12 Eylül darbesi sonrası Seyda Hazretlerinin 2 yıl Gökçeada’da mecburi ikamete tabi tutulduğu süreçte bir yandan o Gönül Sultanının ferdi hastalıkları ilerlerken, diğer taraftan da bir sevindirici gelişme yaşanacaktır. Yani o dönemde halkın büyük teveccühüyle iktidara gelen Turgut Özal’ın ilk icraatı Türkiye’de büyük bir ekonomik değişim gerçekleştirmenin yansıra aynı zamanda sürgün edilen Gönül Sultanının şahsi hastalıklarıyla da yakından alakadar olup Ankara Gülhane Hastanesi'nde muayenesinin gerçekleşmesini sağlayacaktır. Hatta bu sayede hastalığı heyet raporuyla tescillenip mecburi ikameti Ankara Çankaya Karyağdı Sokak’ta bir eve nakledilir. Tâ ki tarihler 6 Şubat 1986 yılını gösterdiğinde ancak o zaman mecburi ikamet ve gözetimi kaldırılır. Derken uzun bir aradan sonra milyonlarca seveninin hasretle beklediği o büyük buluşma Menzil'e peyderpey akın akın sofilerin gelmesiyle birlikte bu hasretlik son bulmuş olur. Aslında o hasret buluşması sünnetin icrası bir buluşmaydı. Düşünsenize, sevenleriyle buluştuğunda bile yaşadığı çilelerle ilgili ne her hangi ispat ihtiyacı bir söz, ne bir şikâyet, ne bir bıkkınlık hali, ne de herhangi makam sahibi hakkında en ufak kınayıcı ve incitici bir söz lisanından sadır olmamıştır. Nasıl sadır olsun ki, tüm yaşanılan çileler hicret sünnetinin icrasıydı zaten, anlatmasına gerekte yoktu.

Peki ya sürgün hayatı sonrasında yaşadığı süreç nasıl işler derseniz, malumunuz Seyda (k.s.)’ın sofileriyle o büyük hasret buluşması sonrasında tarihler 1991 yılını gösterdiğinde bu kez Menzil'den bir süreliğine göz ameliyatı için ayrıldığına şahit oluruz. İlginçtir bu kısa süren ayrılık sürecinde Ankara Çankaya Hastanesi'nde katarakt ameliyatı yapan doktor ameliyat esnasında ne görüyorsa ”Hiçbir zaman o aydınlık yüzü gözümün önünden bir türlü gitmiyor” demekten kendini alamaz da. Ve ameliyat sonrası o anısını şöyle dile getirir de: “Muayenehaneme bir gün daha önceden bir hastanın tanıdığı geldi. Bana Muhammed Raşid Efendi’nin kataraktının olduğunu ve kendisine birkaç doktor ismi söylendiğini ve doktorlar arasında da benim ismimin geçtiğini, ameliyatı yapmamız için uygun olduğunu söylediğini bana ilettiler. Ameliyatının hangi ilde yapılacağını bana söylediler ve ameliyat ücretini ödemek konusunda ordaki insanlar yarış içerisindeydiler. Bu benim için önce çok enteresan geldi. Daha sonra da kataraktını ameliyat ettikten sonra, kataraktla gözün içindeki merceğini alırız. O merceğe sahip olabilmek için bir sürü insan peşime düştü. Bütün yaptığımız ameliyatlarda gözümde oluyor, batma oluyor, şöyle oluyor, böyle görüyorum diye hastalar mutlaka ameliyattan sonra ve ameliyat sonu şikayetlerini bize bildirirlerdi. Ama  Seyda Hz.lerinin en küçük bir şikayeti, en küçük bir yakınması olmadı. Birkaç hafta sonra da ikinci gözünün de ameliyat edinmesini istediler. Tekrar Ankara’ya gidip ameliyatlarını yaptım ve kendisiyle kısa birkaç sohbetimiz oldu. Hakikaten insanlara yol gösterici bir tavrı, gülümsemesi, yüzündeki o hoşgörü, o aydınlık yüzü hiç bir zaman gözümün  önünden gitmemektedir."

