Anadolu’nun bağrından kopup batıya da yelken açabilen bizden bir liderdir. O’nun nevi şahsına münhasırlığı; hayallerini ak ve kara ekseni üzerine kurgulamamasından, insanları sen, ben ve öteki olarak nitelendirmemesinden, her defasında hür irade, dindar ve demokrat tavır sergilemesinde kendini belli edecektir. Düşünsenize daha hayatta iken öteki âleme uğurlanacağı gün için bile Fatih Sultan Mehmet’in manevi soluğunu yüreğinde hissetmenin heyecanıyla “Beni İstanbul’a defnedin” vasiyetini ihmal etmeyecek kadar can yürek bir liderdir. Zaten bu vasiyet yerine getirildiğinde Fatih Sultan Mehmet’ten aldığı ilhamla çağ açıp çağ kapatarak tarihe not düşmüşlüğü ve kader birlikteliğinin varlığı bir kez daha teyit edilmiş olur. İşte İlahi kader bu ya, her iki liderde ismiyle müsemma İstanbul’un İslam’ın bol olduğu toprak bağrında buluşur da. Tabii ki böyle buluşmaya can kurban, baksanıza onun naçiz bedenini toprak çürütmekten imtina eder de. Tahmin etmişsinizdir kimden söz ettiğimizi, hiç kuşkusuz Özal’dan başkası değildir elbet.

Türk siyasi tarihi, iki ana kaynaktan beslenip tüm versiyonlarıyla birlikte günümüze dek uzanmıştır. Malum, bu iki siyasi ana ekolün birinci kutbunu CHP, ikinci kutbunu DP temsil eder. Aslında ikisi de İttihat Terakki kökenlidir, ama aralarında temsiliyet bakımdan bariz farklılıklar söz konusudur. Bakmayın siz öyle siyasi çizgide İsmet İnönü’den bugüne birinin sol, diğerinin sağ parti olarak göze çarpmasına, bu iki parti arasında asıl farkı ortaya koyacak faktör solun devletçi yapıya bürünmesi, sağın ise halkla bütünleşen yönde evirilmiş olmasıdır. Kaldı ki Özal, her iki çizginin de ötesine taşıp liberalinden milliyetçisine, muhafazakârından solcusuna dört eğilimi “arım balım peteğim” amblemi altında ortak paydalarda buluşturacak yeni bir anlayışı da ortaya koyacaktır. Hatta bunla da kalmaz Türkiye’nin önüne yeni bir yol haritası koyup bir dizi reformları hayata geçirecek kaptan-ı deryalık vazife üstlenecektir. Gerçektende ömrünün sonuna dek vazifesini en iyi şekilde icra edip tarihe Türkiye’ye çağ atlatan reformcu lider olarak tarihe not düşer. Dahası Türkiye lideri olarak adından söz ettirir de. 

