O sessiz değişim öncüsüdür. Belki tahmin etmişsinizdir yediden yetmişe adından söz ettiği İmam-ı Rabbanidir o. Ebu’l Hasen en Nedvi; Kamil insanlar olmasaydı kalp temizliği ve nefis terbiyesi gerçekleşemezdi buyuruyor. Gerçektende onlar bir insanlık inşa etmişlerdir.

Bilindiği üzere Moğollar Harzemşah Devletini işgal edip etrafa korku ve dehşet saçmışlardı. Öyle ki bir ümitsizlik bulutu kaplamıştı her tarafı. Hatta halk nezdinde Moğollar’ın yenilmezliği kanaatı ağır basmıştı.

Fakat zaman içerisinde Gönül Sultanları devreye girip irşatları çizil çizil yağmaya başlayınca artık putperest Moğol Hanlar bile zamanla Müslüman olup kalpleri aydınlanıverir.

Benzeri bir olayda Hindistanda Ekber Şah’ın dikta yönetiminde gerçekleşen İslam düşmanlığı üzerine kurulu uygulamalardır. Şöyle ki; Müslüman Babürlüler görünürde bu yönetimle baş edilebilecek durum göremiyorlardı, adeta dipsiz kuyuya düşmüşlerdi. Her tarafı cehalet kaplamış ve küfrü yaymak temel vazife olmuştu. Hatta Müslümanlar namazlarını bile gizli kılar hale gelmişlerdi. İşte böyle elim bir vaziyette Hz. Ömer’in 29. göbekten torunu 17 yaşında zahiri ilmi bitirmiş bir aydınlık güneşi bir genç devreye girer. İşte söz konusu bu genç, Hindistan’ın eski başkentlerinden Agra’dan başlattığı hareketin ardından Serhend’e dönmüş, burda da tüm bozuk cerayanlara karşı yazdığı risalelerle cevap vermiştir. Bu da yetmez bir taraftan da etrafa gönderdiği mektuplarla Müslümanları aydınlatmıştır. O babasının vefatıyla birlikte çıktığı Hac yolculuğunun ardından Delh’te büyük bir şeyh Hace Muhammed Bakibillah’la karşılaşmış. Tabiî o an ne oluyorsa bu büyük buluşmanın akabinde Hace Muhammed Bakibillah ilerinin büyük zatı olacağını görürcesine, onu Hocası Hace Emkenegi’nin işaretiyle Nakşibendî nispetini daha da yayılması adına Hindistan’ın Serhend şehrine göndermiştir. Ve sonunda Serhend ışık kandiline kavuşup aydınlanmıştır. Dahası bu ışık Serhendle sınırlı kalmayıp Ekber Şah’ın bulunduğu Ekber Abad şehrine de yayılır. Öyle ki; Nakşibendî tarikatın feyzi bereketi dalga dalga yayıldıkça zaman içerisinde Ekber Şah’la başlayan zorbalık, oğlu Cihangir tahta geçtiğinde yumuşamaya terk etmiş, böylece devridaim içerisinde işbaşına gelen hükümdarlar bir öncekinden daha merhametli ve adil olacak hüviyete bürünüp değişim gerçekleşmeye başlıyor. Gerçekten de öncekilerden daha bir farklı ve dini bütün Evrengzib Han tahta oturduğunda en nihayet halk rahat bir nefes alır bile. İşte böylesine sessiz sedasız gerçekleşen aydınlanmanın mimarı hiç şüphesiz İmamı Rabbani’den (k.s) başkası değildir.  O Faruk-i meşrebiyle (iyiyi kötüyü ayıran) gerekli olan irşat hareketini tamamladıktan sonra her fani gibi 1624 yılında ardından dörtyüz halife bırakıp ahrete öyle kanatlanır. Her şeyden öte o bugün hala gönüllerde taptaze yaşıyor, kıyamete kadar yaşayacakta.