Göz ameliyatı sonra tekrar dönüş Menzil’edir elbet. Dönüşü aynı zamanda sofilerin muhabbetten kulluk makamına ulaşmak için yarıştıkları yıllar bakımdan da ilginçlik arz eder. Bu yüzden bu yıllara Fetih yılları dersek yeridir. Şöyle ki; dönüşüyle birlikte Hayber'in fethiyle Yahudi kalesinin düşmesinin akabinde yaşanan hadiseyle benzer bir sünnet icrası yaşanacaktır. Bir başka ifadeyle Hayber’in fethinde nasıl ki bir sinsi el ziyafet sofrasında Allah Resulüne zehirli et sunmuşsa, Menzil'de de bir bayram günü ziyaret esnasında bir başka gizli elde kalabalıktan istifade Seyda (k.s)’ın eline şırıngayla zehir enjekte edecektir. Daha da ilginç olanı bu suikastın tıpkı Allah Resulünün vefatından 2 yıl öncesindeki zehir hadisesine denk düşmüş olmasıdır. Nitekim Seyda (k.s) 2 yıl sonra, yani Allah Resulünün vefat ettiği yaşta (63 yaşında) vefat edecektir. Belli ki Yüce Allah (c.c) bu sünnetin icrasını dileyip, böyle takdir etmiş. Dolayısıyla sofilerin vefat öncesi döneme fetih yılları gözüyle bakması gayet tabiidir. Kaldı ki o yıllarda Allah Resulünün ziyafet sofrasında zehirli eti sunan sinsi eli bağışlamasına benzer tavrı Seyda Hz.lerinin de bağışladığı gözlerden kaçmaz da. İşte bu kadar da uyumluluk dedirtecek böyle bir hadisenin yaşanması onun bariz bir şekilde sünneti seniyye üzere hemhal olmanın bir göstergesidir.

Her neyse, şimdi gelelim Seyda Hz.lerinin bu zehri nasıl atlatacağı hususuna. Ve bu husus merak konusu olur da. Malumunuz bir televizyon kanalında Seyda Hz.lerinin vefatının ardından hakkında anma programını izlerken bu işin uzmanlarından Dr. Ali Okur’da katılımcılar arasındaydı. Tabii bu ara da bizim payımızı da bu programda söylenenleri teybe kayd etmek suretiyle bu merak konusu meseleyi derleyip kâğıda aktarıp makale haline getirmek düştü. Böylece Seyda Hz.lerinin suikast sonrası yaşadığı o tedavi sürecinde karanlıkta kalan pek çok Tıbbi konular kafamda bir bir aydınlanmış oldu. Madem merak konusu bir husus gelin bunu da işin uzmanından dinleyelim. Bakın Dr. Ali Okur ne diyor, bir izleyip görelim:

SEYDA HAZRETLERİ’NİN HANGİ HASTALIĞI OLURSA OLSUN, MUTLAKA MUAYENE OLURLARDI

Kendilerini ziyaret ettiğimizde üniversitede öğrenci idik. Tıp Fakültesinde de gücümüzün yettiği kadarıyla, beş vakit namaza devam ediyordum. Toplum içerisinde ibadet yapan biri olarak gösteriliyor ve bir insan olarak ortadaydım. Yaşım kırk altı ve o yıllarda aşağı yukarı cuma namazı kılana “hoca” derlerdi. Cuma namazına gittiğim için bana da “hoca” diyorlardı. Fakat kendi yaptığım ibadete bakıyordum, bir de diğer büyüklerin namazlarından misallere baktığımda durumum iç açıcı görünmüyordu. Hz. Ali (k.v.)’in ayağına veya vücuduna saplanan okun çıkarılabilmesi için: “Namaza durayım da oku o zaman çıkarın” demesi vardı. Bütün bunlara baktığım zaman benim namazımla onların namazı birbirine benzemiyordu. Böyle bir çarpıklık hissettim. Ya onlarınki çok efsanevi veya benimki gerçek değildi. Büyük fark vardı arada.

Bunun sebeplerini araştırdım, kitaplara baktım. Zaten namazın farz, vacip, sünnet ve usul ve kaideleri besbelli... Yani ilim olarak okunacaklar ortada. Bunlara ne kadar da riayet etsen de bu namaz yine olmuyor. Bir türlü huzuru yakalayamıyordum. Cenab-ı Allah’ın huzurunda olma duygusu gönlümü doldurmuyordu. Ve bu arayış içerisindeyken, mübarek zatın ziyaretine gittik. Orada herkes kendi elinde olmadan büyük bir huzur içindeydi. Gönlü sanki birisi tarafından dolduruluvermiş ama bunun nasıl olduğunu da kimse bilmediği gibi farkında bile değil. Sadece bir ziyaret esnasında herşey olup bitiveriyordu. Mübarek zatın huzuruna varıyorsun, şu tarafa geçtiğinde herşey değişmiş oluyordu. Yani iç aleminde aradığını bulmuş olmanın sevinciyle huzura çıkmış oluyordu. Dolduran nasıl dolduruyor, dolan nasıl doluyor, ben  bilmiyorum, halen de bunu çözebilmiş değilim  ama herkesten görebildiğim herkesin yüzü ışımaya başladığıdır. Hatta bazen oluyordu ki, insanların yüzüne bakamıyordunuz. Böyle nurani bir çehre meydana geliyordu insanların yüzlerine ve namaza insanda büyük bir şevk meydana geliyor, ibadetin gerçek değerini insan idrak ediyor, aynı zamanda insan kendi ilmi eksikliğini tamamlamayı bilmek için de gayrete düşüyordu. Etrafımızda gördüğümüz aşağıyukarı hep bu idi. Ben o zamana kadar bir ilmihal kitabına sahip değildim. Seyda Hz.lerini gördükten sonra beş tane ilmihal kitabı koydum kütüphaneme. Evvela dini eksik yönlerimi tamamlama iştiyakı ile bir yumuşama, sevgi ve merhamet meydana geliyor. Bu sevgiyle bazan da görüyordum, yeni gelmiş bir kişi hiç durmadan sıraya giriyor.

