyiyle beraber Hz. Ali Efendimiz'in neşesi, Fahr-i Kâinat Efendimiz bu dünyadan ayrıldıktan sonra büyük çileler başladı. Bunlar bildiğiniz yalnız tarihi çileler değil, tartışmalar filân değil, onun gönlünde öyle bir potansiyel, öyle engin bir manevî güç vardı ki, ancak Fâtıma annemizin sırrı içerisinde tansiyonu düşüyordu. Fahr-i Kâinat Efendimiz'den sonra, Fâtıma annemiz de bu âlemden göçünce Hz. Ali Efendimiz perişan oldu.

Hz. Ali Efendimiz'in bilhassa Medine'ye göçe kadar olan Mekke devrindeki sırrını çok iyi idrak etmemiz lâzım. Hz. Ali Efendimiz'in varlığı 10 yaşından itibaren, 20 yaşına kadar olan süreç içerisinde Mekke'den bütün melun taifenin İslâm'ı tahrip etme gücüne, şeytanın cirit atma istemesine rağmen müessir olmaktaki bir zafiyeti vardı. Bunu tarihçiler bilmez. Mekke'de Efendimiz'e karşı çıkan zerzevat takımı nefislerinin arkasındaydı. Şeytandan ceryan alamıyorlardı. Niye alamıyorlardı? Hz. Ali Efendimiz, Fahr-i Kâinat Efendimiz'in peşinde dolaşıyordu. Şeytanın en çok sıkıldığı görüntü buydu. Ondan dolayı melunların tuzakları hep başlarına yıkılıyordu. Çünkü şeytan nerdeyse kendilerine yardım edemiyordu, ceryanı kesikti. Bu kadar önemli bir hâdiseydi, Hz. Ali Efendimiz'in hicret günü, o mucizevî ihlâs görüntüsü akla gelen, bütün mantıkları yıkan bir hâdisedir. Nasıl yıkan bir hâdisedir?

Biliyorsunuz İmânın iki yanı vardır. Birisi ihlâs, birisi sıdktır. İhlâsı Hz. Ali Efendimiz temsil eder, Sıdkı da Hz. Ebu Bekir Efendimiz temsil eder. İhlâs demek; "İçtenlik" demektir. İçtenlik tartışmasız bir gönül merhalesidir. Bu gönül merhalesini ilk ve belki son olarak Hz. Ali Efendimiz, Fahr-i Kâinat Efendimiz'in gidip yatağında uyumakla gösterdi. Buraya, iyice gönül gözünüzü açarak dikkat edin. Bir mümine, Fahr-i Kâinat Efendimiz emretseydi, benim yatağıma yatacaksın, saklanacaksın, ben o fırsattan istifade Mekke'den kaçacağım diye, pek çok talipli bulunabilirdi. Ama burada bir incelik vardı. Oraya yatan insan soluğuyla belli eder ki, kendisinin Fahr-i Kâinat olmadığını, heyecanından belli ederdi. Hz. Ali yattı ve uyudu, bütün mesele burada. Bu ince nokta Hz. Ali'nin imân ve ihlâsının âdeta tescil edilmiş bir örneğidir. Yatmak ve uyumak…