ABDULHALİK-EL GÜCDEVANİ

Abdülhalık el Gücdevani Sadrettin Hocadan tefsir ilmi alıyordu sürekli. Bir gün Hocasına sordu;

-Efendim Allah-ü Teâlâ;  “Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin” buyurmakta.  Peki, bu nasıl olacak?  Kaldı ki duayı aşikâr yapsak riya tehlikesi var, içimizden yapsak şeytan fark edecek. O halde Allah’ı gizli olarak nasıl zikredebiliriz ki?

Hocası:
- Oğul bu dediğin ledün ilmidir. Allah dilerse seni dostlarından biriyle buluşturup, o sana bu gizli duayı öğretir diye cevap verir.

Derken bu arayış içerisinde Abdulhalık el Gücdevani (k.s)  zahirde Yusuf Hamedani (k.s), maneviyatta ise Hızır(a.s)’dan nisbet alıp, en nihayet gizli zikri Hızır(a.s)’ın talimatı doğrultusunda talim eylemiş olur. İşte o bu yönüyle üveys olmanın doruğuna da ulaşır. Hatta o ulaşmakla kalmamış Allaha giden yolda on bir sütun ortaya koyup;

-Zikrin sayısına riayete vukuf-i adedi dedi,

-Yaşanan her anın farkında olmaya vukuf-i zamani dedi,

-Kalbin zikirde odaklanmasına vukuf-i kalb dedi,

-Gözün ayağın üzerinde olmak üzere yürümeye nazar ber kadem dedi,

-Nefesi boş yere tüketmemeye Huş-derdem dedi,

-Halktan Hakka yürümeye ya da bu vatandan cennet yurduna yürümeye Sefer-der vatan dedi,

-Zahiren halkla batinen Allah’la olmaya Halvet-der encümen dedi,

-Murakabe halinden sonra yapılan; lailahe illallah zikriyle meşgul olmaya Yâd kerd dedi,

-Nefy-u isbat çekerken ilahi ente maksudi ve ridaike matlubi sözünün mana ve ruhuna odaklanmaya Baz geşt dedi,

-Nefy-i isbatın manasını düşünmeye Nigah daşt dedi,

-Sürekli kalbi uyanık tutmaya da Yâd daşt dedi,

Bu on bir maddeden sadece birini mesela ‘Nazar ber kadem’i açıklayacak olursak; hemen aklımıza Allah-ü Azimüşşan’ın nazar ettiği gönül makamı akla gelir.

Zaten gönlü en çok etkileyen gözdür. Göz gönlün dışa açılan ışığıdır çünkü. Gözden gelen sinyaller gönülde yankılanır her an. Zira gönül bu sinyaller sayesinde her dem gâh sevinir, gâh hüzünlenir. Onun için gönlü diri tutmak ve gönlü hoş tutmalı ki, nazar ber kademle birlikte manevi aydınlanma gerçekleşebilsin.

Gönül sevgi yatağıdır. Öyle ki; İmamı Gazali; Sevdiği kimsenin hizmetçilerini, onu öven, rızasını almak isteyen herkesi, hatta kapısını bekleyen köpeği, gezdiği yerleri, oturduğu memleketi sevmek bu tür sevginin sonucudur buyuruyor.

Mecnun b. Amr (Kays) da öyle der; Dolaşırım Leyla’nın yaşadığı yerleri, öperim toprağını, okşadığı şeyleri...

Hakeza Hz. Ömer’in Hacer’ül Esved taşına bakıp; Ey Taş! Ben biliyorum ki; Sen kimseye ne zarar nede fayda verirsin. Eğer Rasulullah’ın seni öptüğünü görmeseydim bende öpmezdim demesi de öyledir.

Yine Abdullah b. Ömer (r.anh); Ömrüm boyunca hiç uyumadan ibadetle geçersem ve bu hal üzere ölsem, fakat gönlümde Allah’a itaat edenlere karşı bir sevgi, Ona isyan edenlere karşı da bir buğz olmasa bütün yaptıklarımdan bir fayda göremem demiştir.

