6 Aralık 1959 günü oradaydım. Yalnız ben değil, biz bütün Hasanoğlan Atatürk Öğretmen Okulu öğrencileri, başımızda öğretmenlerimiz ile Ankara’da Orman Bakanlığı binasının biraz ilerisinde, ABD Cumhurbaşkanı D. Eisenhower’i karşılamak üzere yerimizi almıştık.

Ankara bu karşılama töreni için görülmemiş bir biçimde hazırlanmıştı. ABD Başkanı’nın geçeceği anayol boyunca bütün okul öğrencileri zorunlu olarak, bazı Ankaralılar da meraktan toplanmıştı. Yol üzerindeki direk, bina ve evlere Amerikan bayrakları asıldığı gibi biz öğrencilere Türk- Amerikan bayrakları dağıtılmıştı.

Havaalanından Çankaya’ya giden yol güzergâhında Dışkapı, Ulus, Sıhhiye, Kızılay ve Bakanlıklar’da büyük taklar yapılmıştı. Türk- Amerikan bayrakları ile süslenen bu takların üzerinde İngilizce pankartlar vardı. Bunlarda Amerika Cumhurbaşkanı Eisenhover’in kısatılmış adı olan “IKE” Hoş geldin”,”IKE Seni seviyoruz” “ Güvenlik olmadan barış olmaz” gibi yazılar yer alıyordu.

Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi’nin ön cephesine, yarısını yukardan aşağıya kapatan çok büyük Eisenhower resmi asılmıştı. Bu binanın girişteki merdivenleri üzerinde bir mehter takımı, marşlar çalıyordu. Yol üzerinde kalabalıkların olduğu yerlerde askeri bandolar vardı. Ülkemizin çeşitli yörelerine ait folklor grupları; Ankara’nın seymenleri, Ege’nin efeleri, Karadeniz’in uşakları gösteriler yapıyordu. Bir yerde ise 20’ye yakın davul ve zurnacı yeri göğü inletiyordu. 

Ankara’nın içimize işleyen Aralık ayazında üşüyerek saatlerce ayakta bekledik. Nihayet akşama doğru Eisenhower’in geldiği söylendi. Kalabalıklar Kızılay tarafına bakarak hareketlendi. Önünde 10 motosikletli polisin gittiği, üstü açık bir arabada, IKE ayakta, elinde fötr şapkası ile halkı selamlıyordu. Biz de ona elimizdeki kâğıt bayrakları salladık. ABD Cumhurbaşkanı bir-iki saniye içinde önümüzden geçip, Çankaya’ya doğru gitti.

Karşılama töreni bittikten sonra, Ankara sokakları ana-baba günü idi. Askeri bandolar marşlar çalarak konserlerine devam ediyordu. Kararan hava ile üzerlerindeki küçük ampullerin yukardan aşağıya yürüyen bir şekilde ışıklandırıldığı taklar güzel görünüyordu. Çocuk aklımla bu manzaradan etkilenmiştim. Ankara’yı daha sonraki yıllarda ne bir millî bayramda, ne de başka önemli bir günde bir daha böyle görmedim.

Yıllar sonra düşündüğümde; daha 37 yıl önce, içinde Amerika’nın da olduğu emperyalist dünyaya karşı tek başına, amansız, ölümüne bir Kurtuluş Savaşı vererek bağımsızlığını kazanan Türkiye’nin, ABD Cumhurbaşkanı’nı Ankara’da böyle abartılı bir şekilde karşılamasına bir türlü anlam veremedim. “IKE” bizim bir kahramanımız mı idi? Amerika Türkiye için ne yapmıştı? IKE bizi hangi badireden kurtarmış; bize nasıl bir dostluk göstermişti? Türkiye Amerika’nın bir eyaleti mi idi?

Bütün bu soruların cevabını daha sonraki yıllarda yaşayarak veya yakın tarihimizdeki Türk-Amerikan ilişkilerini okuyarak öğrendim.

