Vatan uğruna kendini feda eden kent: Bayburt

1. Dünya Savaşı sürerken topyekun ilan edilen ve 1923 yılına değin süren direniş destanının unutulmuş dilimine bakıldığında, tarih Bayburt'un 1916 yılını gösteriyordu...

Vatan uğruna kendini feda eden kent: Bayburt
Azametten, esarete doğru... Tarihinin en buhranlı dönemini yaşayan Anadolu toprakları, Avrupa ve Asya arasında büyüyen acımasız bir çıkar çatışmasının tam ortasındaydı...
 
Önce 93 Harbi ardından felaketle sonuçlanan Balkan Savaşları'nda 'yenilmezliği' sarsılan Osmanlı İmparatorluğu, emperyalist devletlerin dünyayı yeniden paylaşmak istemelerinin önündeki en büyük engel, dolayısıyla en mutlak hedefi haline gelmişti... Bağdat, Filistin ve Suriye cepheleri kaybedilirken, Şark ve Garp cepheleri, ulusları yok etmeye varan korkunç bir plana karşı kısmen ayakta kalmıştı... Bir zamanlar adeta dört bir tarafa hüküm veren bir imparatorluk, artık varoluş mücadelesi vermek zorundaydı... Ve tarihinin en ağır bedeliyle...

Gürhan Semavi Ardahan - Bayburt Postası

Esaretten, kurtuluşa doğru... Anadolu'nun kaderini yeniden tayin eden olaylar zincirinin halkaları bir bir sıralanmaya başladığında, uzun bir süredir zafer kapılarını aralayamayan Türk tarihi adeta yeniden yazılacaktı...

1. Dünya Savaşı sürerken topyekun ilan edilen ve 1923 yılına değin süren direniş destanının unutulmuş dilimine bakıldığında, tarih Bayburt'un 1916 yılını gösteriyordu... Çünkü Türk kronolojisinde varoluş mücadelesinin verildiği kilit noktalardan biri, Çanakkale Savaşları'nın devamı -aynı zamanda Çanakkale askerleri dahlinde vuku bulan- Bayburt'un şanlı direnişiydi... 

Kimi anı insanlık dramı, kimi anı kahramanlık destanıydı… Nihayetinde askeriyle birlikte halkın omuzlarına yüklenen büyük vatan savunmasının, küçük bir coğrafyadaki varoluş mücadelesiydi…
Şanla ve şerefle yaşanmış, kuşaktan kuşağa sözlü anlatımlarla uçuşmuş, ardından neden sonra unutulmuş…

Bir zamanlar anlatırlarken, tanıkların yeniden yaşadığı, dinleyenlerin titreyerek, ağlaşarak şahit olduğu o anılar, ne acıdır ki şimdilerde gerçekleri tam olarak bilinmeyen birer efsane oldu...

Diğer bir deyişle, -neredeyse yarım yüzyıl sonra yükselen anıt sayılmazsa- müzeleşemeden kaybolan savaş kalıntıları ya da kefensiz ve mezarsız taşa toprağa karışıp giden şehitler gibi tarihin kayıp yılına dönüştü…

O tarih 1916… Yer Bayburt…

O yıla dair, kahve köşelerinde konuşulanlar içinde ibret alınmayı bekleyen anılar da vardı, tozlu rafların arasına sıkıştırılanlar içinde kitaplaşmayı bekleyen notlar da…

Yoksa vatan için onlara ölmek o kadar kolayken, bizim için onları unutmak bu kadar feci olamazdı!
 


1.Dünya Savaşı'nda askeri açıdan çok zor durumda olan Osmanlı İmparatorluğu için vatan savunmasının dayanılabilir son raddesi ve muhakkak cesaretin de ulaşılabilir bir sınırı vardı… Gözlerini kırpmadan o sınıra ulaşan kahramanlar, mehmetçiklerle birlikte bu milletin evlatlarıydı… Ülkenin dört bir yanından gelip 'vatan' için cephelere dağılıp giden yüzbinlerce kahraman, dünyanın görebileceği en şiddetli taarruzlara karşı bir 'Anadolu gövdesi’ gibi durmuştu. 