Diyorlar; aman kardeşim çok kalabalık var, aman bir defa ziyaret edin. Fakat zaptetmek mümkün değildi. İnsanlar böyle bir sevgi, böyle bir hal ile dolaşıyorlardı. Dolayısıyla içimizdeki bu eksikliğin bir Allah dostunu tanımakla ortadan kalkabileceğini ziyaret etmekle anlamış olduk. Ve ondan sonra da hayatımız bu ziyaretlerin devamı ile devam etmiş oldu. 

Kendileri malum şeker hastasıydı. Yaklaşık 30 yıllık bir şeker hastalığı vardı. Şeker hastalığı tahrip edicidir. Ve bunun vücudu üzerinde eserleri ortaya çıkıyordu. Mesela katarakt ameliyatı olmuşlardı. Ayaklarında sıkıntıları vardı, sürekli romatizma şikayetleri olarak değerlendiriliyordu. Ama gerçekte şeker hastalığının komplikasyonlarıydı, damar komlikasyonları ve böbreklerinde zaman zaman iltihaplanmalar oluyordu. Şiddetli rahatsızlıklar geçiriyordu ve bu arada tedavi görüyordu ama buna rağmen bir yaz gününde yine geç saatlere kadar camiide kaldıklarını çok iyi olarak hatırlıyorum. Zaten on yedi saati irşadla geçiriyor, geriye kalan yedi saatte uyunur mu, kitap mı okunur, yoksa evlad-ı iyalle mi ilgilenilir ve vakit geçirilir, buna siz karar verin. Şunu da söylemek gerekir, bu noktada gece namazına da kalkacaklar. Çünkü sünnet-i Resulullah var. Şafii mezhebinden olması dolayısıyla ilk vakitte sabah namazını kılacaklar ve güneş doğana kadar da tekrar uyumayacaklar. Buyurun zamanı bulun burada. Bu kadar yoğunluğa rağmen, bazen camiide ayak basacak kadar yer olmadığı da oluyordu. Kalabalık o kadar fazla ve bunların hepsine de güleryüzle muamele ediyorlar. Hiç kimseye “üf yeter artık, sokmayın yanıma yeter” dediğini görmedim. Zaman zamanetrafındakiler durun yeter artık dedikleri halde “bırakın kalsın” diyerek yanlarına çağırıyordu. Büyük şefkat hali herkese sirayet ediyordu. Her gelenle ilgileniyorlar, kendilerinin bu hali diğer insanlara da örnek oluyordu. Diyelim ki  on bin kişi geldi, on bin kişi dönerken hilafsız derdinin çözüldüğünü ihlaslı olarak söylerler.

İkinci bir husus da orada hizmet yapılıyor, yediriyorlar, içiriyorlar, yatırıyorlar, kaldırıyorlar ve sadece Allah rızası için Peygamber ahlakının ne olduğunu anlamış oluyor herkes. Birisinin ayağına bassam ben özür dilemeden öbürü hemen: “Allah senden razı olsun, bana hakkını helal et” diyordu .Yani daha bana fırsat vermeden o özür diliyor. Üç kelime var gelen ve gidenlerin arasında:

- Hakkını helal et.
- Bana dua et. 
- Kusuruma bakma.