Kore Savaşı, NATO’ya girişimiz ve Amerika ile ikili anlaşmalar

Son günlerde seyrettiğim “Ayla” filmi, bana 1950’li yılların başında katıldığımız Kore Savaşı’na, çocukluğumda şehrimizden Kore’ye gidenlerin hüzünle uğurlanışını, sağ salim dönenlerin coşkuyla karşılanışını hatırlattı.  Bizi ilgilendirmeyen, yurdumuzdan çok uzaklardaki bu savaşta Kore’ye toplam 15.000 asker ve subayımızı göndermiştik. 721 şehit, 175 kayıp olmak üzere toplam 896 zayiatımızın olduğu bu savaşa neden girmiştik?(1)

Kore Savaşı’na katılmamızın, Eisenhover’in Ankara’da yukarda anlattığım şekilde karşılanmasının ve Amerika’nın 1950’den itibaren Türkiye’nin kaderine hükmetmesinin târihî arka plânı şöyle gelişti:

Türkiye İkinci Dünya Savaşı patlarken milletlerarası ittifaklar sisteminde yalnızdı, müttefiki yoktu. 20 Ekim 1939’da Türk-Sovyet dostluk ve saldırmazlık paktı yenilenmemiş; Türk heyeti Moskova’dan eli boş dönmüştü. 26 Haziran 1945’de Sovyetler Birliği Türkiye’den toprak isteklerinde bulundu. Bunun üzerine Türkiye yüzünü Batı’ya çevirdi.  Şevket Süreyya Aydemir o dönemi anlattığı önemli eserinde bu konuyu şöyle anlatıyor; “Böyle bir durumda Türkiye’nin iktidarda hangi hükümet olursa olsun, Batıda tamamlayıcı garantiler arayacağı şüphesizdi. Batıda teşekkül edecek ve kendisi için dayanak sayabileceği her ittifak sistemine yönelmesi kaçınılmazdı.(2)

Türkiye bu amaçla 17 Ekim 1951 Londra protokolü esaslarına göre 1952 yılında NATO’ya girdi. NATO yahut Kuzey Atlantik Paktı 4 Nisan 1949’da 12 Batı devletinin katılmasıyla kurulmuştu. Hedef Sovyet yayılmasını önlemekti. Türkiye’de o yıllarda muhalefet Türkiye’nin NATO’ya girişine karşı değildi. Ama o dönemdeki Menderes hükümeti Kore harbine katılma kararını ne Meclise ne de hiç değilse muhalefet başkanına sormadan aldığı gibi, Amerika’ya karşı bir protokole dayanmayan, tek taraflı taahhüt ettiği anlaşmalar yaptı. Bugün de mahiyeti, sayıları, ne de tamamının nerede olduğu bilinmeyen bu ikili anlaşmalar Türkiye’nin Amerika ile esas problemidir. NATO protokolü ve anlaşması bir Türk-Amerikan ikili anlaşması haline getirilmiştir. Amerika ikili anlaşmalardan başka, Türkiye’yi sanayileşme ve kalkınmasına engeller koyarak, kendi çıkarları için kullandı.

Amerika’nın güdümündeki Türkiye

1947 yılında Türkiye- ABD ilişkileri üzerinde araştırma yapmak ve rapor düzenlemek için Türkiye’ye yollanan Thornburg isimli Amerikalı, yönetime verdiği “Türkiye’ye niçin yardım” adlı raporundaTürkiye’nin Amerika için ne ifade ettiğini şöyle belirtiyor: “Türkiye, Avrupa’nın stratejik doğu kalesi ve Ortadoğu’nun kuzey kalesi olmaktan daha önemli Amerikan çıkarlarının büyük önem kazandığı yerde bulunmaktadır.”

1956 yılında Nelson Rockfeller, ülkemize gelen Başkan Eisenhower’e yazdığı mektubunda Türkiye’yi oltaya yakalanmış balığa benzeterek şunları yazıyor; “Oltaya yakalanmış balığın yeme ihtiyacı yoktur. Bu noktada dışişleri bakanlığı ile aynı fikirdeyim, genişletilmiş iktisadi yardım, örneğin Türkiye’ye bazı hallerde düşünülenin tersi sonuçlar verilebilir. Yani bağımsızlık eğilimini artırıp, mevcut askeri paktları zayıflatabilir. Bu tip ülkelere –Türkiye gibi-doğrudan doğruya iktisadi yardım da yapılabilir, ama bu bize uygun ve bağlı hükümetleri iktidarda tutacak ve bize düşman muhalifleri zararsız bırakacak biçim ve miktarda olmalıdır.”(3)

Bu iki Amerikalının yazılarından Türkiye’ye yapılacak yardımın, ittifakın amaç ve uygulamasının nasıl olduğu açıkça anlaşılıyor. Türkiye bunu tam olarak kavrayamadığı için, Amerika’nın bizi olacak bir Sovyet saldırısından koruyacağı varsayımıyla ABD’nin güdümüne girmeyi gönüllü olarak kabul etmiştir.