Nitekim Hz. Ali'yi yatakta gördükleri zaman, yine bir hususiyeti oraya şeytan sokulamadığı için, onlar fark edemediler. Fakat Hz. Ali Efendimiz'in manevî saltanatı böylece o yatakta tescil oldu. Hz. Ali Efendimiz'in bu hikmetli sırrı, ihlâsını ortaya koyması gönlünde ilk yaprağı kaldırarak bütün âlemlere beyan etmesidir. Sonraki safha da yani Medine safhasında bütün savaşlarda, biliyorsunuz birbirinden ilginç akıl almaz maddî, manevî güç görüntüleridir. Hz. Ali Efendimiz'den ve o güç görüntüleri içerisinde en büyüğü de Hayber kalesinde, Medran'la savaşıdır. Yahudiler her devirde olduğu gibi, her sahanın en teknik tarafını tutmak isterler, en iyi savaşçı kim diye aramışlar, bulmuşlar, Medran diye bir adamı. Bu adam sahneye çıktı, yeke yek savaştı. Bütün eski ortadoğu savaşlarında evvelâ bir yeke yek yani teke tek savaş yapılır, bir kuvvet gösterisi yapılırdı. Her iki taraf bu kavgalardan moral bulurlardı. İslâm Ordularını paniğe uğratmak için Medran denilen tam manasıyla bir goril, üç insan cesametinde, vahşi, terbiyesiz, edepsiz, çılgın bir adam. Onu getirdiler İslâm Ordusunun karşısına. Hadi bakalım bir savaşçı çıkarın da görüşelim! Herkes birbirinin yüzüne bakıyordu ama Medran'la savaşmak mümkün değildi, dev makinası gibi… Hz. Ali Efendimiz o sırada, ben varım Ya ResûlAllah dedi. Hz. Ali Efendimiz ben varım dediği zaman, zahir plânda yüzde yüz ölüme gidiyor demekti. Fahr-i Kâinat Efendimiz, canı Fâtıma'sının sevgili eşinin, daha henüz çiçeği burnunda damadın, ölüm makinasının önünde seyretme sırrına sahipti. Bu nasıl olurdu. Ancak, Fahr-i Kâinat ve Hz. Ali'yle olurdu. Yoksa bu mantıkla, akılla olabilecek bir hâdise değildi.

Nitekim sahneye çıktığı zaman, o Medran bir palavra sıktı: "Ben şimdiye kadar 102 savaşa girdim, yüzünde ilk darbede, ikisinde de ikinci darbede karşımdakinin elini kestim. Benim karşımda savaşılmaz. Sen Ebu Talib'in oğluymuşsun, baban büyük adamdır, hadi çek git." dedi. Hz. Ali dedi ki: "Palavrayı kes, gücün neyse göster görelim." dedi. Arkadan Merdan kılıç salladı, bütün ashap gözlerini kapadı, o kılıçtan kurtulmak mümkün değildi, ilk hamleden sonra gözlerini açtılar, çünkü Yahudi tarafından bir şenlik sesi duyulmadı. Demek ki, bu darbeden Hz. Ali kurtuldu anlamında gözlerini açtılar ki, Hz. Ali yayan, Medran, atın üzerinden kılıcını sallamış, o kılıç darbesinden Hz. Ali iki yirmi sıçrayarak kurtulmuş, kurtulması mümkün değil ama o gönlündeki ihlâs kudreti, o yatağa girdiği zaman uyduğu o kudret var ya, ayağını yere bastığı an sıçramış. Medran şaşırmış, bundan nasıl kurtulunur diye. 0 şaşkınlığı sırasında Hz. Ali vurdu ve Medran'ı ikiye böldü, o koca kütüğü kimse ikiye bölemez. Bu hâdiseden sonra İslâm cephesinde büyük neş'e, zafer coşkuları oldu. Fakat Hz. Ali'de o kadar coşku yoktu.

Fahr-i Kâinat Efendimiz'in huzuruna geldiği zaman yavaşça: "Ya ResûlAllah ben nasıl şehit olacağım?" dedi. Şehitlik öyle bir üstün mertebeydi ki, Hz. Ali gibi Fahr-i Kâinat sevdalısı, ilmin, faziletin, ihlâsın temsilcisi olan bir insan, o şehitlik tutkusunu bir türlü atamıyordu. Çünkü ben Medran'ı da yendikten sonra başka kimse beni şehit edemez. Hz. Ali Efendimiz'in ben ne zaman, nasıl şehit olacağım? Niyazı karşısında, Efendimiz: "Fâtıma'ya söylerim." dedi. İki üç gün sonra Hz. Ali: "Ya Fâtıma, Resûlüllah sana benimle ilgili bir şey söyledi mi?" "Söylemedi Ya Ali…" Nihayet, üçüncü günü Resûlüllah, Hz. Fâtıma'ya gidip bir sûre okudu. Hz. Fatıma müthiş gönlüyle bu sûreyle, Hz. Ali Efendimiz arasında bir irtibat olduğunu hissetti. Efendimiz sûre-i Kadri okudu. Hz. Fâtıma keskin zekâsıyla ve akıl almaz mânâ duygusuyla derhâl bu sûreyi çözdü ve "Ya Ali, sen Leyle-i Kadir günü şehit olacaksın." dedi.