Evet,  o alışılmışın dışında eski köhnemiş siyasi anlayışlara son vermenin ötesinde Türkiye’ye ufuk açan yönüyle dikkat çekecektir. Ufuk açması da gerekirdi. Zira Başbakanlığının öncesinde yaşadığı ve gördükleri vardı. Zaten Özal’ı karizmatik kılan da yaşadıkları ve gördüklerinden çıkarımlarda bulunup Türkiye’ye çağ atlatmasıdır. Şayet Türkiye’nin önünü açmaya yönelik çıkarımlarda bulunmasaydı ne doksanlı yıllardan, ne de iki binli yıllardan bahsedecektik, söz konusu yıllar bizim için kayıp yıllar olacaktı. Allah korusun belki de geldiğimiz noktada üçüncü dünya ülkeleri kategorisine dâhil olacaktık. İşte O, buna meydan vermemek için önce Türkiye’ye çağ açtırma yönünde düşünüp kafa yorup sonra da dünyaya açılaraktan meselenin üzerine gidecektir. İyi ki kafa yorup dünyaya açılmış bu sayede yurtdışı birikimini bürokratik kademelerde uygulayarak ilerisinde vizyon sahibi bir lider olarak karşımıza çıkmış olur. Hani derler ya inanmak yolun yarısıdır diye. Gerçekten o vizyonuyla adım adım inandığı ilkeler doğrultusunda Türkiye’nin önünü açmasını bilmiştir. İşte Türkiye toplumu böylesi bir vizyon sahibi lider sayesinde kapalı toplum olmaktan çıkıp açık toplum hale gelecektir. Tabii Türkiye’nin bu noktaya gelmesi hiçte kolay olmadı. Çok şükür özünde var olan inanmışlık ve azmi her türlü engel karşısında dik durmasına yetecektir. Nitekim Kartal Demirağ parti kongresinde ilk kurşunu sıkıp mikrofondan sekmesiyle birlikte eline isabet ettiğinde “Allah’ı verdiği ömrü O’nun isteğinden başka alacak yoktur” diyerek adeta öncesinde beyaz kefen giymiş hazırlığıyla hiçbir gücün tehdidine aldırmaksızın yoluna devam edeceğini göstermiştir. Statükocu kesim hariç, o’nun kararlı duruşuna, onun gösterdiği o müthiş performans ve başarı grafiğine milletçe hayranız da. Bakın bir bayan gazetecinin gözünden kaçmamış olsa gerek ki Euromoney dergisinde yaptığı röportaj esnasında Demirel’in başarılı olduğu iktidar dönemlerin arka planında Özal’ın parmağı olduğunu fark ediyor. Ki; o yıllar Özal’ın bürokrat olduğu dönemlerdi. Düşünün ki bürokrat dönemi böyleyse iktidar dönemi hepimizin malumu. Asla bu üstün başarı ne bir şans ne de tesadüf eseridir, bilakis tevafukun ta kendisiydi. İşte karakterinde kodlu olan bu tevafuk durum Türkiye’nin önünü açacaktır. O karakter önce bürokratik faaliyetleriyle, 12 Eylül sonrasında ise Türk siyasi hayatına damga vurmasıyla kendini gösterecektir. Derken Türkiye uzun bir aradan sonra Ankara’da ilk kez koltuğuna çakılı kalmayan, sürekli hareket halinde ve dış temasları ihmal etmeyen dinamik bir Başbakanla yüzleşecektir. Şurası muhakkak bir siyasetçi ne kadar Ankara’ya mahkûmsa biliniz ki böyle liderden Türkiye'ye pek hayır çıkmaz, malum bu tip koltuk sevdalıları toplum nezdinde itibar görmediği gibi dünyadan bihaber lider olarak yaftalanırlar.

Hele tarihten bugüne vizyon sahibi liderlere şöyle bir baktığımızda hemen hepsi dünyaya açılan, çok okuyan, çok düşünen değişim öncüsü oldukları görülecektir. Özal’da tarihler 1952’i gösterdiğinde Amerika’ya gitme fırsatı yakalayacaktır. Fırsat bu ya, hemen bu fırsatı çok iyi değerlendirip Türkiye’ye dönüşünde ODTÜ’de matematik dersi verecektir, daha sonraki yıllarda ise Amerika’da Dünya Bankası uzmanlığında görev yapıp Türkiye’ye dönüşünde bu kez Demirel’in baş müşaviri olur. Akabinde planlama müsteşarlığı görevi ifa eder. Böylece bunca bürokratik kademelerde edindiği tecrübelerin meyvesini şartların lehine dönüşmesiyle birlikte hem Başbakan hem de ilk sivil Cumhurbaşkanımız olduğunda toplayacaktır. Ama bu arada Cumhurbaşkanlık makamı Başbakanlık dönemindeki gibi aktif makam olmadığı besbelli ki canının sıkıldığı gözlerden kaçmayacaktır.  Ve ölümüne yakın bir zamanda aktif siyasete dönme sinyalleri verecektir. Nitekim Muhsin Yazıcıoğlu ile bu hususta köşkte istişarede bulunma ihtiyacı hisseder. Özal, çok iyi biliyordu ki; Muhsin Başkan gönül adamı bir siyasi lider ve tıpkı kendisi gibi cesur yürekti. Bu yüzden yeniden siyasete dönmek için Muhsin Başkanla yola koyulma isteği bürümüş kendinde, ama bu düşüncenin gerçekleşmesine ömrü yetmeyecektir. Şimdi her ikisi de gönül tahtındadır: biri Fatih'in fethettiği İstanbul’da, diğeri Mehmet Akif'in Ankara’da İstiklal marşını yazdığı evle bitişik Taceddin Dergâhının yanı başında medfundur.

