Yollar ve yolculuklar daima çekiciydi. Bulunduğum görevler hep bana bu imkânı tanıyordu. Yurt içinde şiir ve edebiyat programları, Tiyatro ve Eğlence Yayınları Müdürlüğünde değişik illerde yaptığımız Özel Eğlence Yayınları programları, yolculuklara açılan kapılar oldu.

İlk yurtdışı seyahatim 1985 yılında Yugoslavya Federasyonuna bağlı Makedonya-Uluslararası Struga Şiir Akşamları Festivali'neydi. Bir şair için rüyalarının gezi demekti. Türkiye dışındaki Türk toplulukları ilk doğrudan temaslarım da böylece başlamış oluyordu. Bu yolculukla ilgili izlenimlerim, aynı yılın son aylarında "Boğaziçi" dergisinde, birkaç sayıda yayınlamıştı. 

Bu seyahatim sırasında Belgrad Kalesi'nden, Tuba ile Sava Nehri'nin birleşme noktasına dalmış, Belgrad'ın, Osmanlı'nın "med ve cezir" şehri olduğunu düşünmüştüm. Viyana önlerinde bozguna uğrayan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, kendisini padişahın cellâtlarına burada teslim etmişti. 

Şimdi ifade etme gereğini duyduğum bir husus da, o zamanki bir tespitim ve sonrasıdır. Yugoslavya Federasyonu'nda kısmen de olsa bazı özgürlükler dikkatimi çekmişti. Mesela her etnik topluluğa kendi bayrağını kullanma, kendi dilinde yayın yapma hakkı tanıyordu. Kendi okullarını da kurabiliyorlardı. Sosyalist Federasyonun sıkı merkezi kontrolünde olmakla beraber, bu tür özgürlükler dışa karşı bu devletin propagandası bakımından iyi pazarlanıyordu.

Kendi kendime acaba Türkiye biraz fazla mı merkeziyetçi tutum sergiliyor, acaba bizde de bu tür sistem olmaz mı diye soruyordum. Gerçi Yugoslavya ayrı devletlerin ve milletlerin oluşturduğu bir federasyonda ama, yine de dünyaya bir model sunuyordu.

Tito'nun maddi ve manevi otoritesinin Federasyon üzerinden çekilmesinden sonra da sistem yaşamaya devam ediyordu.

Dışarıdan takdirle izlenebilen bu çatının çok geçmeden paldır küldür yıkılması ile, o zaman kafamda beliren soru işaretlerine cevap bulma imkânını yakalayacaktım. Demek ki sistem yapaymış. Kalıcı olamamış, bu federasyondan çok sayıda devlet ortaya çıkmıştı. Türkiye için bundan çıkarılacak önemli dersler vardı.

Şimdilerde 2000'li yıllarda Türkiye'yi Yugoslavyalaştırma cereyanlarını ibretle izlerken şu sonuca varmamak elde değil. Evet, Türkiye önce Yugoslavyalaştırmak, sonra da Yugoslavya akıbetine sürüklemek isteniyor. Bunun başarılabileceğini düşünmüyorum. Ancak bu yolda Türk Milletine yine ağır bedeller ödetilebilir endişesini taşımaktayım.

Bir şair yazar olarak yurt dışında bir ortamda olduğunuz zaman, sizin Türk olduğunu öğrenen yabancı yazar şairin size ilk sözü "Nazım Hikmet" olur. Bunun sebeplerini burada enine boyuna söylemeye gerek görmüyorum. Sovyet ideolojisinin propaganda amaçlı gerçekleştirdiği bu Nazım Hikmet'i dünyaya tanıtma olayı, belki de bir bakıma şerden hayır doğması olarak da düşünülebilir. Çünkü neticede Türk Dilinin Türk Edebiyatının bir şairidir. 

Ancak 1988 yılında katıldığım Belçika'nın Liege şehrinde karşılaştığım farklı tablodan da söz etmek istiyorum. Uluslararası Şiir Bienalinde benim Türk olduğumu öğrenen bazı insanlar  "Türkiye şiiri" ile ilgili antolojiler gösteriyorlar ve orada yer alan isimleri soruyorlardı. Hiç birinin adı bana bir şey ifade etmiyordu. Hiç birini duymuşluğum yoktu. Biraz daha dikkatlice bakınca olayın bir "Kürtçülük" organizasyonu olduğunu görüyordum. Bir takım isimler, Türkiye'nin "Kürt Şairleri" olarak antolojilerde batıya takdim ediliyordu. Türk Edebiyatından ise; Nazım'ın dışında bilinen hemen hemen kimseye rastlanmıyordu.

