Ah! Abdulvehhab Işık ağabeyim ah! Hem de ne ah. Düşünüyorum da onun İbrahim İnan’ın kendi haline uygun sohbet kasetini bana niçin hediye ettiğini şimdi daha iyi anlıyorum. Madem anlayabildik, o halde her iki şahsiyetin de ruhu şad olsun deyip öyle sohbete kaldığımız yerden devam edelim inşallah:

Evet, Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.), Nakşibendî Tarikat-ı nisbetini bir araya toplayan büyük bir mürşid olmanın ötesinde bu tarikatın asli vazifesinin azimetle amel işleyip, ruhsatlardan kaçınmak olduğunu etrafına yayan ve bu yolun usullerin manevi âlemde bir bir bizatihi Şah-ı Nakşibend (k.s.)’e talim ettiren zattır o.. Derken bu Nakşibendî Tarikatı nisbeti Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s.)’den Hâce Ârif-i Rîvgerî (k.s.)’e devr olunur.

Hâce Ârif-i Rîvgerî (k.s.)’den bu nisbet Hâce Mahmud İncîrî Fağnevî (k.s.)’e geçer. Hâce Mahmud İncîrî Fağnevî (k.s.)’den de Hâce Ali Râmîtenî (k.s.)’e devr olunur. Devr olunduğundan da bu Tarikat-ı Nakşibendiyye yolu Hâce Ali Râmîtenî’yle birlikte tekrar açık zikre geçilir. Ve Hâce Ali Râmîtenî şöyle der: "En kolay yol bir Allah ehlinin gönlüne girmektir."

Bir gün kendisine; 
"-İman nedir?" sormuşlar.
Bunun üzerine şöyle cevap vermiş:
"-İmanın başı beklemek, sonu beklemek, en nihayetinde ulaşmaktır."

Hâce Ali Râmîtenî Nakşibendî Tarikatının nisbetini Muhammed Baba Semmâsî'ye devreder. Muhammed Baba Semmâsî (k.s)’de Şah-ı Nakşibend’e devr eder. Öyle ki; Şahı Nakşibend (k.s) bu yolun nisbetini sistemleştiren ilk mürşid-i kâmildir. Bir gün Muhammed Baba Semmâsî (k.s) sofileriyle birlikte yürürken;

"-O koku öyle fazlalaştı ki o çocuk doğsa gerek" demekten kendini alamaz. Derken kokunun geldiği yerde ki eve varır. Kapıyı tak tak çaldığında çocuğun babası içeri buyur eder. Tabii içeri giren büyük bir zattır, yani Muhammed Baba Semmâsî’dir. Ancak eve girdiğinde bir Şeyh edasıyla değil çocuğun babasını ziyarete gelmiş gibi davranır. Doğan çocuk Şah-ı Nakşibend (k.s.)’den başkası değildir. Hoşbeş sohbetin ardından Şah-ı Nakşibend (k.s.) daha üç günlük çocukken kucağına alıp onu tarikata kabul eder. Sonrasında dönüp yanındaki halifesi Emîr Külâl (k.s.)’e şöyle der:

"- Bakın, bunun üzerindeki tüm hakkımı yerine getir. Eğer bunda bir eksiklik görürsem, sana olan hakkımı helal etmem." Tabii, bunlar aklın alamayacağı işler. Malum, aklın karaya vuracağı durumlarda hem biz kimiz ki. Bize ancak bu durumlarda “Allah sırlarını takdis etsin” demek düşer, zaten başka ne diyebiliriz ki.

Muhammed Baba Semmâsî (k.s.)’den sonra Nakşibendî Tarikatı nisbeti Seyyid Emir Külal (k.s.)’e devrolunur. Üstelik devretmeden önceki evrede Seyyid Emîr Külâl (k.s.)’i tarikata alışı da bir acayip durum. Nasıl mı?

Bakın, Emîr Külâl (k.s) eskiden pehlivanlık yaparmış. Bir gün güreş meydanında iken, seyredenlerden birisinin aklından şu düşünce geçmiş:

"- İyi hoşta bu adam Seyyid, nasıl olur da meydana çıkıp güreş eder?"