Allah-ü Teala; Benim için birbirini seven, birbirini arayıp soran, birbirini ziyaret eden, birbirine infak ve ikramda bulunanlara muhabbetim hak olmuştur (Ahmed, Müsned, 5,  229, Hakim) beyan buyurur. Hakeza yine Rabbül Âlemin mahşerde: “Benim celalim (rızam) için birbirlerini sevenler nerede? Hiçbir gölgenin bulunmadığı bugün onları kendi gölgemde gölgelendireceğim” (Müslim, Bırr,12 No: 37) muştusunu veriyor. Bilmem bu güzel kelamlara ne eklenebilir ki.

İMAN-İSLAM-İHSAN

Aydınlığa giden yolda bir takım engeller çıkarılsa da Allahın izniyle kıyamete kadar hakikat yolunda çalışan Rabbani âlimler oldukça irşat faaliyetleri devam edeceğine inancımız tam. Her ne kadar tasavvuf dairesine giren yeni talipliler bu yolun hakkını vermese de artık ahir zamanda yaşıyoruz, insanın bu kadarına da can kurban diyesi geliyor içinden. Öyle ki; Cüneyd-i Bağdadi (k.s); “Hakikat ilmi sergisini topladı, iş lafa kaldı. Biz tasavvufun ancak kıyısından köşesinden bahsedebiliyoruz” derken bu gerçeğe işaret etmiştir.

Yüce Mevla’mız; “Takvaya ve iyiliğe ulaşmak için birbirinizle yardımlaşın (Maide 2), Hep beraber Allah’ın ipine sarılın, dağılıp parçalanmayın” (Nur 31) diye beyan buyururken aydınlık sütunlarından basamak basamak ilerlememizi dilemektedir. Ayetlerden de anlaşıldığı üzere Dinimiz üç sütun üzerine yükselmiştir. Malum, bu üç sütun ‘İman, İslam ve İhsan’ diye karşılık bulur.

Allah için eda edilen ibadetlerin başında hiç kuşkusuz farz ameller gelir, sonra sünnet, en nihayet fazileti bol diye tabir edilen nafile ameller takip eder. Tabii ki amel yapmak için öncelikle iman şarttır. Zaten iman olmadan amel ne işe yarar ki. Dolayısıyla imandan sonra namaz, namazdan sonra büyük günahlardan sakınma, derken adım adım diğer farzlar yerine getirilmeye çalışılıp, böylece karanlık dünyamızı aydınlatmış oluruz.

İhsan haline erişebilmek için de elbette ki kalbi tezkiye (temizleme) edip güzel ahlak sahibi olmak gerekir. Ki; ilahi huzurda kabul gerçekleşsin. Ancak vuslata giden yolda mutlaka yolu bilenin tarifine ihtiyaç vardır, aksi takdirde hakikate giden yol kat edilemez.  Madem öyle, bir ışık feneri bulmak lazım gelir. Bu yüzden İmamı Rabbani (k.s) ne mutlu muradı olan dememiş, ne mutlu murat mürşit bulana demiştir. Elbette ki arayan sonunda Mevla’sını bulacaktır. İşte bu gerçeklerden hareketle arifler ihsanı, yani tasavvufu; Allah’ı görür gibi ibadet etmek diye tarif etmişlerdir. Nitekim bu yolda sen görmesen de o görür duygusuyla Allah’ın ipine tutunmak esastır İhsan haline erişen insan aynı zamanda seyri sülük mertebelerini bir bir kat etmiş olacaktır. Bu sebeple Kuran’da sofi kavramı; veli, muttaki, muhsin sıddık, sadık vs. sıfatlarla zikredilir.  Gerçektende sofilik, Allah dostunu ziyaret eyleyerek eşiğine yüz sürmek, meclisine girmek, manevi atmosferi tatmak ve sonrasın da verilen reçeteleri uygulamakla hakikata varılır. Onun için tasavvuf kal değil, haldir denilmiştir. Allaha giden yolda elbette ki birçok yollar var ama bunlar arasında en mühimi kuşkusuz marifetullah ilmidir. Yani Allah’ı tanıma ilmidir. Zaten  ‘Nefsini bilen Rabbini bilir’ ilahi hükmü bu mana içindir. Bu yüzden kalp ilmini ahlak ilmi diye tanımlayanlar da olmuştur. O halde sofilik hangi makamda olduğunun merakı değil, en güzel ahlaka erişmenin çabası dersek yeridir. Dahası tasavvufta güzel ahlak edinmek için vardır.