Leyle-i Kadir, tek kutsal gün, bir yılın içerisindeki çemberde en kutsal gün, 26'yı 27'ye bağlayan Kadir Gecesi'dir. Bundan daha kutsal gün yoktur. Çünkü Kur'an'ın yansıması Kadir Gecesi'dir. Onun için Allah'ın tam coşkulu olduğu, merhametlerinin sonsuz olduğu, zevk-i ilâhinin dorukta olduğu ve bütün güzellikleri hissetmek istediği bir gecedir. Onun için kendini ne kadar günahkâr sayan katil varsa saniyede sıfırlıyor, Cenab-ı Hakk. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın coşkusuyla günah arasında öyle garip bir tezat vardır ki, bir anlık coşkusu altı milyar insanın yaptığı günahların tümünü yok edecek bir esrara sahiptir. Ama insanoğlu, yirmi yedisinden sonra yine başlar depo yapmaya, fırtına gibi çoğaltır günahını…

Hz. Fatıma'nın bu yorumu üzerine, 26'ye 27'ye bağlayan gecenin Kadir Gecesi olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Çünkü Fahr-i Kâinat Efendimiz: "Kadir günü 10 ilâ 30'u arasındaki tek günlerdedir" diye buyurmuştur. Ne zamana kadar? Hicri 40. yılına kadar. Hicri 40. yılında Hz. Ali şehit olunca herkes anladı ki Kadir Gecesi 27'sindeymiş. Bunun teyidini Hz. Fâtıma'nın, Kur'an âyetlerindeki yorum ustalığıyla birlikte seyretmek lâzım. Hz. Fâtıma Kadir Suresi’ni tekrar tekrar okudu, sûredeki esrarı arıyor. Hz. Ali'nin şahadetiyle ilgili noktayı anlamaya çalışıyor, Fâtıma annemiz.

Hz. Ali ile yaptığı özel sohbette, "Sen nasıl bildin bu şahadetin Kadir Gecesi'yle benim bir ilgim olduğunu'?" dediği zaman; Hz. Fatıma diyor ki, "Allah, Kadir Gecesi için, Bin aydan hayırlıdır" diyor. Anahtar burdadır. Çünkü Cenab-ı Hakk, Kur'an âyetlerinde bir şeyi tesdiden bildirirken yani kuvvetlendirerek bildirirken, "bin ay" kelimesini kullanmaz, "bin sene" kelimesini kullanır. Burda bir esrar vardır. İkincisi "kutsaldır, şereflidir" kelimesini kullanmamış, "hayırlıdır" diyor. Ya Ali senin Halifeliğine göz dikeceklerdir. (Daha ortada hiçbir şey yok. Çünkü Hz. Fatıma annemiz Efendimiz'in âlem-i cemâle intikâlinden hemen sonra o da intikâl etmiştir. Yani bu günleri görmesi mümkün olmamıştır zahirde.) Senin halifeliğine göz koyanlar, senin elinden Halifeliği almak isteyenler, bin ay saltanat sürecekler ama senin şahadetin bütün zahiri plândaki debdebelerden hayırlıdır, âyet-i kerime bunu bildiriyor" dedi. Herkes, Hz. Fâtıma'nın bu yorumundan sonra evvelâ yakın ashab, sonra da geriye kalan bütün ashab biliyordu ki, Hz. Ali Kadir Gecesi şehit olacak. Dört gözle bekliyorlardı şehit olacağı günü, tarihi atıp Kadir Gecesi'nin artık o gün olduğunu bileceklerdi. Ondan dolayıdır ki, Hicri 40'cı yılına kadar ashab Kadir Gecesi'ni, Ramazanın son on günü içerisinde her gün kutlarlardı. Hz. Ali'nin şahadetinden sonra kesinlikle Kadir Gecesi'nin ramazanın 27'ci günü olduğu hükme bağlanmıştır. Bu âyeti kerimenin zarfını Hz. Fâtıma açtı, yoksa aslında gizli bir hâdiseydi. Gerek Kadir Gecesi'nin tayini, gerekse şahadetin hikmeti, gönül sırrıyla Hz. Fâtıma açtı.

