Arapçada ‘medeni’ kavramı şehir hayatına uygun davranan manasına gelip Avrupalılar da buna eşdeğer bir kelime olarak  'sivil'  kavramını kullanırlar. Malum, sivil kavramı ‘vatandaş, nazik, zerafet, şehir ve medeni’ kavramları kuşatan bir kavram. Bir başka ifadeyle sivil kavramı vatandaş (citizenship, citoyen) demek, yani Latince şehir anlamına gelen civitas (city) sözcükten türemiştir. Zaten nerde bir medeniyet oluşumu varsa orada şehirleşme faaliyeti var demektir. Nitekim Yesrib halkı Allah Resulünü bağrına basmakla çoktan ‘Medine’ olmayı hak ettiler bile. Derken bedevi Araplar Medine şehrini kurduktan sonra hadari olmuşlardır, yani şehirleşmişlerdir. İşte bu anlamda Sümerlerin yerleştiği meskûn alanlar da eski şehir kültürünün merkezleri olarak bilinmektedir. Hakeza ‘Uygur’ kavramı da öyledir. Nitekim tarihte kurduğumuz devletlerden birine 'Uygur' demişiz de. Kaldı ki  ‘Uygur’ yerleşik bir hayatın ifadesidir.

Günümüz de  “civil-medeniyet-uygarlık” kavramları eş anlamda kullanılır. Türkçemize giren sivil kavramı ise batıdan ithal edilmiştir. Yani yukarıda belirttiğimiz üzere sivil kavramı Latince ‘yurttaş-vatandaş’ manasına gelen civis kökünden kök salmıştır.

Medeniyet kavramını ilmi yönden değerlendiren tek aydınımız Cevdet Paşa’dır. Bakın Cevdet Paşa; “Önce devlet kurulur, insanlar düşman korkusundan azad olurlar. Sonrasında ihtiyacat-ı beşeriyetlerini tahsile ve kemalat-ı insaniyelerini tekmile koyulur” diye bir tespitte bulunup medeniyete giden süreci ortaya koymuştur.  İfadelerden de anlaşıldığı üzere medeniyete veçhe kazandıran iki unsur söz konusu olup, bunlar:

- Beşeri ihtiyaçlar,

- Ahlak ve zekâ yönünden olgunlaşmadır (kemale erme).  Kelimenin tam anlamıyla medeniyet ilerleme, terakki ve yükselme demektir. Şöyle ki; İbn-i Haldun’un bedevi Araplara yönelik; “Bedeviliği bırakın hadari (yerleşik-şehir) olun”  haykırışı bir an evvel kemale kavuşma arzusunun bir yansımasıdır. Yine Hz. Mevlana’nın göçmen Türkmenlerin tahripkâr davranışlarına serzenişte bulunması da öyledir. Aslında bu haykırış ve serzenişler her iki toplum için medeniyete teşvik bir öz eleştiridir. Ne var ki bu öz eleştiriler kimilerince yanlış anlaşılmış olduğu o kadar açık ki, güya Mevlana Moğol işbirlikçisi boyutuna taşınırda. Tabii bu ağır bir ithamdır. Oysa onun o engin hoşgörüsü bir şekilde Moğol ilhanlarına da tesir edip ileri evrelerde olumlu sonuçlar doğurduğu görülmüştür.

Gerçekten de bedeviyet içinde yüzen insanlık, İslam sayesinde hadariliğe (yerleşikliğe) geçip kabalığın yerini zarafet almıştır. Tabiî ki hadariliğe geçiş kolay olmadı. Nasıl olsun ki;  her geçiş sürecinin kendine has sancıları söz konusu. Bu sancı kimi toplumlarda yumuşak, kimi toplumlarda bir takım bedeller ödeyerek geçiştirilebiliyor. İşte Arap toplumunun bedevilikten hadariliğe geçişte reaksiyon vermesi bu geçiş sancısının bir sonucudur. Düşünsenize başlangıçta başsızlığa, kurumsuzluğa, nizamsızlığa alışmış bir toplumu bir çırpıda nizama sokup kurumsal hale getireceksiniz,  bu mümkün mü? Sonuçta zor da olsa sonunda kazanan bedevilik değil, hadarilik kazanmıştır.  Maalesef bugün de buna benzer sıkıntıları sanayileşmiş bilgi toplumuna geçiş süreci sancısında yaşıyoruz.  Bilhassa güneydoğu endeksli terör hareketlerinin arka planında yatan en temel etken unsur tarım toplumundan sanayileşmiş bilgi toplumuna adapte olamamak vardır. Malum, tarihte görüldüğü üzere her geçiş süreci sancılı geçmiştir.  Her şeye rağmen yine de geçiş süreçlerinin yol açtığı sancıları maddi ve manevi sosyal tedbirlerle atlatmak pekâlâ mümkün, ama bu noktada Nizam-ı âlem esprisini iyi kavramak gerekmektedir.    