Yukarıda da işaret ettik ya,  o’nun adım adım en tepe noktasına gelmesinde en büyük etken unsur mazide yaşadıkları ve bu yaşadıklarından çıkarımlarda bulunması, müthiş tarihi hafızaya ve ileriyi görebilecek engin zekâsıyla olayları analiz edebilme kabiliyetine sahip olmasıdır. Değim yerindeyse ‘kökü mazide olan atiyiz’ anlayışında bir beyne sahipti. Zira tarihe çok büyük merakı vardı. İşte çocukluk ve gençlik yıllarında birtakım siyasi açıdan unutulmaz karelerle iç içe yaşamışlığı kendisinin tarihe merak salmasına yetecektir.  Böylece yaşadıklarıyla okuduklarını karşılaştırıp her karede yaşanan hatıralar zaman içerisinde kendisi için canlı birer tarihi vesika olacaktır.  Öyle ki tarihi hatıralarında; 

- Yaşadığı dönemler itibariyle Cumhuriyetin yılbaşı balolarıyla simgeleştiğini yakından görmüşlüğü var. 
- Ezan’ın Arapça okunduğu devirleri görmüşlüğü var. 
- Simgesel değişikliklerle devlet memurlarının kobay olarak kullanıldığı günleri görmüşlüğü var. 
- Ebeveynlerinin memur olması dolayısıyla balolara götürüldüğünü ve insanların zorla dansa kaldırıldıklarına şahit olmuşluğu vardır.

İşte yaşadıkları ve gördükleri pek çok karenin ruhunda bıraktığı bir takım iz düşümler kendisini kötü gidişatı durdurmak için bir şeyler yapmaya sevk edecektir. Öyle ya, eli kolu bağlı kalıp seyretmek olmazdı,  bikere aklına koymuştu istese de yerinde duramazdı.  Artık bundan böyle kendince strateji belirleyip sırası geldiğinde isteyen dans eder, isteyen dans etmez anlayışının hâkim olacağı bir Türkiye inşa etmek için azmedecektir. İlginçtir namaz kılmayı bizatihi yaşadığı aile ortamında öğrenmiş değil, sadece yengesinin birkaç kez namaz kılarken görmüşlüğü vardır.  Bu yüzden okuduğu İstanbul Teknik Üniversitesinde namaz kılan gençlerin yanına bir ara sokulduğunda bana da öğretin demiş ve öyle başlamış dini hayatın ilk basamağına.  Başlamış başlamasına ama bu kez de yasaklı dönemlerde gizli gizli namazlarını kıldığında ruhunda kendini ele vermemenin sancısını ruhunda hissedecektir hep. Hele ki; arkadaşlarıyla birlikte takibe alındıklarında iç âleminde oluşan çalkantıyı bir Allah bilir, bir kendisi. Kim bilir o çağlarda ruh dünyasında daha ne gibi gelgitler yaşamıştır.  Neyse ki içindeki dalgalanmalar tasavvuf büyükleriyle karşılaştığında durulacaktır. Nitekim tasavvufi terbiye etkisini gösterir de. Malum olduğu üzere 12 Eylül sonrası Muhammed Raşid Hz.lerinin askerlerce Gökçeada’ya sürgün edildiğinde Cumhurbaşkanı Evrenden ilk talebi mecburi ikametin kaldırması olmuş ve bu yönde gösterdiği gayretle iki yıl süren sürgün hayatı kaldırılıp tekrar Menzil’e dönmesine vesile olur.