Hz. Ali Efendimiz'in ahlâkı itibariyle, bize ışık tutacak müthiş, bir örneği vardır. İnsanlık sevgisi ve Allah’ın, yarattığı mahlûkata karşı duyduğu engin feyz sırrı. Nitekim savaşlardaki bütün kudretine rağmen biliyorsunuz, bir Bizans savaşında yine aynı şekilde müthiş bir hadise gösterdi. Bir Bizans Kumandanını sıkıştırdı, yere yatırdı, tam kılıcıyla boynunu vuracağı zaman, son çare, son nefret, Bizans Kumandanı Hz. Ali Efendimiz'in yüzüne tükürdü. Hz. Ali Efendimiz kılıcını attı, defol kalk git, dedi. Bizans kumandanı şaşkın: "Ne oldu Ya Ali!" diye sordu. Hz. Ali: "Ben seninle Allah için savaşıyordum, ama sen bana tükürdün, olaki bu kılıcın ucuna nefsim de karışır, o zaman katil olurum." dedi. Öylesine engin bir Furkan sırrı vardır Hz. Ali Efendimiz'de.

Hz. Ali Efendimiz'in bir türlü anlaşılamayan bir halifelik, bir politika çizgisi devri vardır. Bu politika devrini maalesef pek çok insan anlayamamış efendim, çok büyük zattı, fakat politikası zayıftır denecek kadar aptallaşmışlardır. İlmin kapısında gizli bir şeyi yoktur ki, politikası zayıf olsun. İlmin kapısı dedin mi olay biter. Bütün güzellikleri, gerçekleri temsil edecek hüviyete sahip demektir.

Hz. Ali Efendimiz'in halifeliği sırasında iki tane önemli hâdise vardır. Bir tanesi, öyle bir gönül aynası ki, karşısına gelip bir şey arz etmek isteyenlerin içinde ne varsa seyrediyor. Böyle bir yüce zatla konuşabilmek için haysiyetli olmak lâzım. Haysiyeti dört dörtlük olmayan bir kimse, Hz. Ali'nin karşısına gelip, ne üçkâğıtçılık yapabilir, ne yalan söyleyebilir. Onun için birtakım insanlar gerçekten rahatsızdı Hz. Ali Efendimizden. Gönüllerini okuyordu, nefretlerini biliyordu. Nitekim bu hususta iki örnek vermek istiyorum: Biri, bir gün Hz. Ömer Fahr-i Kâinat Efendimiz'in huzurunda sohbette iken: (Hz. Ömer'in göz perdesi açılmış.) dinleyiciler arasında iki münafığın olduğunu görmüş, hemen kılıcını çekmiş. Hz. Ali eteğinden tutmuş nereye gidiyorsun, demiş… Münafıklar var Ya Ali… Onları, ben kırk günden beri görüyorum, Resûlüllah doğduğu günden beri görüyor, bırak Fahr-i Kâinat Efendimiz müsaade ettiğine göre biz bir şey yapamayız… Diyor Hz. Ali Efendimiz.

Bir de yine Hz. Ömer'in bizzat anlattığı bir öykü vardır. Cenaze namazlarında dikkat etmiş, (Bazılarında) Hz. Ali yok. Ya bir mazereti oluyor, ya bir işe gitmiş oluyor. Hz. Ömer bunda bir iş var. Hz. Ali'ye sormuş, "Ya Ali, bunu bana anlat" demiş. Hz. Ali Efendimiz, "Bazı münafıklar var, gidemiyorum, gönlüm almıyor, adım atamıyorum." demiş. Ondan sonra Hz. Ömer bakarmış Hz. Ali cenazede varsa, o da gelir namazı kılarmış, yoksa o da kılmazmış. Bu gönlün açıklığından dolayı, insanların ne denli rahatsız olabileceklerini ve Hz. Ali'nin peşinden gitme kabiliyetlerini kaybedecekleri olayıdır. Bunu çok iyi bilmek lâzımdır. Hz. Ali sevgisi, bütün müminlerin yüreğine dolmalıdır.