Batı cephesinde denizden ve karadan Çanakkale'yi geçemeyen İngilizler ve Fransızlar'ın taarruzları sonuç vermeyince, daha önce Doğu cephesini açan Ruslar, tekrar harekete geçmişti. Bozgunla sonuçlanan Sarıkamış Harekatı'nın ardından Erzurum'a kadar ilerleyen Rus birliklerinin önünde artık hiç bir engel kalmadığı düşünülüyordu.
 
Oysa dört bir tarafta yumruklaşmış vatanın savunulacağı en mühim yerlerden biri de Bayburt olacaktı…
 
Ve kahramanlıklarla övünen bir milletin tarihinde ne yazık ki çok az gösterilen Kop Savunması, böylece Çanakkale destanı gibi tarihin yönünü değiştiren bir başka vatan savunmasına, Türk ordusu ile birlikte Bayburt havalisindeki isimsiz kahramanların taşa toprağa bürünen kahramanlık öyküsüne dönüşecekti…

İşte böyle bir vatan savunması düşünün ki, yenilgi, açlık ve perişanlık karşısında zaman kazanmaktan başka çaresi olmayan Anadolu halkına nefes, Türk ordusuna moral olsun... Ve hazin tarafı, dünya harp tarihinde hem sivil hem askeri erkandan oluşturulan savunma amaçlı en sıra dışı savaşlardan biri haline gelen bu vatan savunması, cereyan ettiği tepelerde dağa taşa yazılırken, akışını değiştirdiği tarihe hak ettiği değerle yazılamasın!

Türk milleti adına yazılan o destanın kısa öyküsü…



“Karşımızda Türk Ordusu diye bir şey kalmamıştır. Haziran’da İstanbul önlerinde olacağız!”
(Rus Kafkas Ordu Komutanı General Yudenich)
*
“Bayburt’u ikinci Plevne yapacağım!”
(Türk 3. Ordu Komutanı Vehip Paşa)
*
Şubat 1916’da Erzurum’un işgalinden sonra Bayburt’a girmek üzere ordusuna bu emri veren General Yudenich, geri çekilmek zorunda kalan Türk Ordusu’nu yok sayarken, İstanbul'da olmayı umduğu tarihte henüz Bayburt’u bile aşamayacaktı!

Sarıkamış Harekatı’ndan sonra kolayca Anadolu içlerine doğru ilerleyen Rus Ordusu için en önemli geçiş güzergâhının Kop Dağları olduğunu bilen Vehip Paşa ise Doğu Cephesi sınırlarını yarmayı amaçlayan düşmanı burada tutmanın planını yapmıştı.

Bayburt, böylece Osmanlı İmparatorluğu için birçok cephenin açıldığı Birinci Dünya Savaşı’nda, Anadolu’nun tamamen işgalinin önüne geçen cephelerden biri haline gelmişti.

Çok güçlü bir orduyla Bayburt’a saldırmaya hazırlanan Ruslar’a karşı Kop Cephesi gerçekten de, Rus ordusu karşısında dünya harp tarihine geçen 'Plevne Destanı' gibi olmak zorundaydı ve ona göre tahkimatı çok iyi yapılmalıydı. Nitekim Vehip Paşa’nın, Plevne'ye denk göreceği hatta Fevzi Çakmak Paşa'nın ‘muvaffak olmuş Plevne’ notuyla tarihe düşüreceği Kop Savunması, gönüllü milisler ve Çoruh Müfrezesi’yle istihkam edildi.

Vatan uğruna ayrı yollara düşen binlerce ailenin savaşı…


Savaş öncesi olağanüstü halin tüm ağırlığını üzerinde taşıyan Bayburt ve çevresindeki yiğitler; eşinden, yaşlısından, evlatlarından ayrılıp belirli belirsiz cephelere çoktan dağılmışlardı bile…

Rus taarruzunun henüz sürdüğü Erzurum’da vurulduktan sonra Kophanları’nda şehit düşen Şingahlı Yusuf Çavuş, bunlardan biriydi. Bugün mezarı olmayan binlerce isimsiz şehitlerden biri olan babasının acı öyküsünü anlatan oğlu Hacı İbrahim Ardahan da aynı günlerde muhacirlere karışan binlerce çocuk arasındaydı.