Türkler 17. asırda medeniyet aşılayıcı konumda iken, 18. asırdan itibaren aşılanan konuma geçmişlerdir. Nasıl mı? İşte Şeyh Edebali ve Osman Gazi birlikteliğiyle Söğüt’te temelleri atılan Osmanlı mayası tuttuktan sonra olgunlaşan medeniyet hamlesi ancak 17. asra kadar devam edebilmiş, bundan sonraki evreler de artık bize ait olan değerlerin sürdürülebilir etkisinin azalmasıyla birlikte düşüş kaçınılmaz hale gelmiştir. Böylece bir medeniyet ömrünün 600 yılı aşmadığını idrak eder olduk. Meğer Medeniyetler de bir insan ömrü gibi sınırlı kalmaya mahkûmmuş.  Bakın, Osmanlı tüm çırpınışına rağmen bir türlü düşüşünü önleyemedi, kim bilir belki de bu yaşananlar yeni bir medeniyetin doğumuna hazırlık sancısıydı.  Zaten bilim adamları her medeniyetin kendi içinde bir eski çağı, ortaçağı ve yeniçağı olduğunda hem fikirler. Yani, bu sosyolojik evreler medeniyet hamlesinin geçirdiği evrelerin fotoğrafını ortaya koymak içindir. Ayrıca bir medeniyet oluşumu bir başka medeniyetten ilham alarak ta ortaya çıkabiliyor. Tabii bu ilham aktarımı üç yoldan olabiliyor. Bunlar:

- Kolonileşme yoluyla,
- Aşılanma yoluyla,
- Faydalanma yoluyla.
  

Kolonileşme yoluyla medeniyetlerin zuhur ettiği görülmüştür. Nitekim Avrupa 12. ve 15. asırlar arasında İslam’dan aldığı aşılarla kendi medeniyetlerini kurma başarısı göstermişlerdir. Avrupa bir zaman yitirmiş olduğu Greko-Latin kültürünü bile Müslümanlardan alıp kendi coğrafyalarına taşımışlar, bu yüzden şimdiki konumlarını İslam medeniyetine borçludurlar. Hakeza eski Yunan’ın kültür mirasına kavuşmaları bizim sayemizde mümkün olmuştur. Medeniyet aktarımının faydalanma yoluyla veya aynen aktarılmasının çok defa sakıncalar doğurduğu muhakkak. Ancak faydalanma metodu besleyici ve zenginleştirici tarzda alınırsa zarardan çok yararı söz konusu olabiliyor. Mesela Yunanlılar dünyanın kültür hazinelerini coğrafyasına taşımışlar, ama kendi kültürlerinden taviz vermediklerinden dolayı, besleyicilik bakımdan faydasını görmüşlerdir. Dolayısıyla yerli kültürleri dejenerasyona uğratmayacak veya asimilasyona yol açmayacak her türlü faydalanma da herhangi bir sakınca yoktur diyebiliriz.

İbn-i Haldun, medeniyet kavramından ziyade Umran ifadesini kullanır. Bu yüzden İbn-i Haldun; Tarih denilen muammanın iki anahtarı vardır: Biri ‘Umran’ diğeri ise ‘Asabiyet’ diye tarif etmiş ve bu tarife ilaveten şu sözleri söylemiştir:

“Umran bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü, içtimai ve dini düzen, adetler ve inançlar... Tarihi ve insanı bütün olarak ifade eden bir kelime,  hem bedeviliği hem hadariliği kucaklar; Kültür ve medeniyet..”