Hz. Fâtıma'nın şefkâti, biliyorsunuz: Mahkem-i Kübra’nın savcısı Hz. Fâtıma'dır. Öyle bir savcı ki, cezalandırmak için değil, herkese bir af kapısı bulmak için görev yapan bir savcı, bu savcının sempatisini toplamak herhâlde Hz. Ali ceryanını taşımakla mümkün olur.

Hz. Ali Efendimiz'in bu sırrı yanında çok önemli hilâfeti sırasında teşekkül etmiş sırrı da dünyayı bize tanıtmasıdır. Hz. Ali'nin yaptığı tamimler, devlet adamlarına yaptığı tamimler, bir zamanlar onları mümkün olduğu kadar özetleyerek göndermiştir. Bir ülke nasıl yönetilir, ne beklenir, bir yönetici hangi şartlarda muvaffak olur? Bunları tek tek bildirmiştir.

Hz. Ali'nin bu geniş disiplinli mânâ sırrı içerisinde yönetimini yürütürken muhalifleri durmuyordu. Karşı ekipte Muaviye çıktı, bir takım paralı askerleri toplayarak, Hz. Ali'nin hilâfetini sarsmak, yok etmek için ordular meydana getirdi. Sıffeyn Savaşları meydana geldi. Bu Sıffeyn savaşı bir taraftan sürerken, halkın olaya iştiraki çok önemliydi. Halk bir türlü Hz. Ali çemberi etrafında istediği yoğunluğu yapamıyordu, neden? Demin söylediğim gibi onun manevî gücüne tahammül edip, onun arkasından cesaretle gelebilecek imana sahip değillerdi.

Hz. Ali, Hz. Selman'la bir gün Şam'a ticarete gidiyorlar, üç deve ile. Yolda çok susamış bir adanı görüyorlar, nerdeyse susuzluktan son nefesini verecek. Hemen Hz. Ali, Selman'a biraz su ver, yiyecek istiyorsa onu da verelim, diyor. Selman adama suyu verince, adam: "Oh… Allah sizden razı olsun…" diyor. Hz. Ali, develerden birisini ona yüküyle ver, Allah'ın rızasını talep etti, bir suyla ödeştiremeyiz Allah'ın rızasını. Onu da verdikten sonra adam, "Allah yüceliğinin sonsuzluğunca razı olsun" deyince, ikinci deveyi de veriyorlar.

Böylesine dünyadan maddesini kopartmış, ama mânâsını var kılmış, yüce Sultanın her zaman kulağımızda sır olacak büyük hikmetlerinden bir tanesi: "Para çok iyi bir küle, çok kötü bir efendidir." Yani, siz parayı kendinize efendi yaparsanız, bundan daha kötü efendi olmaz, ama kendinize köle yapabilirseniz her türlü işinizi yaptırabilirsiniz. Nitekim para hakkında söylenen bu en güzel süzün, batı dünyasında tartışmasız bir yeri vardır. Aslında Hz. Ali'nin hikmetlerini, sırlarını çok iyi anlamalarına rağmen manevî ceryan tezatından dolayı yaklaşamadılar. Ancak siyasi kavgalara vesile olur mu diye, nifak olur mu diye anlatırlar, din nedir, ne değildir diye. Biz Hz. Ali'yi sevdiğimiz için gönüldaş, Alidaş diyoruz. Bir Müslümanın mutlaka gönüldaş ve Alidaş olması lâzım. Bir siyasi tasnifle karıştırmamak için. Çünkü ne çare ki bugün Allah'a en şiddetli şekilde inanan Hz. Ali olduğu hâlde ateistler, aleviyim diyorlar. Hz. Ali, hayatında bir zerre içki içmediği hâlde, adamlar biz aleviyiz, içki içeriz diyorlar ve içiyorlar. Büyük hicrandır, büyük abestir. Hz. Ali'ye muhalefet; eden Muaviye ve Emeviler dünya saltanatı ve kendi menfaatleri için tuzaklar kuruyorlar. Hz. Ali bir tek taviz vermemişken onlar dünya menfaatlerine çok önem vermişlerdir. En iyisi Siz Alidaş, gönüldaş olun.