Yine bu bienalde karşılaştığım bir hanım şair, Türk olduğumu öğrendikten sonra yüzüme tuhaf tuhaf bakmaya başlamıştı. Ben de "ne demek istiyorsun" anlamında dik dik bakıyordum. "Sizi gidi sizi" dercesine hınzırca başını sallıyordu. Merak ettim ve orada tanışmış olduğum, kendisi Fransız vatandaşı olup, Paris'te yaşayan Turhan Doyran'ı buldum. Bu bayanın maksadını onun çevirisi yoluyla anlamaya çalıştım. Onun derdi de Ermenilermiş... "sizi gidi siz..." anlamındaki tavrı ile de tehlikeli bir insanla, bir Türk'le karşı karşıya olduğunun ifadesini yansıtıyormuş. Ben Turhan Doyran aracılığı ile bu bayana, bilgiye dayanmayan önyargılarının yanlışlığını anlatmaya çalışıyordum. 

Fakat Türkiye aleyhtarlığının yalnız dıştan değil, içimizden birilerinin de özel gayretiyle yaygınlık kazanmakta olduğunu anlıyordum. 

Turhan Doyran, aklı başında, ülkesini milletini seven solculardandı. Fransa vatandaşlığına geçişini de samimiyetle fakat bir eziklik içerisinde şöyle ifade ediyordu: "Askere gitsem, Kore Savaşı'na gönderileceğimi düşünüyordum. Ne yapayım ki korkuyordum, bu korkuyu da yenemiyordum. Fransız vatandaşlığına geçişim bu yüzden oldu..."

Adını daha önce dergilerden bildiğim Turhan Doyran, Nazım Hikmet'in şiirlerini Fransızcaya çeviren yazar ve şairdi. O konuyu da konuşuyorduk, anlatıyordu: "Nazım'ın şiirleri çeviri de çok iyi sonuç veriyor. Bunun sebebi de materyalist oluşundandı. Söz gelimi, "Açlık" her dilde kavram olarak aynıdır. "Emek" kavramı öyledir. Diyelim "Taş" ve "Demir" gibi kavramlar ve benzerleri de öyledir. Bu türden kavramlar üzerine kurulu bir anlatımla  oluşan şiirler çeviride doğru sonuçlar verir. Ama bir Yahya Kemal'i çevirmek öyle kolay değil, yapsan bir birebir sonuç vermez. Hatta bir Atilla İlhan'ın şiirleri bile Nazım Hikmet'e göre Türk kültürüne özgü soyut değerler ve kavramlar vardır ve bu çeviri de iyi sonuç vermez. İşte Nazım'ın başka dillerde çeviri şiirleriyle tanınıp sevilmesinde böyle bir şansı da var..."

Doyran'ın tespitleri çok ilgi çekiciydi. Somuta dayalı şiirler elbette yadırgamak doğru olmazdı. Ancak soyut değerlerin dünyasını şiire dökmek de şiir sanatının gizemliliğine daha çok yakışan bir husustu ve derinlik meselesiydi. 

Turhan Doyran'la sohbetlerimiz sırasında onun şu tesbiti de bana oldukça ilginç gelmişti. Garody'nin müslüman olmasından sonra Avrupa'da müslümanlık büyük ilgi görmeye başlamıştı... Fakat İran-Irak savaşı bu ilgiyi tersine çevirmiş. "Aynı dilden iki devlet nasıl oluyor da birbirlerini boğazlayabiliyorlar? yaklaşımı öne çıkmıştı.

Uluslararası Şiir Bineali'nin konusu "Şiir ve Uzay"dı. Ben de bu konuda bir bildiri hazırlamış, Fransızca çevrisini de yaptırarak gitmiştim. Bildirimi okumadan önce Turhan Doyran'a kontrol ettirdim. O bunu yapmakla yetinmeyip bir Fransız şairine de inceletti. Mevlana'dan Gülşehri'ye, Erzurumlu İbrahim Hakkı'dan Necip Fazıl ve başka bazı şairlere uzanan örneklerle kurduğum "Şiir ve Uzay" konulu bildirimin ilgiyle dinlendiğini, daha sonra bana sorular yönelttiğinde gönül rahatlığı ile görmüştüm. Bildirimin özel mistik ağırlıklı olmakla birlikte, insanoğlunun yükseliş hedeflerini de kapsıyordu. 