29 yaşında şehit bir baba ve 5 yaşında muhacir bir evlat arasına sığan bu öykü, yaşanan acıları yeterince özetliyor. Uzun uzun o günleri anlatan İbrahim Ardahan’ın özetlenmiş şu ifadeleri, parça parça koparılan bir vatan uğruna apayrı yollara doğru dağılıp giden binlerce ailenin ortak dramıydı aslında…

“Askerler halktan oluşturulan milis kuvvetlerin sevkiyatı için mahallelere çıkmışlardı. Seferberlik nağmesini alan babam askerden yeni gelse de, uzun sürmedi, İstiklal Savaşı başlayınca tekrar çağrıldı. Almış olduğu nağmeye göre kıdemli çavuş olduğu için silah arkadaşlarını toplama görevi verilmişti. O gün bizim sokaktan cepheye gidecek olanlardan 50 kişilik atlı grup, meydanda hazır bekliyormuş. Cenk atların üstünde, çeşmenin etrafında birkaç kez dönmüşler… Tecrübeli akıncı birlikleriydi bunlar. Babam en önlerindeymiş, bir hışımla çıkıp gitmişler… Anamgil, son kez orada görmüşler babamı… Zaten birkaç ay sonra da bizi götürdüler muhacir olarak… Babam savaşmak için doğuya, biz de sığınmak için batıya doğru yollara düştük… Savaş bittiğinde biz evimize ocağımıza geri döndük, babam dönemedi. Muhtemel esir düştüğünü derlerdi, sonradan öğrendik ki Erzurum tabyalarında vurulmuş. Bir şarapnelle sol tarafından ağır yaralanmış. Komutanı Ali Fuat, tebdili hava vererek, Bayburt’a gönderiyor. Kendi atıyla ancak Kophanları’na gelebilmiş. Babamı son görenler, çizmelerini getirenlerdi. ‘Yusuf Çavuş ağır yaralıydı’ dediler, başka bir şey demediler. Anladık ki, orada belli belirsiz bir yere gömmüşler. Allah şahadetini kabul etsin”

Kop’tan haber var!

Binlerce şehidin kanlarıyla sulanacak olan Kop Dağı’nın bağrına bastığı ilk şehitlerden biri olan Yusuf Çavuş’un aynı günlerde göğsündeki yarasıyla ulaşmak istediği Bayburt’taki manzarayı Gazeteci Osman Okutmuş anlatıyor…

“1916 senesinin Şubat ayı… Soğuk ve fırtınalı bir gün. Müezzin yanık sesiyle ezan okuyor, Bayburt'ta kalan ihtiyarlar camiye doluyorlardı. Cami cemaatinin ihtiyar oluşunun, eli silah tutanların askere sevk edilmesinden başka bir anlamı yoktu.

Hoca, selam verirken camiden içeriye bıyıkları buz tutmuş, uzak yoldan geldiği belli olan bir asker girdi:
- Aşkale'den geliyorum. Erzurum işgal edildi. Düşman kuvvetleri Aşkale istikametinde yürüyor. Sizin de muhacir olmanız için kumandan beni buraya gönderdi.

Aradan yükselen bir ihtiyarın sesi caminin sükûnetini ihlal ediyordu:
- Biz ne güne dururuz, anamız bizi bu günler için doğurmamış mıdır?

Hoca Ali Efendi, cemaati sükûta davet ettikten sonra, askerle arasında şöyle bir muhavere olmuştu:
- Süvari misin?
- Evet...
- Aşkale'den ne zaman çıktın?
-Sabah namazından sonra...
- O zaman düşman neredeydi?
- Ilıca'yı geçmiş, Kandilli istikametinde yürüyordu. Kuvvetlerimiz ise geri çekiliyordu. Aşkale muhacirlerinin bu kış kıyamette rahatça yollarına devam etmeleri için, çekilmemiz çok şiddetli oluyor. Her tepede, her dağda saatlerce muharebe devam ediyor.
- Son müdafaa hattımız nerede olacak?
- Şimdilik belli değil...

Muhavere bu şekilde biterken Hoca, cemaate dönerek:
- Ey cemaat, vakit çok kısa, düşmanlar ise durmadan ilerliyor. Müstevliler Erzincan istikametinde ilerlemeleri için ilk önce Bayburt ve civarını işgal etmeleri lazımdır. Burasını işgal etmesi için tek yol var; o da Kop Dağı'dır. Yapacağımız iş, şimdi halkı burada toplayalım, anlaşalım ve düşmanı orada karşılayalım!”