Hz. Ali Efendimiz'in şahadeti sırasında çok önemli bir hâdise geçmiştir. Hz. Ali'nin şehit olması tekerrür ettiği zaman, yani Ramazanın 26'yı 27'ye bağlayan gece, sabaha karşı lbni Mülcem isminde bir hain bu vazifeyle görevlendirilip, maddi menfaatlerinin doruğuna gelmiş, camiye girmiştir. Her sabah, Hz. Ali Efendimiz camiye giderken, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Efendilerimiz de muhafız olarak giderlerdi. İlcisi birden uyandılar dediler ki, "Babamız camiye niçin bugün erken gitti?" İbnî Mülcem de yatsı namazından sonra duvarın dibine saklanarak camide kaldı, sabah namazına kadar. Hz. Ali Efendimiz, camiye ilk giren oldu. İbnî Mülcem uykuya dalmıştı. Hz. Ali Efendimiz İbni Mülcem'in ayağına bastı. Bu çok büyük bir hâdisedir. Kaderine bak, kaderine dön, kaderini icra edeceksin anlamında.

Sıffeyn savaşlarında, Veysel Kârani, Hz. Ali'ye geldiği zaman çok önemli bir söz söyledi. Savaşın sonuna doğru bir safhada Veysel Karani Yemenden geldiğinde 80 küsur yaşında idi. Hz. Ali'ye haber verdiler Üveys geldi diye. Hemen koştu gitti yanına, "Buyur sultanım bir emrin mi var, onun için mi geldin?"…

“— Hayır, senin saflarında savaşmaya geldim…” “Aman Sultanım, senin duan yeter bize, senin himmetin yeter, savaşmaya ne lüzum var…”

Ama duam kanımı akıtmıyor Ya Hz. Ali! Ben senin uğrunda şehit olmaya geldim. Bu kan sana değer Ya Ali, biz Resûlüllah'tan böyle eğitim gördük… Diye buyurdu.

Bendenizin, Hz. Ali ilmine ait en müthiş bir cümle olarak kabul ettiğim; "Ey insanlar siz Âlem-i Kübrasınız ve bütün âlemler Âlem-i Süğradır." Yani siz büyük âlemsiniz, insan olarak, ama etrafınızda seyrettiğiniz galaksiler, yıldırlar, semalar küçük âlemdir. Ekseriyetle, Hz. Ali Efendimiz'in hutbelerini dinlerken insanlar çok şaşırırdı, öyle net, kesin, dönülmez cümleler söylerdi ki, bir seferinde anlaşılması mümkün değildi. Nitekim bu cümlesini emrettiği zaman, bütün insanlar küçük âlem; bildiğimiz semalar, galaksiler, yıldızlar büyük âlem, dediler. Hayır, dedi. Kesin olarak kelime şaşırtması yok, bütün âlemler küçük âlemdir, siz büyük âlemsiniz. Çünkü bütün kesret âlemi, bütün varlıklar Cenab-ı Hakkın sıfatından teşekkül etmemiş midir? Evet… Sıfatının yansımasından teşekkül etmiştir. 0 hâlde sıfat tecellileridir. Peki, Allah (cc) demiyor mu ki, "Ben müminin kalbine sığarım" diye, 0 hâlde Cenab-ı Hakkın Zatı mı büyük olur, sıfatı mı büyük olur? Elbette ki zatı olur. 0 hâlde insan âlem-i Kübra’dır. Bu çok büyük bir mânâ ilmidir, isteyen hazmetmeye çalışır, istemeyen duymazlıktan gelir.