Evet, gençliğinden Başbakanlık dönemine kadar tüm yaşadıklarından ders çıkarmasını bilen liderdir o. Her ders çıkarışında Türkiye’nin gidişatının muhasebesini iç dünyasında yaptığında bir ara başını yerden kaldırıp ‘Ya değişecek, ya değişecek’ diye kendi kendine söz verip öyle yola koyulacaktır. Nasıl yola koyulmasın ki,  etrafına baktıkça her alanda hantallık gırla gidiyordu, bürokrasi desen hak getire, devlet kurumları desen hakeza yine aynı, değim yerindeyse ‘sallabaşı al maaşı yan gel yat osman’ anlayışı hâkimdi. Sadece hantallık ve statükoculuk iç politik arenada olsa gam yemeyiz, hariciye camiası da yerine çakılı devrim muhafızı gibiydi. Zira İnönü tutuculuğu dış politikaya da sirayet etmişti. Oysa Atatürk öyle değildi; bir bakıyorsun Hatay’ı topraklarımıza katıyor, bir bakıyorsun Montrö Boğazlar meselesine el atıyor, yine bir bakıyorsun İngiltere ve Fransa’ya göz kırparaktan müttefik gibi gözüküp İtalya ve Almanya’ya karşı kendimizi güvence altına alıyordu. Ne var ki İnönü çizgisinde bunları görmek mümkün değildi, bu çizgide daha çok suya sabuna dokunmamak vardır. Maalesef gerek hariciye, gerekse dâhiliye bürokrasisi İnönü yolunun takipçileri olarak vazife ifa etmişlerdir. Bikere olaylara at gözlüğünden bakmaya alışmışlar, isteseler de değişime ayak uyduramazlar. Meseleleri hep masa başından değerlendirdiklerinden sahaya inmezler, korkak ve ürkektirler, değişim nedir bilmezler, brifing alarak bilgilenmeyi yeğlerler. İcabında sıkıştıklarında brifing aldıkları zinde güçlere ihtilal davetiyesi çıkarmaya da pek meraktırlar. Bu yüzden bu tip bürokratik yapılanmalar hiçbir zaman seçilmişlerin yanında yer almaz. Zaten alsalar şaşardık, atanmış kolluk kuvvetlerin yanında konu manken olup köşe başlarını tutmak varken durduk yere niye hayatlarını riske etsinler ki. Habire Atatürkçülüğü habire koz olarak kullanıp işin kolayına kaçmaktalar. Oysa izledikleri yol asla Atatürk’ün yolu değil, düpedüz İnönü statükoculuğudur. Dahası Atatürk ve Fatin Rüştü Zorlu’nun dış politikada anında karar verip ufuk açan anlayıştan çok uzaklardı.  Baksanıza değil midir ki Fatin Rüştü Zorlu’nun dış politikada başarılarını kıskandıkları içindir idamına sessiz kalmışlardır. İşte görüyorsunuz nerede işe yaramaz, nerede rozetleri cüsselerinden büyük kelli felli adam varsa koro halde başımıza çöreklenmişler. Zaten işe yarar adamlar olsalar ömür boyu sloganların esiri olmazlardı. Bir zamanlar tavaf ettikleri koskoca Rusya bile dünyada esen yenilik dalgası karşısında yelkenleri indirmek zorunda kalıp glasnost perestroyka politikalarına sarılmıştır. Tabii bitmedi dahası var; devamında demir perdede yaşanan bu değişim dünyada özgürleşme eğilimlerinin daha da artmasını tetikleyip yeni dönüşümlerin yaşanacağının habercisi olur da. İşte Avrupa Birliği, işte Amerika, işte Kanada, işte Meksika, İşte Güney Amerika'da birbiri ardına kurulan birliktelikler bunun tipik göstergesi zaten. Hakeza bir başka gelişme Japon merkezli alan uzak doğu örgütlenmeleri ve bizdeki Karadeniz işbirliği gibi daha nice değişim ve dönüşüm hamleleri de öyledir. Her ne kadar bizim monşer hariciye değişmemekte ısrar etse de dünyanın genel gidişatı bir gün gelir onları da değiştirecektir, bu kaçınılmazdır.

Bakmayın siz öyle ABD’nin tek başına dünya jandarmalığına soyunmasına, eninde sonunda o da çöküşün eşiğine gelecektir. Zira hiç kimse bu dünyada şah değil padişah değil, artık ABD’nin karşısına alternatif güç çıkıyor da. Şu bir gerçek yaratılış kanunları gereği her şey Habil ve Kabil kutbunda olduğu gibi iki kutup üzerine seyrediyor. Bu demektir ki; Allah nurunu tamamlayana dek hak ve batıl kavgası devam edecektir, süreç devam ediyor ve işliyor da.

