Erzurum'daki "Palandöken Şiir Akşamları" dolayısıyla hem güzel hem de gergin saatler birbirini izliyordu.

Bekir Sıtkı Erdoğan'la güzel bir baharın öğle sonrasında, geçmiş zamanları anarak çarşı pazar dolaşıyorduk. "Hancı" şairinin "Marya"sı, bizim bu şehirdeki öğrencilik yıllarımızın sisli puslu özlemlerine esrarengiz ufuklar aralardı. Kendisi de bu serhat ilimizde subay olarak görev yapmış, Aziziye Tabyalarının fısıltılarını dinlemiş, şiirlerine yadsıtmıştı.

Bir ara ben, eski bir Erzurum evinin yanıbaşında durup, pencerelerine dalmıştım. Bekir Sıtkı Erdoğan şöyle anlamlıca bir gülüş ve bakışla "anlıyorum" der gibi beni izliyordu. Evet anladığı türden bir zaman tünelindeyim. Erzurum'un soğuk, karlı günlerinde bu pencerelerin önünde dönüp dolaştığım zamanları soluyordum şimdi. "Hadi sil  gözlerini Marya..." diyecek gibiydim ki baktım yaşarmaya yüz tutan benim gözlerimdi. Dönüp Bekir Sıtkı Erdoğan'a "Hadi yürüyelim üstadım" deyip bir yangının küllerini daha fazla deşelememe yolunu seçiyordum.

Akşam üniversitede Rektör Hurşit Ertuğrul'un şairlere yemeği vardı. Güzel bir sohbet, ard arda şiirler ve şiirler üzerine anekdotlarla sürüp gidiyordu. Ben de gündüz yakalandığım geçmiş zaman fırtınasının uğultularını taşıyan bir başka şiiri okudum, Faruk Nafiz'in "Allahaısmarladık" şiirini... "Elimi beş yerinden dağladı beş parmağın/Bağrımda da yanmadık bir yer bırakmadan git/Bir yarın göçtüğünü, çöktüğünü bir dağın/Görmemek istiyorsan ardına bakmadan git..."

Bekir Sıtkı Erdoğan yine anlamlıca bir göz kırpmasıyla, "Tam yerini buldu..." diyordu.

Masada hoş bir hava, duygulu bir iklim, zengin çağrışımların esintileri sürüp giderken, beklenmedik bir anda bir tel kopuyor, ahenk kesiliyordu.

Zeki Ömer Defne yeni bir şiirini okumuştu ki Mehmet Çınarlı araya girdi. Defne'nin şiirine dair bazı eleştirilerde bulundu. Zeki Ömer Defne durgunlaştı. Orhan Şaik Gökyay bir espri ile araya girip havayı değiştirmek istediyse de, aksilikler birbirini kovalıyordu. Ev sahibi durumundaki Dekan Şerif Aktaş Mehmet Çınarlı'ya dönerek, "Üstadım siz 1960'lı yıllarda yazdıklarınızla şairsiniz... Fakat daha sonraki şiirlerinizin çoğu manzume derecesinde kalıyor..."

Çınarlı'nın nevri dönmüştü... Her zamanki dobra tavrıyla Aktaş'ı paylıyordu: "Sen Ankara'da yanıma her gelişinde benim şiirlerim hakkında hep övgü dolu konuşuyordun... Demek samimiyetsizmişsin..." Öfkeli bir hareketle sofrayı terk ediyor, misafirhanedeki odasına çıkıyordu.

Şerif Aktaş'ı kenara çektim "Hadi gidelim sen bir özür dile, ben de kendisini yatıştırırım, alıp getiririz..."

Şerif Aktaş, galiba biraz da alkolün etkisiyle tam aksine bir tavra girmişti: "Zeki Ömer Defne benim hocam Kaya Bilgegil'in hocasıdır. Onun incinmesini içime sindiremem..." diyordu.