İşte mesela Nazım'ın şiirlerinde böyle bir temaya uygun şiirlere rastlamak fazla mümkün değil. 

Bürksel'de televizyonda benimle ilgili yapılan söyleşide çeviriyi Sonya adında bir hanım yapıyordu. Sonya Türkçeyi ve başka dört dili daha biliyordu. Brüksel2de aynı zamanda mihmandarlığımı da üstlenmişti. Asi ruhlu, Marksist bir kadındı. Şiirlerimi okuduğunu ve beğendiğini söylüyordu. Bir ara "Sonya ben sana romanlarımı da göndermiştim. Onlar hakkında bir şey söylemeyecek misin? " diye sorunca da, "Romanlarını okumadım, okuyacağımı da sanmıyorum. Çünkü biliyorum ki artık dünyada ihtilal yapan romanlar yazılmıyor..." Ama bir de gönülde ihtilal yapan romanlar vardı. Fakat bunu onunla tartışmak sonuç vermeyecekti. 

Bükreş'in simgesi olan Atomiyum'un küreleri arasında gezerken, Brüksel şehri tüm görkemiyle gözlerimiz önünde sergileniyordu. Sonya anlatıyordu: "Gördüğün şu görkemli tarihi binalara hepsi, sömürgelerden gasbedilip aktarılan cevherlerle yapılmıştır. Bu gösterişli şehirde insanların köpekler gibi yalnızlık çektiği olur. Gazetelerde sık sık intihar eden kadın haberleri yer alır. Kadının köpeği ölmüş, bu yüzden intihar etmiştir..."

Sonya'nın batı uygarlığı ile arası hoş değildi. Aynı uygarlığa başkaldıranın bir ürünü olan hipilerle de beraber olduğunu söylüyordu. Uzakdoğu'ya gitmiş. Nepal'de yaşamış, orada hipi hayatını sürdürerek yerleşmek istemiş... Fakat ne oldu nasıl oldu ise günün birinde bir Türk'e gönül verir ve onunla da evlenir, bir de çocukları olur. Evlilik yürümez, ayrılırlar. Şimdi Brüksel'de benimle de tanıştırdığı Yahudi bir gençle birlikte nikâhsız yaşıyordu.

Sonya ateist olduğunu söylemeyi de ihmal etmiyordu. Biraz tartışır gibi olduksa da, o kararlı bir asiydi. Konuşmasının bir yerinde duygusallaşmış, Ankara'da Sakarya Caddesindeki çiçekleri ve kokoreçleri soruyordu. Bir ara çocuğunu görebilme imkânının olup olmadığını sordum. Bam teline dokunmuştum. Ankara'daki aile, çocuğuna annesinin öldüğünü söylüyormuş. Sonra dalıp gitmiş, gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. "Ama" diyordu, "hani sizin Muhammedi'n sözü varmış... Yani benim çocuğun bir gün cennetini aramaya çıkacak ve beni bulacaktır..." O hadisi ben olduğu gibi, ifade ettim: "Cennet anaların ayakları altındadır..." Sonya yaşlı gözlerle başını sallayarak başını sallayarak onaylıyordu.          

"İyi de Sonya hani sen ateist değil miydin?" dedim. Sadece susuyordu. İçimden o anlamlı özdeyiş geçiyordu: "O mahiler ki derya içindedirler, deryayı bilmezler."

Bir yıl sonra gazetelerde bir haber yer aldı. Sonya Ankara'ya gelmiş, çocuğunu kaçırmaya,teşebbüs etmiş, kayınpederi tarafından vurulmuş,hastaneye kaldırılmıştı. O hastaneye, Sonya'ya geçmiş olsun telgrafı çektim. Cevap veriyordu: "Bu olay benim Türkleri ve Türkiye'yi sevmeme engel olmaz..."

Belçika seyahatimle ilgili olarak "Zaman" gazetesinde birkaç sayıda yazılarım yer almış, "Liege'de Şiir" başlıklı şiirim de yayınlanmıştı. Gazetenin o sayılarını daha sonra kaybettim, o şiir de orada kalmış oldu. Dağınıklığımın bir sonucu olarak, daha sonra kitaplarıma alamadığım şiirlerimdendir.   

(*) Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...      
          
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.