Rus ordusunun Kop’ta tutulması için asker gibi halk da ihtiyatı elden bırakmak istemiyordu. Cepheye akan yerel kuvvetler, Halid Paşa komutasındaki tümenlerin oluşturduğu Çoruh Müfrezesi’ne katılmaya devam ederken, bu cepheyi desteklemek üzere Bayburt’a gelen Batı Cephesi gazileri bölgede ayrıca mevzilendi…

“Çanakkale'den gelmiş olan bu taburlar orada edindikleri tecrübe sayesinde son zamana kadar asabına hakim olup düşmanı 200 metreye yanaştırdıktan sonra şiddetli piyade ve makineli ateş ile düşman saflarını yerlere seriyor. Kalanları da bomba ve hücumları ile tart ve perişan ve esir ediyordu. Bugün Kaledere cephesinde mevziin kilidi olan Aho Tepesi'ne bizzat çıkarak bu noktanın tahkim ve şiddetle müdafaasını emrettim. İki haftadan beri devam eden Kaledere muharebesi artık bugün neticelenmişti. Düşmanın beş alayına karşı dört Türk alayı mevziini müdafaa etmiş ve Ruslara binlerce maktul verdirerek bütün hücumları püskürtmüştü"

Çanakkale’de şehit düşen kahramanların geride kalan gazi arkadaşlarını bu tarihi sözlerle anlatan Mareşal Fevzi Çakmak Paşa’nın sözünü ettiği o taburlar, Çanakkale’den sonra Bayburt’u da kapsayan şark cephesi kahramanlarıydı aynı zamanda.

16 Şubat 1916’da Erzurum’u işgal ettikten sonra Erzincan’a ulaşmak üzere ilerleyen Rus Ordusu’nun Bayburt’a saldırmaya hazırlandığı günlerde, Çanakkale’deki görevini tamamlayan 5. Kolordu'nun 10. ve 13. Tümenleri de, Bayburt’a hareket emri aldı.

Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın emriyle 18 Şubat 1916'da yola çıkan bu birlikler, şehre ulaştığında Kop Savunması çoktan başlamıştı.

Yer yer çarpışmaların yaşandığı Kop Savunması'nın şiddeti artarken, Bayburt’a ulaşan 5. Kolordu’nun şehre giren ilk birlikleri 13. Tümen, o gün birlikte savaşacakları Bayburt halkı tarafından coşkuyla karşılandı.

Çanakkale’den gelen birliklerin komutanı Fevzi Çakmak Paşa da şehirdeki karargahını 20 Mart 1916'da kurdu. Kop Müdafaası’nda istihkam edilen Bayburtlu gönüllü milisler ile birlikte Deli Halid Paşa komutasındaki Çoruh Müfrezesi'ne destek verecek olan bu birliklerin, Fevzi Çakmak Paşa’nın ifadesine göre Çanakkale’den sonra bir kere daha destan yazacakları anlaşılmıştı.

Nitekim, Fevzi Çakmak Paşa, şark cephesinde ya yeni bir destan gazisi ya da şehit olmaya gelen Çanakkale’nin kahraman gazileri ile birlikte Bayburt'u da kapsayan bölge halkını tarihe şu sözlerle düşürüyor:

"Çanakkale'nin tecrübeli kıtaları yerli efrada da nümunei imtisal olarak her ikisi birbirleriyle fedakârlık ve kahramanlıkta yarışa çıkmışlardı. Burada mağlup olan düşman Trabzon ve Kop cephelerinden taarruzlarına devam ile Çoruh cephesinin yanlarını tehdit ederek Bayburt'u zapta kıyam etmişti”

“Savaşmadık, cenk ettik”

Fevzi Çakmak Paşa’nın Batı Cephesi kahramanları kadar paye verdiği yerel efrat, sadece Çanakkale gazileriyle kahramanlıkta yarışmıyor, olabilecek en kötü şartlarda bile Gelibolu’daki manzarayı aratmıyor, hatta bazen daha da ileri gidiyordu.