İşte bu düşünceler eşliğinde güreşi izlerken o sırada gözlerine yenik düşüp uyku ile uyanıklık arası diyebileceğimiz bir hale girer. Bu halde birde ne görsün; mahşeri bir kalabalık, ana baba günü, herkes bağırtı çağırtı derken sıratın köprüsünün başında bir pehlivan kaptığını karşıya, kaptığını karşıya fırlatıyor. O sırada kendiside zavallı, pejmürde halde;

"-Ne olur beni de karşıya at" diye yalvarır. Tam o anda karşıya atılırken uyku ile uyanıklık arasında diyebileceğimiz halde kendine geldiğinde o an Emîr Külâl (k.s) ile göz göze gelmiş. İşte bu durumda Emîr Külâl (k.s) der ki;

"- İşte gördün mü? Biz aslında o günün pehlivanıyız."

Yine bir gün Muhammed Baba Semmâsî (k.s) sofileriyle yürürken Seyyid Emîr Külâl (k.s)’in güreş yaptığı meydana gelmişler, başlamış güreşi seyretmeye.

O arada sofilerden birinin gönlünden şu düşünce geçer:

"Olacak iş mi, koskoca Şeyh Hazretleri nasıl olur da bir güreşi seyreder?"

Birazdan Muhammed Baba Semmâsî (k.s) sofiye dönüp, şöyle der;

"-Aslında güreşi seyretmiyorum. Bak şu ilerde duran büyük bir pehlivan var ya, işte o pehlivanı kendime bend etmeye (çekmeye) çalışıyorum."

Gerçekten de Seyyid Emîr Külâ (k.s) ile Muhammed Baba Semmâsî (k.s) göz göze gelmişler, her ne oluyorsa o anda olmuş, artık Seyyid Emîr Külâ (k.s) er meydanında zahiri pehlivanlığı bırakıp hakiki pehlivanlık yoluna koyulur da.

Malum olduğu üzere Seyyid Emîr Külâl (k.s) Şah-ı Nakşibend’i (k.s) yetiştiren zattır ama aslında Şah-ı Nakşibend (k.s)’ın mürşidi Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s)’dir. Yani o’nun ruhaniyetinden terbiye olmuştur.

Şah-ı Nakşibend (k.s) der ki: "Allah'tan, Hakka vasıl olmada en kestirme bir yol istedim. Allah’a çok şükürler olsun ki isteğim oldu, vuslat deryasına ermede bizim tarikatımız, tarikatların en kestirme yol olur da."

Birgün, Şah-ı Nakşibend (k.s);
"-Sizin tarikatta halvet (İnsanlardan uzaklaşmak uzlete çekilmek, köşeye çekilmek) niye yok" diye sormuşlar.

Cevap vermiş;
"-Halvette şöhret vardır, şöhret ise afettir”

Gerçekten de sofilerden iki sofi birleşip sohbet ettiği zaman onun feyzi bereketi çok olur. Hele sohbet esnasında, sohbette bulunanlar birbirinde eridiğinde (fena) asıl o zaman sohbet tam olur.

Ve sözlerinin devamında ise şöyle der: 
"-Biz en edna sofimizin bile evinin saçaklarındaki sineklere kadar himmet ederiz."

Şah-ı Nakşibend (k.s)’den bu Tarikat-ı Nakşibendî’ye nisbeti Alâeddin Attar (k.s)’a geçer. O da büyük bir zattı. Ve Şah-ı Nakşibend (k.s) daha hayattayken irşada başlamıştı bile. Şeyhinin izni doğrultusunda Alâeddin Attar (k.s) şöyle demiştir:
"-Eğer kapıcının incinmesi olmasaydı, bütün cihan kapılarını ardına kadar açardım."

Alâeddin Attar (k.s)’dan bu Nakşibendî Tarikatı nisbeti Ya’kub-i Çerhî’ye (k.s) devr olunur. Ya’kub-i Çerhî aslında Şah-ı Nakşibend (k.s)’ın sofisidir, ama halifelik idmanını Alâeddin Attar'ın yanında yapmıştır. Ya’kub-i Çerhî (k.s)’ın en çok üzerinde gayri ihtiyari zahir olan bir hali vardı ki hayretler içerisinde kalmamak ne mümkün, öyle ki yüzü bir garip şekilde değişik hal alırmış, hatta başka insanların simasına girermiş. Bazen öyle olurmuş ki, hanımlar evde yabancı var diye bağrışırlarmış.

Her neyse Nakşibendî Tarikatı nisbeti bu kez Ya’kub-i Çerhî (k.s)’den Ubeydullah Ahrâr (k.s)’a devrolunur.  