Malumunuz ülkemizde bir zamanlar refah devleti ülkü edinilmişti, bir zaman gelmiş bireyi dışlayan sosyal devlet anlayışı popülerlik kazanmış. Çok şükür her iki anlayışta tükenmiş durumda. Artık devlet endeksli politikalar yerine insan odaklı siyaset revaçta.  Revaçta olması da gerekir. Çünkü küreselleşmenin dorukta olduğu çağda Devlet baba geleneğinde ısrar etmek yarınlarımızı heba etmek demekti. Bu yüzden ‘Devletin malı yemeyen domuz’ diye tabir edilen hantal anlayışına son vermek gerekirdi. İyi ki de Özal’ın bu çarpık anlayış dibe vurduracak değişim yönünde başlattığı girişimler devreye girerde insanı merkeze alan ve insanın refahına yönelik politikalar kabul görecektir. Özal bunla da kalmaz devletin patron olamayacağı noktasında halkı ikna edebilmiştir. Derken onun çabaları netice verip devlet tek başına ‘ekmek kapısı’ anlayışı yıkılmış olur. Gerçi Özal’ın da devletin değişik bürokratik kademelerinde hizmet vermiş olmasından olsa gerek kendi üzerine azda olsa devletçi yönlerinin sinmişliği gözlerden kaçmaz, ama yinede her şeye rağmen özelleştirme ve bireyi ön plana alan anlayış onda daha baskındır. O’nun devlete bakışı halkın hizmetkârı devlet anlayışıdır. İnsana bakışı da hem madden hem de manen vatan millete faydası olacak üretken kişilik sergilemesidir. Madem öyle girişimcinin önündeki engeller kaldırılmalıydı, ama nasıl? Özal’ın kendini siyaset sahnesine attığı günü hatırlayanlar çok iyi bilir;  seçim öncesi propaganda çalışmalarında evvela köprüyü satarsın satamazsın tartışmalarıyla özelleştirmeye ışık yakmış, ardından uygulamasına geçip bu konuda kamuoyu hazır hale getirilmiştir. Derken satılan köprünün kazancıyla bir yenisi yapılıp sınırlarına haps olmuş bir ülke yerine, dünyaya açılan bir Türkiye doğmuştur. Gerçekten de Özal’ın ortaya koyduğu her icraat halkımızın gözünü açar da. Bu öyle bir göz açış ki; bir sabah uyandığımızda tek kanallı siyah beyaz televizyon mahkûmiyetinden çok kanallı renkli televizyona geçişimiz gerçekleşir de. Böylece dünyaya tek pencereden değil çoklu pencereden olayları objektif olarak değerlendirir hale geldik.

Hele Eski Türkiye’nin bir zamanlar geçirdiği halini bir düşünün, malum o yıllar çöp yığınlarından geçilmezdi. Teknoloji desen hak getire, Özal’ın o değişim ve dönüşüm yönündeki reformlar hayatımıza yansımasaydı şunu iyi biliniz ki internet’ten bihaber Ecevit tarzı daktilo tuşlarına dokunmakla ömür tüketecektik. Özal adeta hem çağ kapatıp çağ açtı dersek yeridir. İşte vizyon denen şey budur. Yerellikten evrenselliğe gidişin süreci onla başladı, şayet açtığı yoldan geri dönülseydi asıl irtica tehlikesi o zaman yaşayacaktık. Zira irtica geriye dönüş demektir. Meğer birilerinin iki de bir başörtüsünü irtica simgesi olarak takdim etmesi ülkemizi geriye götürdükleri gerçeğini örtbas için ileri sürdükleri bir kılıfmış. Oysa ne dedelerimizin sakalı, ne de ninelerimizin eşarbı ay’a çıkmamıza engeldi, engel olan statükocu zihniyetin sırça köşklerde teknolojik gelişmelerden yoksun hayat yaşamalarıydı. Neyse ki Özal’la birlikte değişim dönüşüm yaşandı da tencere tava çalanların maskeleri düşmüş oldu. Böylece memleketin hakiki evlatlarına, yani sarrafların önü açılmış oldu. Artık bu ülkede kuru gürültüye, yani tenekecilere yer yoktur. Bakın, sarraflar çarşısı sessiz, ama sermayenin asıl kazanıldığı alandır. Tenekeciler çarşısı sesli ama daha çok boşa kürek çalan alandır. Şayet dert dava çağ atlamaysa ancak sessiz devrimle atlanılacağını gördük, gerisi sadece lafı güzaf.