Savaş sürerken emrindeki bölüğü geriden komuta eden bir subayın akıbeti, düşman taarruzunun ve bu taarruza karşı gösterilen savunmanın boyutlarını ortaya koyuyordu. Yerel halktan savaşa katılan gönüllü er Çamlıkozlu İrfani Bey, cephede bölüğünün önüne geçmeyen yüzbaşıyı vurması, düşmanın mekanik gücü karşısında umutsuzluğa kapılması beklenen askerin azmini gözler önüne seriyordu. 

Kop gazilerinden, Bayburtlu Arifoğlu Mahmut Canmemiş hastalıklarla kırılan ordunun, sadece düşmanla değil aynı zamanda, açlık ve soğukla da savaştıklarını dile getirirken, çarpışmanın şiddetini ise şimdiki Kop Şehitleri Anıtı'nın biraz ilerisinde Centürk sırtlarında savaşan Gazi Süleyman Çavuş anlatıyor:

“Savaştığımız kış, eski kışların amansız ve dondurucu bir kışıydı. Kar diz boyu, bel boyu değil Kop'ta adam boyuna varıyordu. Savunma hattındaki yerlerimiz kardan siperli mevzilerdi. Buzlaşmış olan bu mevzilerde donmadan, yılmadan, gün ay saymadan savaşıyorduk. Tüm bir kış burada kaldık. Uzun mevzili savaş yapılamıyordu. Düşman kardan siperlere bir kaç defa yaklaşabildi. Cep sobalı, giyimli kumaşlı idi onlar. Bizim buz mevzilerimizin en sıcak örtüsü, parça parça olmuş hasırlardı. Bu karda, kışta, kıyamette yeter ki onlar Centürk sırtlarından saldırsınlar diye beklerdik. Saldırılar süngü mesafesine yaklaştı mı, mazgallardan nefes buğularımız soba dumanı kadar gürleşirdi. Bir hal olur, gözümüzü de duman sarardı. Çıkış bu çıkış olurdu. Centürk'te biz savaşmadık, cenk ettik. Vuruşma, süngüleşme, boğuşma, boğazlaşma. Kış savaşması bunlar. Şehit olanlarımız var, hep elleri yumruklaşmış, kaşlar çatılmış, dişleri intikam tutkusu ile sıkılmış bir haldeler. Saldırganların ise cendek misali, sanki sağ sağ bize teslim işaretiyle kaldırdıkları kolları yetmemiş gibi ölülerin kolları kalkık, yere uzanmışlardı. Ne ilahi bir yöneliştir ki, şehitlerimizin sıkılı yumrukları, hep bunlara doğru dönüktü”

Kanlı gömlekle zafer işareti!


Kop Savunması ile ilgili anıların en unutulmazı ise Helvalı Sefer Çavuş ve babasının öyküsü. O gün en şiddetli çarpışmaların yaşandığı ve şimdi onun adıyla anılan tepede babasıyla birlikte nasıl savaştıklarını anlatıyor.

Köylerinin yakınında Kop'un en geride kalan tepelerinde cereyan eden bu muazzam kahramanlık sahnesi, belli ki, düşmana son darbeyi vurup görevini tamamlayan Türk ordusunun Kop’tan geri çekilmeye hazırlandığı günlere denk geliyor…

“Burada babamla beraber dirsek dirseğe savaştık. Yan yana oluşumuz beni bir acayip etkiledi. Yüreğim körüklendi, ateşlendi sanki. Böyle ateşli ateşli tepe tırmanıyorduk. Kumanda, kır saçlı, kurt asker babamdaydı. Günlerce alınamayan tepe, sıcak bükmesi savaş oyunlarıyla bir iki saatte alınıyordu. Tepeye çıkarken babam göğsünden yaralanmıştı. Kan bürüyen gözümüzle konu-komşu, tümümüz bütün hışmımızla tepeye çıktık. Tepenin bizden alınışını bekleyen Çoruh Müfrezesi Komutanı’na (Deli Halid Paşa) babamın kanıyla bayraklaşan gömleğini tepeden sallayarak zafer işaretimizi verdik

“Seni her şeyden çok sevdiğimi sanırdım”

Kop Savunması ile ilgili gazilerle ve şehit çocukları ya da torunlarıyla yapılan bu görüşmeler, o destanı bugünlere taşıyan pek az anılardır. Cephede savaşanlar ve esir düşenler dahil gazilerin hemen hepsi yaşadıklarını anlatırken hâlâ o günkü gibi hamasi duygular içindeydi. 