Cemil Meriç  ise İbn-i Haldun’un yorumlarından hareketle; “Umran'dan habersizdik, medeniyete de ısınamadık, kendimize layık bir kelime bulduk; Uygarlık..” demiştir. Gerçekten de uygarlık, bir zamanlar dilde yapılan uydurukça furyasının bir sonucu geçmiş bir kavramdır. Belki bu kavram ‘Uygurluk’ şeklinde kullanılsaydı, Türklerin göçerlikten yerleşik hayata geçişin bir simgesi olarak yorumlayıp şehirleştiğine dair bir bağlantı kurmamız çok daha kolay olabilirdi. Bu yüzden Cemil Meriç’in gerek Cevdet Paşa ve gerekse İbn-i Haldun Sosyolojisi’ne dayanarak yaptığı tariften hareketle medeniyet kavramını, bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü olarak algılayabiliriz. Ya da medeniyeti gelenekleriyle haşir neşir olmuş bir milletin müesseseleşmesiyle elde ettiği kazanımlarının diğer milletlere de sirayet etmesiyle birlikte ortaya çıkan büyük bir inşa hareketi olarak düşünebiliriz. Bu tarif aynı zamanda bize Osmanlının Nizam-ı Âlem hareketini hatırlatır.

Medeniyet vuku bulmadan önce tesanüd (dayanışma) hâkimdir, yani hasbi bağlılık diyebileceğimiz asabiyet esastır. Dolayısıyla her devletin ilk kuruluşunda tesanüd çok önem arz eder. Derken devlet mekanizması, yerli yerine oturduktan sonra asabiyete gerek kalmayacaktır. Çünkü yerleşik değerler artık göçebelikten kalan katılığı çözüp asabiyeti zayıflatacaktır. Nitekim çöl ortamlarında tesanüdün ağır basması bu durumu teyit ediyor. Ama her türlü asabiyet, eninde sonunda müesseseleşen devlet karşısında medeniyete boyun eğmesi kaçınılmazdır. Kaldı ki medeniyet, vahşet kavramının zıddı bir kavramdır. Vahşilikten, ya da iptidailikten kurtulmanın adıdır medeniyet. Bir başka ifadeyle; ölçülerimize ve orijinal kaynaklarımıza yabancılaşmadan, tepki vereceğimiz hususlarda medenice tavır sergilemektir. Bu da yetmez vahşilikten Nizam-ı Âlem'e yol almaktır. Bu anlamda medeniyet, taşımızdan Süleymaniye ve Selimiye mimarisinin,  gönül yüreğimizden ise Mimar Sinanların çıkabileceğini gösteren bir remzdir.

Günümüzde medeniyet sanayi ve sanayi ötesine sıçramış enerji medeniyetidir. Artık petrol medeniyeti saltanatının son demlerini yaşıyor. Yeni enerji nükleer enerji adı altında çağımıza damgasını vurmuş durumda. Enerji alanında büyük gelişmeler kaydedilmektedir. Buhar çağı, Petrol çağı derken yeni bir anlayışın eşiğindeyiz. Teknolojik ve bilgi uzmanlarının gayretleriyle gün be gün yeni hamlelere şahit oluyoruz. Şurası muhakkak, medeniyet hamlesini politikacılar belirlemez, bilge insanlar, sanatkârlar vs. belirler. Zira bilge şahsiyetlerin, sanatkârların iç dünyasında hem heyecan var, hem de üretkenlik ruhu vardır. İşte bu ruh sayesinde medeniyetler kurulup inşa olmaktadır.  Bundan öte her medeniyet oluşumu maneviyat aşısıyla neşvünema bulmakta. Bu yüzden medeniyetler para ile değil imanla kurulur sözü sıkça söylenilir olmuştur. Hatta bizde aynı kanaati paylaşıp, bir adım ötesinde her medeniyet din temeline dayanır diyoruz. Zira din ve ruh mayası olmadan medeniyet aşısı tutmuyor.  Nasıl tutsun ki, bakın insanlık yozlaşıp, dinden uzaklaştıkça Fourler bugünkü medeniyet anlayışını iki sütun üzerinde yükseldiğini, bu sütunların:

- Süngü

- Açlık, üzerine bina edildiğini ifadelendirmiştir. Anlaşılan günümüzde medeniyet anlayışı Napolyon’un “para, para, para” diye dillendirdiği hâkimi mutlak paraya indirgenilmiş gözüküyor. Aslında parayı ön plana alan bu tip nakaratlar yaşadığımız çağın içinde bulunduğu ortamı izah etmeye yeter artar da.  O halde birileri çıkıp bu çağın insanına para her şey demek değildir, maneviyatta gereklidir demesi icap eder. Zaten denmese de dinden uzak medeniyetlerin, yıkıcılığa dayanan anlayışlarının er geç tükendiğini gösteren delil bizatihi tarihin kendisidir.

Demek ki; büyüyen medeniyetin uzun ömürlü olması varlığını borçlu olduğu idealizme bağlılığı ölçüsüyle sınırlı kalmakta. Yani, mensubu bulunduğumuz medeniyetin kodlarında aşk ve sevgi tükenmemişse hayatta varız demektir. Aksi takdirde Bolşevik Rusya’sında olduğu gibi 70 senelik bir kısa hâkimiyet sürecine mahkûm kalırız. Suni medeniyetler ne zaman payidar kalmış ki bugünde kalınsın. Dolayısıyla boşuna heveslenilmesin, tüketim çılgınlığına dayalı uygarlık bir yere kadardır, biliniz ki tüketim sarhoşluğunun sonu zevaldir. Madem öyle medeniyet’i bir bütün olarak ele alıp, bir milletin yaptıklarının ve yapacaklarının ürünü olarak görmek gerekiyor. Eğer âlemin nizam bulmasını istiyorsak bütüne talip olmakta fayda var,  parçalarda oyalanmak tüm insanlığı yer, bitirir de.  Ki; bunu en iyi Arnold Tonybe'nin; insanlığın medeni tarihini mağara, yontma taş, cilalı taş, bakır, bronz, demir, makine gibi sistematiğe bağlayan arkeologları yerden yere vuran şiddetli eleştirisinden anlıyoruz. Bu yüzden bizim medeniyete bakışımız da aşağı yukarı bu istikamettedir. Şöyle ki; ilk Peygamberin dünyaya indirilmesini aynı zamanda medeniyet çerçevesinde değerlendirmenin ötesinde ilk insanın dünyaya medeni olarak adım attığına inanıyoruz. Böylece İbn-i Abbas (r.anh.)’dan rivayetle; “Hz. Adem, cennetten indiği zaman beraberinde demirden mamul beş şey getirmiştir: Örs, kerpeten, mik’ama (gürz veya çevgen değnek), çekiç, iğne..”  diye zikredilen hadiste geçen  alet  adavetten kastın  medeniyet olup cennet kaynaklı olduğunu gösterir. (Bkz. Hangi Medeniyet, Kültür dünya, Prof. Dr. İbrahim Canan, S.109). Kaldı ki, eski Yunan medeniyetine bile bakıldığında Tarentli Archytas’ın tahtadan yaptığı güvercinle bir müddet havada uçuran aygıt yaptığını, yine buna benzer Phaleronlu Demetrios’un kendi kendine yürüyen bir sümüklü böcek aygıtı geliştirdiğine şahit olmaktayız. Tabii bitmedi dahası var; milattan önce ikinci yüzyılda, yani Roma devrinde Mısırın İskendireye şehrinde yaşamış Heron'un içerisine madeni bir metal atıldığında otomatik olarak devreye giren su akıtan musluklardan bahsetmesi de kayda değer bir medeniyet öğretisidir. Hakeza yine Doğu Roma imparatoru Theophilus’un (839–842)  oturduğu tahtının her iki yanında adeta Kralı karşılarcasına ayağa kalkıp tazimde bulunmanın ifadesi diyebileceğimiz türden som altından yaptırdığı otomatik kükreyen aslan modelleri de öyledir.  İşte tüm bu medeniyet örnekleri ortada dururken hala tarihin seyrini mağara, yontma taş, cilalı taş, bakır, bronz vs. devirlerle sınırlamaya kalkışılmasının doğrusu abesle iştigal buluyoruz. Sadece bu modeller Roma’da mı var, elbette ki hayır,  bakın eski Çin’de dillere destan robot geliştirilmiştir. Ne var ki bu robotun ününü duyan imparatoriçe kıskançlıktan paramparça etmiştir. 

