“Mecnun Leyla’sının aşkından çöllere düşer, yanar tutuşur, deli divane olur. Hatta Mecnun’u hareketsiz bir eve bakarken görenler, nereye baktığını sorarlar. Mecnun, güneşe baktığını söyler.

‘Ama güneş baktığın yerde değil ki, sen Leyla’nın evine bakıyorsun’ denilince; ‘Benim güneşim orada’ cevabını verir.

Leyla’nın aşkı, Mecnun’un gözünü kör etmiştir.

Hatta Mecnun daha da ileri giderek ‘Güneş mahbubumun hüsnünü görüp utanıyor. Görmemek için, bulut perdesini başına çekiyor’ sözüne karşılık, Üstad Bediüzzaman, sevgilisine muhabbetten yolunu şaşıran Mecnun’a şu cevabı veriyor: ‘Hey âşık efendi, ne hakkın var, sekiz İsm-i Âzamın bir sahife-i nûranisi olan güneşi böyle utandırıyorsun.’

Uzun süren uğraşlardan sonra, yakınları Leyla’yı bulup getirirler. ‘İşte sana aradığın Leyla’ derler. Mecnun Leyla’ya şöyle bir bakar ve der ki; ‘Bu benim Leylâm değil’ der. Yani fani Leyla’ya olan sevgi, o muhabbete değmediği için, Leylâ’yı yaratan hakiki sevilmeye layık yüce Mevlâ’nın sevgisine dönüşmüştür. Daha doğrusu, Bediüzzaman’ın tanımıyla ‘Âşk-ı mecazi, âşk-ı hakikiye inkılâp etmiştir’. Bir diğer deyişle, sevgiliye hak ettiği kadar, olması gereken kadar abartısız değer vermek gerekir”.(1) 


Hayatında bir kadına âşık olmayan, eli kadın eline değmeyen, hiç evlenmeyen Said Nursi, aşk hakkında ahkâm kesiyor, Mecnun’un aşkına aşk-ı mecâzi diyor ve bu aşkın aşk-ı hakiki’ye yani gerçek aşka (Tanrı aşkına) dönüştüğünü, dönüşeceğini söylüyor. Tanrı’ya âşık olmak… Tanrı’ya nasıl aşk duyulur, Tanrı’ya nasıl âşık olunur, onu biz anlayabilmiş değiliz Tanrı’nın varlığına inanan biri olarak. Tanrı’ya saygı duyulur, ona sığınılır, ondan yardım dilenir ama ona âşık olmak, işte burada sanki bir ikiyüzlülük bir sahtekârlık var gibimize geliyor. Bu sahtekârlık bir hadisten geliyor, şöyle deniyor: “Kur’an okunurken ağlayın. Eğer ağlayamıyorsanız, ağlar gibi yapın”. Eh aşk da öyle, görmediğiniz, yeterince algılayamadığınız bir varlığa âşık olacaksınız (İbn Arabî “Neyi tasavvur etsen o değildir” der, yani insan havsalası Tanrı’nın varlığını kavrar ama onun niceliğini tam olarak kavrayamaz).

Yunus “Aşkın aldı benden beni/Bana seni gerek seni” diyor sözgelimi, neye göre diyor, bunu aklı başında hiç kimse izah edemez…

Yani sözün açığı şudur: Bu Tanrı aşkı konusunda bir palavra ve bir zorlama vardır. Bize göre asıl “aşk-ı mecâzi” bu tür bir Tanrı aşkıdır. Mecnun’un aşkına gelince, bu da Arap uydurması, palavrasıdır, aşkı tanımayan ve yaşayamayan Arap’ın menkıbelere sığınmasıdır. Din konusunda nasıl mucizeler uydurdu ise Arap, aşk konusunda da bu Leyla-Mecnun işini imal etti. Biz de Arap’ın her işine olduğu gibi bu işine de kapılıp gittik sorgulamadan.

Şuraya bakın hele birisi “güneş utanıyor sevgilimin güzelliğinden, bulutu başına örtüyor” diyor, öteki de “mübarek güneşi niye utandırıyorsun?” diye soruyor.  

Ve Arap’ın abartılarına nazireler yapmaya başladık, işte bunlardan biri: Kerem’in diş çektirme öyküsü. Kerem duyar ki Aslı’sı, Halep’tedir, Aslı’nın anası da diş hekimliği yapmaktadır orada. Varır, dişini çektirmek istediğini söyler, Aslı da, anası da tanımazlar onu (nasıl tanımamışlar, o da ayrı bir çelişki ya neyse). Aslı’nı dizlerine yatar gözlerini gözlerine diker, Aslı’ya daha çok görmek uğruna, her çekilen dişten sonra “yanındaki de ağrıyor” der, onu da çektirir. Ve 32 diş biter, kalkar Kerem, ağzı kanlı “Aslı tanımadın mı, ben Kerem?” der, tanırlar, kapı dışarı ederler.