En önemlisi vatanı savunurlarken korku altında değil samimilerdi… Cephede şehit düşen bir erin cebinden çıkan mektubun satırlarında, işte o samimiyeti görmek mümkün...

"Sevgili Ayşe… Seni dünyada her şeyden ziyade sevdiğimi zannediyordum, lâkin aldanmışım. Beni affet… Dünyada meğer senden ziyade sevdiğim vatanım varmış... Vatan aşkı yanında senin aşkın, -kalbimi bilirsin; doğruyu söylemekten zevk alırım- evet senin ateşli aşkın söndü... Sönük kaldı... Fakat yine seni unutmadım, yine seviyorum. Bak karşımda kanatları ile ölümü gördüğüm halde vakit buluyor, acele sana şu mektubu yazıyorum. Allah'a çok dua ettim. İnşallah eline geçer. Beni unutma... Lâkin benim için de ızdırap çekme. Çünkü ben mes'udum... Benim yalnız bir kaderim var. Onu sana söylemek için kalbimde derin bir ihtiyaç duymaktayım. Tüfeğimi hiç sevemedim, çünkü o senin gibi vefalı çıkmadı. Bana hıyanet etti, düşmana zarar vermedi... Ah sadık Ayşe! Ah vefasız tüfek!
Mehmet"

Tepelerde kıyamet kopuyordu

“…Verilen emirler yerine getirilmiş, Ruslar bulundukları mevzilerden atılmışlardı. Yassı Tepe ve civarları tutuldu, daha hakim tepeler istirdad oldu. Ama bunun için ödenen bedel, her iki taraf için de ağır olmuştu. Bizim telefimiz hayli kabarıktı, ama bizler toprağımızı, evimizi ve yurdumuzu korumak için var olmak, yok olmaktan kurtulmak için ölüyorduk!..”

 
Geride neredeyse sadece kadın ve çocukların kaldığı bölgedeki şehirler Allah’a emanet edilirken, Kop’ta ve civarındaki muharebeler daha da şiddetlenmişti. İnsan boyuna varan kar kalınlığının savunmayı daha da güçlük kılacak tabyalara imkan vermemesi, saldırı için her seçeneğe sahip düşman karşısındaki direnişi daha korkunç bir hale sokuyordu. Yer yer oyulmuş arazide kar ya da taş yığınlarıyla oluşturulan mevziler, kelimenin tam anlamıyla et ve kemikle yumruklaşmış tepelerden ibaretti…
 
“…Taarruz emri alan alayımız, en son Kop Dağı eteklerinde ve Karasu Irmağı’nın sağ sahilinde, Aşkale’nin gerisinde, Pırnakapan köyünün arkasındaki tepelerin işgalini tamamladı. Bizim tabur da düşmana oldukça hakim ve diğer birliklere göre daha elverişli noktaları işgal etmişti. Bizim bölük, Pırnakapan köyünün tam karşısında ve Karasu vadisi içinde yer alan düzlükte mevzilenmişti… Pırnakapan köyü bitaraftı. Düşman ise köyün gerisinde ve doğu tarafındaki sırtları tutmuştu…”
 
Doğu Cephesi ile ilgili kaleme aldığı ve Sarıkamış’tan başlayan Rus taarruzlarının detaylarına yer verdiği anılarında Kop Savunması’na da değinen Gazi Subay Halil Bey’in (Ataman) hatıratından anlaşılan bir başka detay Kop Dağı eteklerindeki durumun ise iç açıcı olmadığıydı.
 
Ataman'ın, ‘benim derim gibiydi’ diyerek koruduğu savaş notlarına göre, bölgedeki diğer cephelerde konuşlanan birliklerin gözü kulağı Kop'taydı... Herşeylerini ortaya koyan kahramanların kuşandığı Kop’ta kıyamet koptuğunu anlatırken, tüm ordunun mukadderatını buradaki çarpışmaların tayin edeceğini vurguluyordu.
 