Yine bakın gelinen noktada artık Türkiye kabına sığmıyor, doludizgin ötelere kanatlanmak üzere,  baksanıza halkın gözünde parlayan ışık bunu doğruluyor. Her ne kadar bu gidişattan derin devlet klikleri ve elitist seçkinler endişelenseler de, korkunun ecele faydası yok, değişim kaçınılmazdır, asla tencere tava çalarak değişimin önüne geçilemez. Değişimi idrak edebilmek için sarraf olmak icap eder. Hele şükür Özal devletin başına geldi de devletin yürütme erki hantallıktan çıkıp hızla karar veren organ hale gelebildi. Tabii ki iş bilenin,  kılıç kuşananın, ‘bir koyup üç alırız’ irade ortaya koyabilecek yürek işidir. Üstelik bu ifadeler milletçe üzerimize sinmiş olan ezikliğimizi almaya yetti de. İşte bu cesur çıkış aktif dış siyaset politikayı beraberinde getirir de. Zira ABD’ye gittiğinde başkanın karşısında ceketini ilikleyip el pençe divan duran Başbakanların tam aksine ABD Başkanına elini uzattığında ‘Buraya para talep etmeye değil, ticaret yapmaya geldim’ diyecek kadar aktif ve şahsiyetli dış politika örneği ortaya koyacaktır. Böylece kapı kapı para dilenen Türkiye portresini bir kalemde siliverecektir. 

Evet, Özal yürekli bir liderdi. En kafa karıştırıcı fikirlerin bile, mesela federal devlet yapılanma hususunun konuşulmasından ve tartışılmasından korkmamalı diyebilen tek devlet adamıdır. Dikkat edin federal yapıya geçelim demiyor tartışın diyor. Tabii ilk etapta bu cümleler birçoğumuz üzerinde şok etkisi oluştursa da sonradan anlıyoruz ki; federal yapı, üniter yapı devlet tekniği açısından idari yapı konusudur. Aralarındaki farkı görmek bakımdan konuşulmasında ne mahzur olabilir ki. İşte Özal işaret ettiği husus konuşulsun ki pek çok kavram tabu olmaktan çıkıp gelişmemize engel olmasın. Besbelli ki üniter devlet kavramı çokça alışık olduğumuz kavram olduğu içindir, birileri federal kavramdan görüş belirttiğinde hemen bir bakmışsın adamın ağzına kilit vurulmaya kalkışılmakta. Dedik ya Özal her şeyin konuşulmasından yana liderdir, mizacı gereği kavramların tabu hale getirilmesinden nefret ederdi. Kaldı ki büyük coğrafyalara hükmeden devletlerin federatif yapılarına baktığımızda hiçte bölünme ve parçalanmalarla çalkalanmıyorlar. Keza Türkiye olarak üniter yapıya sahip çıkmamızda bölünme parçalanma doğurmaz. O halde üniter yapıya sahip çıkmamız federalizme lanet okumayı gerektirmez. Dolayısıyla gerek federal yapı, gerekse üniter yapı idari sistem içerisinde ele alınması gereken konulardı. Federal yapıdan söz etmek asla toprak kaybına onay vermek ya da bölünüp parçalanalım demek değildir. Zaten böyle değerlendirdiğimizde biliniz ki işin içinden çıkamayız. Düşünsenize Kenan Evren bile ahir ömründe Türkiye’nin Ankara’dan yönetilemeyeceği çizgisine gelebiliyor Hiç kimse boşa heveslenmesin, durduk yere bölünme fobisiyle şu güzelim cennet vatan ülkemizi çaresiz, ürkek, korkak bir ülkeymiş gibi göstermeye gücü yetmeyecektir.  Kaldı ki Türkiye Fırat Kalkanı harekâtıyla lider bir ülke olduğunu yedi düvele karşı ispatlamış durumda. Yani sınır ötesine taşmakla üniter yapımıza halel gelmedi, gelmezde. Bilakis üniter yapı içerisinden mazluma umut zalime demir çelik yumruk olduk.