Bu öyküde sorgulanacak yerler var, birincisi, yahu yedi yabancı olsun, bir insanın 32 dişi para uğruna çekilir mi, hadi anası zalim, bu Aslı’da da mı insaf ve merhamet yokmuş, Kerem bunun neyini sevmiş. İkincisi, 32 diş çekilemez bir anda, bunu yaşamış, denemişim. 15 günde 20’ye yakın dişimi çektirdim ben, damaklarım şeker hastalığı sebebiyle iltihaplanmıştı, hekimler çekmemiz gerek, yoksa zaten sen bu dişlerle yapamazsın ve hep ağrı-acı çekersin dediler, ben de olur dedim, iltihap yüzünden morfin de tutmuyordu damaklarım, morfinsiz çekiyorlardı dişlerimi. Onun acısını yaşayan bilir, zaman zaman dişçinin bileğine yapışıyordum. Ve en çok bir günde 4 dişim çekildi ön alt çeneden, o da benim ısrarımla. Yani Kerem’inki palavra… 32 dişi çekilen insanın yaşaması bile riske girer.

Yani dememiz o ki, “Kerem misali yanmayı”, “Mecnun gibi çöllere düşmeyi” bırakınız artık. Örnek alacaksanız Karacoğlan’ı alın, onun aşkı sağlam aşktır, gerçek aşktır, bu çağa da uyan aşktır.

Nedendir de suna boylum nedendir
Bu geceki benim uyumadığım 
Çetin derler ayrılığın derdine
Ayrılık derdine doyamadığım 
Dostun bahçasına yâd eller girmiş
Gülünü dererken fidanın kırmış
Şorda bir kötünün koynuna girmiş
Şu benim öpmeye kıyamadığım

Kömür gözlüm der ki sevdim sakındım
İndim has bahçeye güller sokundum
Bilmiyorum nerelerine dokundum
Belli bir haberin alamadığım

Karacaoğlan der ki yandım ben öldüm
Her deliliği ben kendimde buldum
Dolanıp da kavil yerine geldim
Kavil yerlerinde bulamadığım

Karacoğlan’da da kalmamak gerek elbette, hani ona atfedilen bir söz vardır güya demiş ki: “Benden sonra aşk için söyleyen, ancak anasının uçkuruna söyler"… Hayır asla! Demişse de halt etmiş… Aşk sürecek, âşıklar olacak, Karacoğlan’ın da, herkesin de aşkı aşılacak. Afşar Timuçin “Hiçbir aşk birbirine benzemez” der ve pek de doğru der.

Aşk abartıları, içtenliksizlikleri bağlamında bir de kul-köle-kurban üçlemesi de vardır, ona da değinelim.
Türklerin Göktanrı inancına göre insanlar Tanrı’nın kulu değil evlatlarıdırlar. O dönemlerin Türk toplumunda kulluk kültürü işte bundan dolayı yoktur. Kulluk bize İslam’ın getirdiği bir algı, anlayış ve alışkanlık olmuştur.
Ya kölelik? O İslam öncesi Türklerde de ne yazık ki vardı, birçok hakları olmasına karşın, yine de vardı, ancak köleliğin artması da İslam’la birlikte olmuştur.

Bu köle ve kul olma kültürü, aşksal durumlara da bulaştı ne yazık ki, edebiyatımıza girdi, şarkılarımıza girdi. Erkek âşıklar sevdiklerine kul-köle olmak istiyorlardı, biri bir kez demişti, hoşuna gitmişti birilerinin de yineleyip duruyorlardı.

“Sen efendim ben kapında kul olim/Koy desinler bu da bunun kuludur”
“Kulun olayım, kölen olayım/Dolanı dolanı dolaşıyorum/Mecnun gibi meyhaneleri”

Kul olmak kesmemiş olacak ki, kurban olmak da girmiş içine:
“Lemide heyranın olim/Kara kız kurbanın olim”

Bu kul-köle-kurban olma söylemlerinde bir içtenlik yoktur, “gel ol” dense, birkaç istisna dışında kimsenin olacağı da yoktur. Laf olsun, torba dolsun. Araplar ve Farslar’dan geçme abartı ve özenti… Ve o kul-köle-kurban sözlerini dillerine persenk edenler, evlenip muratlarına erdikten, heveslerini aldıktan sonra, bırakın kul-köle-kurban olmayı, eşlerini kul-köle etmeye başlamışlardır (tek tesellimiz eşini kurban etmeye kalkışanların olmamasıdır).

Bugün bu söylemleri şarkı ve türkülerden duyuyor halkımız ama sorgulamıyor bunları, isyan etmiyor bunlara. Oysa günümüz, çağımız, dönemimiz kul-köle-kurban olma dönemi değildir. Sevmek, çok sevmek, karşılıklı saygı; bitmeyen, kendini yenileyen abartısız, içtenlikli aşklar dönemidir. Haa aşkınız ifade için söz mü arıyorsunuz, bırakın o halk edebiyatı ve divan edebiyatı kul-köle-kurban içtenliksizliklerini, Cumhuriyet döneminden başlayarak günümüz şiirini okuyunuz, neler bulursunuz neler… 
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.