Gecenin tadı kaçmıştı. Meclis dağıldıktan sonra Çınarlı ile Aktaş arasında mekik dokumaya başlamıştım. Gecenin ilerleyen saatlerinde barış sağlanmıştı.

Misafirhanede, şiir icra etmek üzere ekibimizle gelmiş olan Devlet Tiyatrosu sanatçıları da vardı. Sönmez Atasoy'la beni aynı odaya vermişlerdi. Gecenin ilerleyen saatlerinde odaya girdiğimde, Sönmez Atasoy'un horlamaları yeri göğü inletiyordu. Uyandırdım, "Hııı..." dedi. Yine horlamaya geçti ki, sanki Aziziye Tabyalarından toplar atılıyordu. Yine uyandırdım, yine öyle... Bir battaniye alıp çıkarak koridorun bir köşesinde kestirmeye çalışıyordum ki, aynı horultu gelip hortum gibi yakalıyordu. Aşağı katın koridoruna indi. Fakat artık kimyam bozulmuştu. 

Ertesi gün Ağrı'ya gidilecekti. Ben gitmeyeceğimi Erzurum'da kalıp dinleneceğimi söyledimse de kurtulamadım. Otobüsün en arak sırasında bana uyumak için yer aldığı söylendi. Çaresiz yola çıktık, arka sırada battaniyeye sarınıp uykuya dalmıştım ki, aynı haşmetli horultuyla uyandım. Bir de baktım Sönmez Atasoy gelip yanıbaşımdaki koltuğa yaslanmış, top atışına devam ediyor. "Senin bana kastın mı var..." diyerek silkelemeye başladım. Otobüs kahkahalara boğuluyordu. Artık vazgeçmiştim uyumaktan... Derken, Sönmez Atasoy'un herkesi gülme kriziyle kırıp geçiren fıkra salvoları başlamıştı.

Dönüş sırasında, herkes uçuş kartlarını almış uçağa yönelmişti ki, baktık Orhan Şaik Gökyay'la Zeki Ömer Defne yok. Dışarı çıkıp havaalanı çevresini kolaçan ederken baktım ki bizim iki üstadla Naim Hoca, oturmuş tatlı bir sohbete dalmışlardı. Naim Hoca Fuzuli'nin bütün şiirlerini ezbere bilirdi. Yanlarına yaklaştığımın farkında bile değillerdi. Naim Hoca, "Fuzuli diyir çi" diyerek satır başları açıyor, bizim üstad şairlerimiz de bazen araya girişler yaparak Naim Hoca'yı ateşliyorlardı. Gıptayla izlediğim bu derin sohbetin bir yerinde Naim Hoca yine, "Benim begim, Fuzuli diyir çi..." ara başlangıcını yapmıştı ki seslendim, "Hocam, havaalanı müdürü de diyir çi..." saatimi gösterip, uçağın kalkmak üzere olduğunu söylemek zorunda kaldım.

Uçakta yine Erzurum'lu günlerime dönmüştüm. Ramazandı. Teraviye gidiyorduk. Naim Hoca'nın vaazlarını dinliyorduk. 

Bayburt'ta ve Erzurum'da kulak misafiri olduğumuz din iman sohbetlerinde bütün konuşmalar, bütün nasihatlarda sadece "cehennem"e işaret ediliyordu. Ne yana dönsem, ne taraf baksam "cehennem" çıkıyordu karşıma. Yaşantımızın önemli bölümlerini dolduran başka ortamlarda ise ne cennet, ne cehennem kaygısı vardı. İkisi arasında sıkışıp kalmıştım. İşte böylesine bunalım diyebileceğim bir ruh halini yaşarken, Naim Hoca'nın teravih namazı öncesi bir vaazını dinliyorduk..." Müslüman, sakın günahkâr oldum diyerek Allah'tan umudu kesmeyesen... Allah'ın rahmeti sonsuzdur... Bir deniz düşün, uçsuz bucaksız bir deniz... O denizin ortasında bir kuş düşün... Kuşun gagasında da bir dane olsun... O dane o denize düşse ne olur ki... İşte senin günahında odur. Uçsuz bucaksız denizde nedir ki... İşte Allah'ın affı rahmeti o deniz gibidir. Yeter ki sen tövbe et... Aman dikkat et Müslüman ha, böyle diye ipin ucunu da kaçırmayasın ha..."