Değerli yazar ve düşünürümüz Atila İlhan, tam da bu yazılarda ortaya konulduğu gibi, Amerika’nın Türkiye politikasına dikkat çekmekte ve ülkemizin Amerika’nin güdümündeki yıllarını şöyle özetlemektedir: "Türkiye’de sağcı iktidarlar icraatları sırasında memleket hayrına işlere kalkıştılar mı, Amerika ve emperyalist sistemle araları otomatik olarak bozulmakta, uluslararası kapitalist çevreler denetledikleri finans kuruluşları ülkenin kredi musluklarını kesmektedirler, buysa ülke ekonomisinde darboğazlar oluşturmakta, böylelikle iktidardaki hükümetin devrilmesi, yerine daha uysalının gelmesi sağlanmaktadır. Menderes de, Demirel de böyle yıkılmıştır. Her ikisinin de devrilmesinin nedeni ülkeyi kalkındırmakta ısrar etmeleri olmuştur.” Atila İlhan bu değerlendirmesini şöyle sürdürmektedir: “27 Mayıs’tan bu yana kendine sol adını takmış bazı aydınlar ve kuruluşlar, olayların ve sorunların derinliğine nüfuz etmeden, yüzeysel suçlamalarla sanayileşme (tam bağımsızlaşma) sürecine çelme takmışlar, sağcı iktidarlar ise sanayileşmede( tam bağımsızlaşmada) kendilerine en büyük destek olabilecek ilerici aydınları, komünist, vatan haini, ajan, casus suçlamalarıyla karalamak hata ve gafletini göstermişlerdir. Böylelikle emperyalizm Türkiye’de sürdüregeldiği oyunu, bir kere daha başarıyla sahneye koymuştur.(4)

Türkiye ne yapmalı?

Türkiye yüzyıllardan beri başka ülkelerin hedefi olmuştur. Ama bu toprakları yurt edinen atalarımız, ulusal bilinçleriyle her karış toprağına kanlarını akıtarak bu toprakları savunacaklarını dünyaya göstermiştir. Daha Kurtuluş Savaşı’nın başında, Amasya’dan dünyaya şöyle haykırılmıştı: “Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır." (Amasya Genelgesi, 22 Haziran 1919)

Eğer tarihimize bakmayı, ondan dersler çıkarmayı bilseydik, kısaca tarih bilincimiz olsaydı, Amerika’nın güdümüne girer miydik? Büyük Atatürk’ün Nutuk’ta söylediği şu sözlere kulak verseydik, Eisenhover’i bir kurtarıcı gibi karşılar mıydık?

“Temel ilke, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke, ancak tam istiklâle sahip olmakla gerçekleştirilebilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun istiklâlden yoksun millet, medeni insanlık dünyası karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye layık görülemez.

Yabancı bir devletin koruyup kollayıcılığını kabul etmek insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlük ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten de bu seviyesizliğe düşmemiş olanların, isteyerek başına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez. Hâlbuki Türk`ün haysiyeti, gururu ve kaabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!...
O hâlde, ya istiklâl ya ölüm!”(5)

Kaynakça:
1) Necmettin Özçelik, Mehmetçik Kore’de, Yeditepe Yay. 2017, İstanbul
2) Şevket Süreyya Aydemir, Menderes’in Dramı, Remzi Kitapevi, s.300, 1979, İstanbul
3) M. Emin Değer, Oltadaki Balık Türkiye,Kilit Yayınları, 23.baskı, s.121, 2016,Ankara
4) Atila İlhan, Batı’nın Deli Gömleği, Bilgi Yayınevi,  s.49, 1995, Ankara
5) Gazi Mustafa Kemal Atatürk,  Nutuk,  Tutku Yayınevi, 2011, İstanbul
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
bahir oltulu 6 yıl önce

" O güneş yüzü asla solmasın "