Ubeydullah Ahrâr bir sohbetlerinde bakınız ne diyor: 
"-Uzakta çiftçinin biri çift sürüyordu. Kendi kendime dedim ki;
"-Ey Nefis! Bak şu adam senden daha ağır işlerle meşgul olduğu halde, bir an olsun Allah'tan gafil değil. Oysa sonradan anladım ki, bu hal binlerce kişiden belki bir kişide varmış."

Keza İmâm-ı Rabbânî (k.s)’de öyle der; 
"-Rıza ve ihlâs nimetiyle şereflendirilenler binlerce kişiden belki bir kişidir."

Tabii İmâm-ı Rabbânî (k.s) bu sözü söylediğinde üzerinden 400 yıl aşkın bir süre geçmiştir. Kim bilir şimdi günümüzde insanların durumu nasıldır? Nitekim bu hususta günümüz Sultanlarından Seyda Muhammed Raşit (k.s) "Şu anda Allah'a yüzünü çevirmeye çalışan, Allah'ı tanımaya çalışan, doğru yola gitmeye çalışan binlerce kişiden belki bir kişi kalmış. O'nun da ahireti perişan” deyip noktayı koymuşta.

Hatta İmâm-ı Rabbânî (k.s) bir başka sohbetlerinde şöyle der; "Hindistan'a da Peygamberler gelmiş, onların mezarlarında büyük nurlar görüyorum. Herbirinin yerini istesem, şu anda gösterebilirim. Ama bu zamanın insanları böyle şeylere inanmazlar." Malum bu sözü 400 seneyi aşkın öncesinde söylüyor. Düşün o zamanda öyleyse bu zamanda kim bilir kaç kişi inanır. İşte bu gerçeklerden hareketle Manisa’da Allah rahmet eylesin bir Allah dostu da şöyle der; "Şu anda velilerin paçalarından keramet aksa bu millet inanmaz, hatta onlarla alay eder."

Ubeydullah Ahrâr (k.s) gelen misafirlere bal ikram etmiş. O sırada ziyarete gelen sofilerin yanında da ufak bir çocuk balı görünce kendinden geçer ve başlamış bal kovanını parmaklamaya. Bu durumda Ubeydullah Ahrâr dönmüş çocuğa demiş ki:
"-Evladım senin adın ne?"
Çocuk demiş ki:
"- Bal" 
Ubeydullah Ahrâr  (k.s) tebessüm edip:
"-Madem sen bu zahiri lezzette kendini ona kaptırabiliyorsun. Bir gün senin o damağına lezzeti tattıracak biri çıkar elbet" der.

Derken babasından o çocuğu evlatlık ister. Gerçekten de o çocuk ileride Ubeydullah Ahrâr (k.s)’ın halifelerinden biri olur da. Ve Ubeydullah Ahrar (k.s) irşad hayatının sonunda bu Tarikatı Nakşibendî’ye nisbetini Gavs-ı Sani Hazretleri'ne gelen Şecerede Mevlânâ Muhammed Zâhid (k.s)'e devreder. O'ndan da Mevlânâ Derviş Muhammed Semerkandî (k.s) devralır.

İşte görüyorsunuz Nakşibendî Tarikatı öyle bir yoldur ki,  bu yola önce girmek ya da sonradan dâhil olmak arasında fark olmayabiliyor, hatta bu kadar amel yaptım veya şu kadar hizmet ettim gibi sözlerinde pek ehemmiyeti olmayabiliyor. Kaldı ki bu kapıda öncelik ve sonralık tam ayırıcı bir ölçütte değil. Baksanıza Hazreti Ömer (r.a.) kırkıncı Müslüman, ama ikinci halife. Malumunuz, birinci halife Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a), ikinci ise Hz. Ömer-ül Faruk (r.a.)’dır. İşte bu sebeple Gönüller Sultanı Seyda Muhammed Raşid (k.s) şöyle der: "Hiçbiriniz yaptığınız amel ve ibadete güvenmeyin. Hiçbiriniz şeytanın yaptığı kadar amel yapamazsınız. Hiçbiriniz amellerinizin kuvvetiyle bir yere ulaşmazsınız. Kurtuluş ancak Saadat-ı Kiramın himmet ve feyiz bereketindedir."

(Konu 'Ölmek İçin Doğunuz' başlığıyla devam edecek.)
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
Gece 3 yıl önce

Dikkat ettimde, cömertlik, sabır, tevazu gibi erdemlerden bahsetmiyorsunuz da. O şu na el verdi, bu şuna el verdi gibi tamamen "mucizevi" şeylerden bahsediyorsunuz. Güzel ahlakın esasi bunlar mı oluyor