İşte o günden sonra Naim Hoca'yı hiç unutmamıştım. Artık tasavvuf ufuklarında dolaşmak için ilk işaret fişeğini keşfetmiştim.

Naim Hoca ile ilgili şehir efsaneleri sanırım bir kitap dolduracak kadar çoktur. Bu halk bilgesinin sohbetlerindeki o tatlı Erzurum ağzı ise başlıbaşına bir tebessümler ziyafeti sunardı.

Erzurum'a gelmeden bir hafta önce Sinop'taydık. Ahmet Muhip Dıranas'ın ölümünün onuncu yılı dolayısıyla düzenlenen anma programlarında olacaktık. Otobüsümüz Küre dağlarının yeşiller ortasındaki dönemeçlerini tırmanırken radyoda haberler başlamıştı. Bayburt'un il yapılması kararı açıklanırken bütün gözler bana çevrilmişti. Memleketimin 60 yıllık  rüyası gerçekleşmişti.

Bayburt fıkraları, Bayburt-Gümüşhane çekişmelerine dair hikâyeler arasında Mehmet Çınarlı, "Yahya sen Erzurum'a gelmesen iyi olur" dedi. "Neden" diye sorduğumda, "Çünkü bu il olma haberi Erzurumlular'ın hoşuna gitmemiştir. Avuç içi kadar Bayburt'un Erzurum'la eşit statüye gelmesi dadaşları açmaz. Yani artık sana itibar etmezler..." diyordu. Bu şakalaşmayı da geride bıraktıktan sonra ben dalıp gittim. Bayburt özleminin yanısıra depreşen Erzurum sempatim de harekete geçmişti. Oraya yeni bir şiirle gitmeliydim, şiir akşamında okumalıydım. Erzurum'dan en çok alkışı ben almalıydım. 

Öyle de olmuştu. O şiirin ilk üç kelimesi de şimdi elinizdeki bu kitaba isim oldu.

ERZURUM

Bir semaverlik muhabbettir ömür dediğin
Ve göz ufkunda bir kağnıdır göçer gider
Palandöken yaylasında bir türküdür zaman,
Ötesi karlı bir düş, uçar gider

Karasu boyunda akşam eden Saltuk atlısının,
Uykulu gözlerinde karışır kirpiklere kümbetler
Kervan iner çarşıya yükü tarçın,
Yedi bahar, nazlı ipek, süzgün hasretler

Biri gelmiş biri gitmiş beylerin dövüşe dövüşe
Konup göçmüş ovasından sultanları cihanın
Üç mevsimi meydan okur güneşe
Dördüncüde başlar, yâre sitemleri Emrah'ın

Kar beyaz çehrelerde siyah gözler ülkesi,
Alır aklını salar dağlara dağlara...
Örtülür gizli sevdaların dumanıyla tepeler,
Anarsın bir bakışı, saçlar ağara ağara

Dinleyip tandır başında Kaf Dağı masallarını,
Anarsın Kafkas kervanlarını ve ordularını
Buzları çözülen bir şehrin hikâyesinde,
Sarı Paşa gelmiş diye rivayet olunur
Davullar Kuvvay-ı Milliye çağrısına durur
Savaşlar ve sevdaların serhaddinde,
Dünya baştan başa Erzurum olur...   

(*) Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek... 
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
avni güzelberk 9 yıl önce

m.1514 tarihinde erzurum,bayburt sancağına bağlı idi,dolayısıyla,birazda "üstad
bayburttaki çok büyük değerlerden bahset,tşk,ler
not:emrahın bayburt doğumlu olduğu belgeler mevcuttur.slm