Büyük bir muhabbet haliyle herkesin lisanından dökülen bu. Ve bu hal perde perde gittikleri memleketlere de yayılıyor. Bu insanlar annelerinin, babalarının yanlarına gidiyorlar, eşinin dostunun yanına giderek böylece onların üzerindeki gönül hoşluğu herkese sirayeti gerçekleşmiş oluyordu. Diyelim ki ailesi ateisttir. Çocuk gelmiş müslüman olmuş ve annesinden babasından kopmuştur. O’na diyordu ki: “Anne ve babanla irtibatını devam ettireceksin. Annene ve babana asi olmayacaksın.” Ana baba haklarından ona sohbet ediyorlardı. Hiçbir zaman ailesiyle kopardıklarını ben görmedim.

Çok sosyete bir halde evlenmiş iki kişi düşünelim. Sonra kader erkeği bir şekilde Menzil deryasına getirtmiştir. Artık dört dörtlük insanca hayata adım atmak için yola çıkmış, dönüşte bu sefer hanımıyla ihtilaf başlıyor ve ayrılık düşüncelerine kadar yol açıyor. Seyda Hz.lerinin bu durumda olanların hepsine tavsiyeleri: “Sabredin, sonu güzel olacaktır.” Hiçbir zaman biz bundan dolayı ayrılmalarına müsade ettiklerini duymadık. Nitekim hayatlarında çok mutlu olduklarını, beraber düzenli hayat yaşadıklarını, o hanımın dabu şekilde döndüğünü müşahade ettik. 

Birgün kendilerini ziyaret ettiğimizde o zaman öğrenci olduğumuzu ifade etmiştim. O zaman bazı derslerimiz iyi gitmemişti. Kendilerine: “Efendim derslerim pek iyi değildir” diye bir soru yönelttim. Verdikleri cevap müthiş: “Muhabbetiniz mi kesiliyor” şeklinde oldu. Biz o güne kadar muhabbetin sevgi, aşk-meşk olduğunu zannediyorduk. Seyda Hz.leri az sözle çok şeyi ifade ederlerdi. Ve bu sözün peşine takıldığımız zaman öyle bir manzara çıktı ki:Eğer sen bir sevmiş olsaydın bizim gibi yapardın, bizim gibi yatardın, bizim gibi çalışırdın. Üç sayfa kitabı okumaktan acizsin de sen nasıl bizi sevdiğini iddia edersin. Madem ki bizi seviyorsun, bizden bazı eserler üzerinizde olmalıydı.

Bir konuşmalarının peşinden şöyle buyurdular. Yani vefatından önce yapmış oldukları veda niteliğindeki bir konuşmasıydı. Kendileri malum ayakları kırılmıştı, o zaman hastaydı ve ayakta zor duruyor, yardımla duruyorlardı. Veda niteliğinde konuştular. Son cümleleri şuydu: “Sizi ayakta tuttum. Yoruldunuz. Hakkınızı helal ediniz.” İşte bunu gördükten sonra  bir Allah dostunun, merhamet ve şefkatı insanların kalbine bir sel gibi akıyordu. Bu merhamet ve şefkat o kalblerden bütün topluma yayılıyordu. Toplumun aramış olduğu gerçek sevgi, muhabbet ve kardeşlik  işte burada gizliydi.

Bunun arkasından fakülteyi bitirdim, ihtisas konusunu sordum kendilerine. Derhal ihtisas yapmamı emir buyurdular. Yani hiç ara vermeyin dediler. Hatta ben istedim ki biraz çalışayım, ailemin bir maddi varlığı yoktu. Biraz para biriktireyim, düğün yapayım, kendime göre bazı planlarım vardı.Buyurdular ki:

“- Siz acemisiniz bir süre hastahane çalışması (ihtisas) yapınız.”

Ve hiç beni bekletmediler ve onun üzerine ihtisasımızı tamamladık. Daha sonra hastalık konuları. Buna bağlı olarak kendilerinin hangi hastalığı olursa olsun mutlaka bir doktora muayene olurlardı. Bu konuda şu sözü söylerlerdi:

“-Hastalığı da Allah yaratmıştır, onun şifasını da Allah yaratmıştır. Kulun vazifesi onu aramaktır. Biz vazifemizi yaparız.”

Mesleğimiz dolayısıyla birçok hastayla muhatap oluyorduk. Oraya gelen insanlardan dertlerini anlatanlardan haberdar oluyorduk. O gelen insanlara ilk söylediği söz: “Doktora gittiniz mi?” oluyordu. Onları doktora teşvik ediyorlardı. Belki akıllarında başka türlü düşünceleri vardı, ama onları doğrudan doğruya doktora  yönlendiriyordu. 