 “…Bu son mevzilerdeki, düzlük ve tepelerde geçirdiğimiz hazmı çok güç ve ağır şartlarda akıp giden günler, gerçekten insan gücünün çok üstünde, başlı başına bir macera hayatı idi. Her akşam bir avuç askerden (40 kişi) ibaret bölük, 50’şer metre ara ile tek ve değişmez nöbetçi olarak, o 1750 metre genişliğindeki düz sahada bir zincir hattı şeklinde dizilirdi. Bunlara ilaveten iki koldan birbirlerini kontrol eden zabit devriyeleri, o tek değişmez nöbetçiyi eli tetikte bekler görmek üzere, hiç durmadan ve mütemadiyen düşman süvarisine açık bulunan alanı gezerdi. Bu şekilde sabaha kadar bekler ve ortalık aydınlanırken yerlerimize çekilirdik. O kısa geceler, bilseniz ne kadar uzun gelir ve sabah olmayacakmış hissini verirdi insana. Düşman bizden farklı mıydı? Hayır, onlar da tıpkı bizim gibiydiler. Ama bir farkla ki, bu fark ölçülmez derecede büyüktü. Bizimki tek başına ve sabaha kadar değişmez ve her an kontrolde bir nöbet ve bekleyişti. Onlarsa hem çifte nöbetçi hem de her saat başı değişen bir nöbet. Aradaki fark ve kendilerine kıyasla çok zayıf olduğumuzu iyi bilen düşmanın umulmadık bir zamanda gece baskınları düzenleme mahareti, bizi her an el tetikte ve uyanık olmaya zorluyordu. Gündüzleri sürüp giden müsademeler, hep mevzii kalıyordu; umumi cepheye hiçbir tesiri yoktu. Asıl kıyamet Kop Dağı’nın yükseklerinde kopuyordu ve mukadderatımızı da o yerdeki boğuşma tayin edecek gibi görünüyordu. Böyle olmasına rağmen, bazı kumanda makamlarının ihmal ve hataları yüzünden, telafisi gayrımümkün zor şartlar doğabilir ve ne acı ki doğmakta…”
 
Sarıkamış’tan başlayıp İstanbul’a kadar uzanan Anadolu’yu işgal planını adım adım uygulamaya koyan düşmana karşı, Türk Ordusu’nun cephe cephe verdiği mücadelenin umumi cepheye hiçbir tesiri olmadığını anlatan Gazi Subay Halil Ataman’ın şu satırları ise, Kop Savunması hedeflenen sürede geçilmiş olsaydı eğer tüm Anadolu’ya yayılması muhtemel bölgedeki o esaretin yıkıcı etkilerini ve neler olabileceklerini gözler önüne seriyor…
 
“Vazife başında devriye geziyorum. Karasu’nun öbür tarafından ve epeyce gerimizden birkaç el silah sesi geldi ve canı yanan birisinin çığlığı, “Vay anam!” feryadı duyuldu. Kulak kesildim; sesleri ayırt etmek mümkün değildi. Silah sesleri de kesilmişti. Şimdi ortalıkta hiçbir ses işitilmiyor; belki iki ya da üç dakika sakin geçti. Tan karanlığı da ortalığa çökmüştü. İşte bu anda nereden çıktıkları belli olmayan doludizgin Kazak süvarileri etrafımı sarmış ve beni çember içine almışlardı. Bir taraftan da “Teslim, teslim!” diye bağırıyorlardı. Çaresizlikle çevreme bakınırken, bir de ne göreyim, sağımda solumda nöbette bulunanların hepsini toplamışlar, benim bulunduğum noktaya getiriyorlar. Çok acı ve son derece ıstırap verici bu kötü durum belki iki üç dakika içinde olup bitmişti. Ne olduğunu bile anlayamamıştık. Ne hazin, ne acıklı ve ne kadar kan kusturucu bir tabloydu o? Esaret… Esaret… Esir düşmüştüm artık, Allahım, Ya Rabbim acı bizlere…”



Hamiş... Şubat 1916’da oluşturulduktan sonra yer yer çarpışmaların yaşandığı Kop Dağı’ndaki savaş, Mart 1916’da şiddetlendi. Aralıksız zor şartlarda tutulmasına rağmen Rus Ordusu'na hem zaman kaybettiren, hem de büyük zayiata uğratan cephe, Temmuz 1916'da ise görevini tamamlayan Türk ordusu tarafından zorunlu olarak düşürüldü.
                 