Eski anlayışlar pirim etmiyor artık, küresel rüzgârların estiği dünyamızda yeni şeyler söylemek, yeni kararlara imza atmakla belirleniyor siyaset. Hani derler ya eskiye rağbet olsaydı bitpazarına nur yağar orası abad olurdu. Belli ki bu söz bir takım siyasilerin kulağına küpe olmamış olsa gerek ki meydanlarda halkı iki anahtar ya da herkese bir araba gibi vaatlerle kandırmaya çalışmışlardır. Kandırmaya çalıştılar da ne oldu, duygu sömürüsü de bir yere kadardır, onlar eski alışkanlıklarından devam ede dursunlar, Türkiye 16 Nisan 2017 yılı itibariyle sistem değişikliği yolunda, Özal’ın Başkanlık modeli hayali gerçek oluyor artık. Evvel Allahın izniyle bu değişiklikle birlikte Özal’ın “21. asır Türk asrı olacaktır” ideali vuku bulacaktır.

Özal zehirlendi mi zehirlenmedi tartışmalarına son verecek gelişme 15 Temmuz Darbe girişimi sonrasıyla FETÖ tutuklamalarıyla daha da netlik kazanır. Nitekim Oğlu Ahmet Özal babasının mezarının açılmasının arefesinde Adli Tıp Kurumu Başkanı Haluk İnce’ye bu hususu sorduğunda verdiği cevap çok ilginçtir: Zehir var zehirlenme yok. Tabii Adli Tıp Kurumu Başkanı ve bir takım Adli Tıp çalışanlarının 15 Temmuz sonrası FETÖ soruşturmasında tutuklanmalarıyla birlikte Ahmet Özal’ın zihninde bu işte FETÖ parmağı var olduğu düşüncesini uyandırmaya yetecektir. Gerçektende Haluk İnce’nin kurum başkanlığına getirilmesiyle birlikte,  kendisi dâhil çalıştığım kurumumdan biliyorum onun döneminde Ankara Adli Tıp Grup Başkanlığına getirilen dört başkandan üçü FETÖ soruşturmasından tutuklandı. Dolayısıyla İstanbul Adli Tıp Başkanının Ahmet Özal’a cevaben sarf ettiği  “zehir var zehirlenme yoktur” sözüne şaşmamak gerekir. Neyse ki oğul Ahmet Özal bu işin peşini bırakmayacaktır, babasının en son Orta Asya ziyaretinde eşlik eden şahıslardan birinin ilgili yerlere ismini ilettiğinde o şahsın maalesef yurt dışında arkasında herhangi bir iz bırakmaması bilgisine ulaşacaktır. Ahmet Özal tüm bu yaşananları ne anlama geldiğini düşündüğünde bir den aklına çok yıllar öncesinde babasıyla Yalçın Özer’in yaptığı röportaj aklına takılır. Röportajda:

- Fetullah Gülen nasıl biri?
- Korkuyorum.
- Nasıl yani?
- Bu korku şahsımla alakalı gözdağı korku hali değil, bu adam benden Türkiye’yi değil dünyayı istiyor, tehlikeli bir örgüttür,  işte benim korkum budur.

Tabii Ahmet Özal bu anısını aktardıktan sonra babasına Fetullah’ın adamlarının emniyete alınması yönünde liste verilir. Rahmetli Özal bunu kabul etmeyince,  Fetullah 1991 yılında Sızıntı’da Özal’ın dediklerini yapmadığı için ağır ifadelerde bulunur. Yetmedi bunun bedelini kendince Orta Asya gezisinde zehirlenerek ödettirilir. Oysa O’nu zehirleseler ne yazar, o şimdi gönül tahtında yaşamakta, ruhu şad olsun.
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.