Seyda Hazretlerinin ellerinde o suikast olayından sonra bir yara meydana gelmişti. Ve o verilen zehirli maddenin dokuyu tahrip eden bir olaydı, parmakları büzecek bir vaziyete gelmişti. Zehirin etkisiyle elde bağ dokusu meydana geliyor. Yani fonksiyonel doku değil de dolgu doku. Tabiri caizse çimento gibi dolgu meydana geliyor ve elin hareketlerini engelliyordu. Biz bu durum için dedik ki:

“Efendim, elinizin manyetik rezonans incelemesi uygun olur.”

Halbuki Türkiye’de o zaman bu inceleme için alet sadece ‘GATA’ da var. Mübarekler iki  bir etmediler, Ankara’ya gittiler ve bu tedkiki yaptırdılar. Kendi hastalıkları hakkında bir doktor olarak söylediğim:

“Efendim, elinizi sürekli hareket ettiriniz, bu doku yapışıklık meydana getirebilir. Yapışıklık meydana gelirse açılması zor olur, hareket ettirirseniz bunun önüne geçeriz” diye bu şekilde hareketleri tavsiye ediyorduk.

İkinci gün gittiğimiz zaman ellerini sürekli hareket ettirirken gördüm. Ben unutmuşum 24 saat önce söylediğim sözü ama kendileri devam ediyorlardı.

Seyda Hz.lerinin Tıp konusundaki hassasiyetini Molla Yahya Hz.lerine  sordum, bize bu konuda İmam-ı Şafii’nin sözünü hatırlattı. İmam-ı Şafii diyor ki: “Nereye gidersen vücudunla ilgili bakacak hastalıklara bir doktor bulunmalı, bir de dinle ilgili alim bulunmalı, ikisi olmayan yere gitme.”

Seyda’mız (k.s.)’ın tatbik etmesi o bakımdandır. Zaten amcası Seyyid Molla Abdülcelil de sürekli olarak: ”Nefsinizi tehlikeye atmayın” derdi ve Seyda’mız da bu bakımdan titiz davranıyor, kendi hayatında uyguluyordu.

Seyda Hz.leri ahirete intikal etmekle yok olmadılar. Altı tane halife (mürşit) bırakmışlardır. Böylece altı yerde mektep açarak mekân değiştirmişlerdir. Madem öyle tasavvuf konusunda kardeşlerimizin her biri hiçbir art niyete bağlı kalmadan bu Allah dostlarından herhangi bir tanesinin ziyaretlerine gitmelerini tavsiye ediyorum. Zira biz onları ziyaret yapmakla ilmin gerçek manasını idrak etmiş oluyoruz. Dahası dünyada gerçek değerlerin ne olduğunu, hakiki manada nelere değer vermek gerektiğini anlamış oluruz. Bakınız, Almanya’dan bir bağlısı, kendisi aynı zamanda bir Alman sofi yürüyerek Menzil’e geliyor. Mübareklerin verdikleri cevap şu idi: “Sofi sen ne yaptın böyle? Şimdi  kendi milletinden bunu bir duysa, acaba senin hakkında ne düşünür, bunu hiç aklettin mi? Kaldı ki teknolojik nimet var, niye kullanmıyorsun ki? Hem hangi devirde yaşıyoruz? Senin hakkında ne düşünecekler? İslam hakkında ne düşünecekler? Böyle yapmakla  iyi yaptığını mı zannediyorsun” diye uyarıyor. 
Yine bir bağlısı hacca gidecekleri zaman soruyorlar:

“Efendim, hangi yolla gideyim, karayolla mı hava yoluyla mı?”

Buyuruyorlar ki:

“Hava yoluyla gidiniz. Oradaki ibadetlerinizi güzel yapınız.”

Velhasıl, talebe kardeşlerime en son olarak şunu ifade edebilirim. Ahirete intikal etmekle Seyda Hz.leri kaybolmamıştır. Bilakis güçlü bir enerji olarak ışık vermeye devam etmektedirler. Bu ışıktan yararlanmadan kaçmasınlar.” 

İşte görüyorsunuz Dr. Ali Okur’un Tıbbi tespitlerinden de anlaşıldığı üzere darbe zihniyeti yaptıklarıyla kala kalıp bu dünyadan yapa yalnız göç ederlerken, halkın gönlünde taht kurmuş Başbakan Turgut Özal ve Gönül Sultanı Seyda Hz.leri de zehir suikastına maruz kalmak suretiyle, yani Yüce Peygambere mutabaat etmekle şahadete ermişlerdir.

Ruhları şad olsun.

Vesselam. 
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
Derviş YILDIZ 5 yıl önce

Allah dostlarının doktorlara gitmesinin sebebi çare için değildir. Bizlere örnek olmak içindir. Zahirde halk ile olurlar.