Sofi ahrete hazırlık yolunda yalnız değildir, her daim önünde kılavuzu vardır. Bu yüzden bağlandığı mürşit sayesinde haramilere kolay kolay yem olmaz.  Madem öyle, sen sen ol Allah ile kul arasında kılavuz olur mu diye itiraz edenlerden olma. Onlar şayet bu sözü söylerken; ‘Ben peygamber, âlim, mürşid vs. gibilerini rehber tanımam’ manasında telaffuz ediyorsalar bu durum haddi aşmak olur ki; maazallah iddia sahibini tehlikeye sokup küfür bataklığına sürükleyebilir de. Yok, eğer bu sözle kişinin amacı; ‘Maksadım Allah, isteğim O’nun rızasını kazanmak’ anlamında ikrar edilmişse doğrudur, buna itirazımız olamaz. Kaldı ki kâmil rehberin çabası da bu yöndedir.

Her türlü masivadan kurtulmak için hak yolda tıkaç olacak her ne varsa, ya da sipere yatmış ehlisünnet dışı vahhabi, mezhepsiz, mealci gibi gruplardan uzak kalmakta fayda var. Zira bize gerçek manada yâr ve yardımcı olacak başta Peygamberimiz ve o’nun varisi hükmünde Rabbani âlimler yeter artar da.  Allah Resulünün yolunu yol bilen âlimler, yaşayan sünnet olduklarından onların öncülüğünde her türlü şirk, nefs, riya, kibir veya haset gibi engellerden pekâlâ kurtulabiliriz. Belli ki söz konusu ilahi perdeler gönül dostlarının nazarlarıyla, gösterdiği reçeleri uygulamakla aşılabiliyor.

Mülk âleminden melekût âlemine, ilmel yakinden aynel yakine yolculuk şüphesiz kalp ve ruhla olmaktadır. Bu yüzden seyri sulük Allah’a yaklaşma noktasında kötülükten iyiliğe, gafletten zikre, katılaşmış kalpten huzurlu kalbe geçişin adı olarak tarif edilir. Tabii bu arada rehber olmadan yolculuğun hüsranla biteceğini de unutmamalı.

Kâmil Mürşitler takva yolunda hem imam,  hem de rehberdirler, onlar yetkisini halktan değil, Haktan alan gönül sultanlarıdır. Manevi halifelik vasfını kazananlar ancak kâmil insanlık vasfı taşıyanlara has bir meziyettir. Dolayısıyla kâmil insanla diğer kâfir ve fasık insan arasında kıyas yapmak bile doğru değildir. Çünkü her ikisi de insani bakımdan birbirine taban tabana zıt kişiliklerdir. Malum, birincisi Allahın dostluğunu kazanan, diğeri şeytanın dostluğuna râm olandır. Bu durumda nasıl kıyas edebiliriz ki. Hatta kâfir ve fasık özelliğe sahip insan sadece şeytana değil nefsine de köledir.  Mümin ise Allaha abd (kul) olmakla tüm sahte mabutların karşısında adeta özgürlük meşalesidir.