Bazı kaynaklara göre Kop Dağı’nda 9 binin üzerinde şehit düştüğü belirtilse de, askeri kayıtlarda yer almayan ve bugün mezarı bile olmayan gönüllü milislerin sayısı bilinmiyor. Bu kadar şehidin kanlarıyla suladığı Kop’taki en acı olay ise, savaş kalıntıları bir yana dursun, şehitlerin kemikleri ortaya saçılmış vaziyette açıkta bekledi!

Özellikle civardaki köylü vatandaşların ve ziyaretçilerin ibretle gözlemlediği bu utanç verici manzara yine yıllarca sürdü.

Verdiği mücadelelerle Kop Savunması destanını ve anılarını unutturmayan gazeteci Osman Okutmuş’un ayrıca vesile olduğu Kop Şehitleri Anıtı, uzun yıllar sonra yapılabildi.

1963 yılında, dönemin 3. Ordu Komutanı Orgeneral Refik Tulga, Gümüşhane Valisi Mustafa Karaer, Erzurum Valisi Hüseyin Meydanoğlu’nun katılımıyla açılışı gerçekleşen Kop Şehitleri Anıtı, Bayburt Kaymakamı Sabahattin Çakmakoğlu, Garnizon Komutanı Kur. Alb. Bedrettin Demirel ve gazeteci Osman Okutmuş’un öncülüğünde Bayburt halkının katkısıyla yükseldi.

Milli paye 100. yılında geldi

Askeri kaynaklara göre dünyanın en büyük savunma amaçlı savaşlarından biri olan ve Mareşal Fevzi Çakmak Paşa’nın 'muvaffak olmuş Plevne’  notuyla taltif ettiği bu destan, Türk tarihinin kayıp bir yaprağıydı… Neredeyse her şeyi gömülmüş ve herkes unutmuştu!

Derken bir adam çıktı geldi, Kop’un son askeriydi!

1916 yılının Şubat’ından Temmuz’una kadar askeriyle birlikte halkın omuzlarına yüklenen varoluş mücadelesi onun için daha bitmemişti… 
Anadolu’yu esaret altına alacak işgal zincirinin koparıldığı bu vatan savunması, tarih sütunlarından koparılamazdı… Tarihin yön değiştirdiği o yerde mutlaka abideleşmeli, Çanakkale, Kutul Amare, Plevne, Sarıkamış gibi şanlı yerine oturmalıydı…

***

Yarım asırlık unutulmuşluğun ağırlığını ve acısını yüreğinde hisseden gazeteci Osman Okutmuş, şanlı Kop Savunması’na milli değerin verilmesi derdindeydi... Önce hatıraların izini sürdü, parça parça buluşturup, neşriyat haline getirdi… Sonra açıkta kalan şehit kemikleriyle, halkının maşer-i vicdanına dokundu durdu…

Dönemin kent idaresini ikna edip, dostlarıyla birlikte köylü ve şehirli tüm Bayburt halkının desteğini de alan Okutmuş, şanlı savunmayı simgeleyen anıtın yükselmesine vesile olduğunda, yıl 1963’tü…

Bu, Kop Şehitliği’nin milli parklar arasına alınabilmesi için yıllar sonra atılan bir adımdı ama arkasının gelmesi yine yıllar sürecekti… Osman Okutmuş’tan sonra Bayburt Postası’nın devam ettirdiği mücadeleye kent idaresindeki memleket evlatları da katıldı… Ve bir anıt ile bir bayrak arasında yaşatılan bu destan için beklenen karar tam 53 yıl sonra geldi!

31 Ekim 2016’da alınan Bakanlar Kurulu kararı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından onaylandı, 15 Kasım 2016 günü Resmi Gazete’de yayımlandı.

Binlerce şehidin kanıyla yoğrulan Kop Dağı’nı müzeleştirecek bu milli paye, vatan topraklarında müstesna bir yer oluştururken, Bayburt tarihini de nihayet onurlandırmıştır...
 
***

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.