İslam’ın medeniyet misyonunu, anlayabilmek için metodolojisini iyi bilmemiz gerekiyor. Batı kaynaklı medeniyet tanımları ekseriye İslam’la taban tabana zıt tarifler olabiliyor. Çünkü Batılı adam ilk insanı vahşi sınıfı olarak kategorize ediyor, bununla kalmayıp kendi gönüllerince insan topluluklarını evrimleşmeye tabi tutup sanal bir beşeriyet tarihi üretiyorlar. Onlar ürete dursunlar Allah Teâlâ ilk insanın vahşi olmadığını, tam aksine  “Bütün isimleri Âdem’e öğrettik” ayetiyle medeni olduğunu ilan etmektedir. Keza yine Kur’an-ı Muciz’ül Beyan da geçmişte bir kısım milletlerin, Kuvvetçe daha ileri, “mal ve evlatça daha çok oldukları (Tevbe–69, Fatır–44, Muhammed 13) ve yeryüzünde daha çok ve sağlam eserler bıraktıkları (Mümin 21–82)  zikredilerek medeniyetin tâ baştan beri var olduğu belirtilmiştir.

Batılılar genel itibariyle toplumları; 'avrupalı-yerli-şarklı’ kavramlarla tasniflemişlerdir Tabii ki İslamiyet öyle bir tasnif yapmaz, sadece mümin, münafık ve kâfir ayırımı yapar. Asla İslam medeniyeti batı literatürünün kullandığı tabirlere muhtaç değildir. Kaldı ki yüce dinimiz kendi yol haritasını tâ baştan ortaya koymuş. O halde alternatif arayışına gerek yoktur. Her şeyden önce batının medeniyete bakış mantalitesi farklı. Onun için medeniyetle ilgili meseleleri tartışırken batı modeli kopyacılığıyla bir yere varamayacağımızı iyi idrak etmeliyiz. Bir kere taklit başka, terakki başkadır. Her ikisini birbirinden iyi ayırmak gerekir. Batı şimdilerde zaten telaşlıdır. Zira fildişi kuleden bakıp küçük gördüğü dünya (doğu) yeniden medeniyet olma emareleri gösteriyor. Yerli, doğulu ve barbar diye kategorize ettiği dünya yeniden kıpırdar gibi. Bakın batılı tarafından öteki görülen veya medeniyetsiz nitelendirilen bu ülkeler öz kaynaklarına yöneldikçe yeniden yeni medeniyet oluşumunun muştusunu veriyorlar. İşte bu noktada batılı telaşlı diyoruz.

Hâsılıkelâm bedevilikten medeniyete İslam sayesinde ulaşan insanlık, bugün de İslam’ın ışığında yeni bir medeniyete adım atabilir pekâlâ. O gün geldiğinde hâkim-i mutlak para değil, hâkim-i mutlak İlay’ı Kelimetullah için Nizam-ı Âlem esprisi olduğu görülecektir.

Vesselam.


Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
vedat çalışkan 10 yıl önce

bayburtta sahabeler vardır,dolayısıyla aşağıdaki ayet ve hadisi şerif"ışık ve yol"arz e-
diyor...................ayet...nisa..69.....................................................
"hadis-i şerif:"peygmber efendimiz.s.a.v.buyurdu"Ashabımdan her hangi bir kimse"bir ülkede ölürse,
"kıyamet günü(o ülke halkı)"önünde"bir lider ve nur"olarak mahşere kaldırılır.tirmizi
4119-menakıp 3864.*yazınız ehenmiyeti:cihanşumül ve içerisindeki bir okulu,dalıdır,eğitimidir*tebrik ederiz.