Hz. Ali'nin hutbelerini, çeşitli kaynaklar özellikle şia kaynakları, bazı sünnî kaynaklar toplamışlar ve Nehcul Belâga diye bir kitapta bir araya getirmişlerdir. Nehcül Belâganın, Hz. Ali'nin hutbesine ait hutbelerin yorumuyla doludur. Onun için Nehcül Belâga'nın yorumlarından pek çoğu sünnîler ve alevîler arasında büyük tartışmalara yol açmıştır. Ama tartışmalara yol açan hutbenin metni değil, yorumudur. Yorumlar farklı yapılmıştır. (İnşAllah Nehcül Belâgayı mutlâka okuyun, eğer mümkünse taklid olmamış yorumlarının dışındaki nüshalarından okuyun. Zannediyorum ki Abdülbaki Gölpınarlı'ın, Nehcül Belâga'sı en azından şuna haizdir. Metinle yorumu ayırıyor. Birçoğunda hangisi yorum, hangisi hutbedendir ayırmak mümkün olmuyor. )

Hz. Fatıma'ya ait sırların bir kısmı da Nehcül Belâga'ya nakşedilmiştir. Kur'an âyetlerinin yorumundaki anahtar, şifreler vardır, Nehcül Belâga'da. Allah hepimize inşAllah Hz. Ali sevgisi versin, onun feyziyle huzuru mahşere gidip, Hz. Fâtıma karşısında mahçup olmayalım, eğer, ceryan al¬madan gidersek kepaze oluruz. Evliya Çelebi, Fahr-i Kâinat’a ait gördüğü ünlü rüyada (çok net ve müthiş bir rüyadır. Bu konuya fazla eğilmiyorum. Yalnız bir şey vardır.) Hz. Ali'yi de aynı rüyada görmüştür. Bu çeşitli İslâm büyükleri birbirinden nasıl ayırt edilir? Dedikleri zaman, Evliya Çelebi, kokularından demiştir. 0 kokuların içerisinde, Hz. Ali'nin kokusunu net olarak kırmızı karanfile benzetmiştir. Bu kırmızı karanfil kokusu da şahadetinin bir anahtarıdır.

Çünkü Hz. Ali şehit olduğu zaman, orada bulunanlar, hak dostları çıkan kandan karanfil kokusunu pek net aldılar ve uzun müddet yaraları kanadı Hz. Ali'nin. Niçin kanadı? Kıyamete kadar gelecek insanlar bu kokuyu rahat alsınlar diye, nerdeyse kanı bitecek kadar serildi yere.

Yine biliyorsunuz, Hz. Ali beden dediğimiz o iğreti varlığı teslim etmedi. Hz. Ali'nin bedeni kayıptır. Hz. Şems'e, Mevlâna uzun yıllar sorduğu zaman, bedenin nerde bizi perişan ettin, ya varsın, ya yoksun, ya şehit oldun, ya olmadın… Ben Hz. Ali sünneti yaptım… Buyurmuştur. Biliyorsunuz üç ihlâs, bir Fatiha okunarak hatim yerine geçme, Hz. Ali Efendimiz'in, Efendimizden bizler için kopardığı bir bahşiştir.

Hz. Fâtıma büyüdükten sonra, herkes Hz. Fatıma için Efendimiz'e dünür olmak istiyordu. Bir gün Efendimiz diyor ki, galiba hepiniz Fâtıma'yla evlenmek istiyorsunuz, kim çabuk hatim ederse, Fâtıma'yı ona vereceğim. (Efendimiz bir hafta sonra evvelden bir sohbette buyurmuştur. Üç ihlâs, bir fatiha hatim yerine geçer diye.) Herkes eve gidiyor hatimi yapmak için, büyük bir çabaya girerken, Hz. Ali on dakika sonra geliyor. Tamam, hallettim Ya ResûlAllah… Nasıl olur ya Ali… Siz emretmiştiniz, üç ihlâs, bir fatiha hatim sayılır diye. 0 sayede âlemlerin rahmet denizinin kızına eş olma şerefine ermiştir. Onun için bu da bize Hz. Ali armağanıdır.

Şimdi biz de onun ruhuna niyaz edelim ve üç ihlâs bir Fatiha okuyalım.