Zahiri ilim dışımızı, batıni ilim ise içimizi süsler. Bu nedenle İmam Malik; ‘Her iki ilmi (zahir ve batın) öğrenen kimse gerçek bir müslüman olur’ (Aliyul’l Kari, Şerhu Ayni’l ilim) buyuruyor. İmam Şafi’de; Hem fakih, hem sufi ol, sakın birisiyle yetinme diyor. Dolayısıyla medrese zahiri ilimlerin öğretildiği bir üniversite, dergâhlarda batini ilimlerin tahsil edildiği zikir halkasıdır. Maalesef tarih boyunca bu iki müessese sanki birbirinin rakibiymiş gibi gösterilmeye çalışılmıştır. Oysa zahir ve batin bir araya geldiğinde hakikat doğmuştur. Yani her ibadetin bir zahiri, birde batini yönü vardır. Mesela Namazda iftitah tekbiri farz olmakla beraber, aynı zamanda kılınan namazın riyadan uzak huşu içerisinde eda etmekte farzdır. Demek ki; namazın bile hem zahiri, hem de takva yönü varmış. O halde iç ve dış bir arada uyumluluk içerisinde bulunmalı ki; necat (kurtuluş) gerçekleşebilsin. Allah-ü Teâlâ; “Hiç şüphesiz nefsini günah kirlerinden temizleyen kurtuldu” (Şems 9) beyanıyla sadece helâl ve haramı bilmekle mükellef olmadığımızı, kalbi temizlemek mecburiyetimizin de varlığına dikkat çekmektedir. Ayeti celilerden maksad; kazanılan ilmi Salih amele çevirmektir. Kalp ilmi, ya da batıni ilmin inkârı Yüce Allah’ın rahmetine kota koymak anlamına gelir ki, bu son derece tehlikelidir. Evet; ilmin sonu yoktur, bu böyle biline. Bakın Hallacı Mansur gibi bazı velilerde batıni haller görülmüş, hatta manevi sekr (sarhoş) halde iken onların dilinden zahiri ilme (şeriata) ters düşen bir takım sözler çıkmış olabiliyordu da, ama onlar mazurdurlar. Çünkü bu konu bizi aşar, bu durum Allah’a havale edilir sadece. Zaten sürekli manevi sarhoşluk içinde yüzen veliler halkı irşat edemezler. Dolayısıyla haklarında hüsnü zanda bulunmak en doğrusu.. Üstelik Hak âşıklarının cezbeleri gizlidir, ilahi aşkları sinelerinde saklıdır, amel ve ibadet halleri ise süreklidir.

Bir başka meselede zahiri inkâr edip, batin halin dışında her şey batıldır iddiasında bulunanlardır. Genellikle bu tipler; ‘Kalbim temiz olsun gerisi boş’ deyip namazı bile boşlamışlardır. Oysa şeriat zahire bakar, kalbin durumunu ancak Allah bilir. Asr-ı Saadette hayat tarzı zühd üzerine kuruluydu, yani bildiği ile amel ediliyordu. Bu yüzden sahabede kalp hastalığı pek yoktu. Asr-ı saadet devrinden uzaklaştıkça bu alanda kalbe ait ameller hassasiyetini yitirip büyük bir boşluk doğmuştur. İşte Mürşidi Kamiller bu noktada boşluğu doldurmak için devreye girmişlerdir,  derken yaralara merhem olup kalpleri aydınlatmışlardır.  Nitekim İmam Şarani bu konuda; ‘İslam’ın ilk asırlarında insanlar takva ve edebi koruyorlardı. O nesil gidip hastalıklar kaplayınca cahiller bir tarafa, âlimler bile amelden geri kaldılar. Bu nedenle âlimlerin bir kâmil mürşide intisapları zaruri oldu’ diye beyan buyurmuştur (Bkz. Envarül kudsiyye).  Malum İmam Ahmed b. Hanbel’de önceleri sofileri tenkit edermiş, neyse ki gerçeği görünce;

-Onlar bildikleriyle amel ederek bize üstünlük sağladılar, itirafında bulunmuştur. Hatta İmam Ahmed b. Hanbel sık sık Bişr-i Hafi’nin meclisine takılmaya başlayınca talebeleri kendisine;

-Efendim sen müctehidsin, böyle insanların arasında ne işin var diye sual eylemişler.

O da cevaben; 
-Evet, Şer’i ilimleri iyi bilirim,  ama onlar yüce Allah’ı benden daha iyi tanıyorlar demiştir.

Anlaşılan o ki; Allah dostları hizmeti tercih etmişlerdir. Çünkü Allah Rasulü; “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” (Taberani, İbnu Ebid Dünya) buyurmakta.

Kelimenin tam anlamıyla Gönül Sultanları Allah’ın rızasını kazanmak için her hizmete talip olmuşlardır. Hatta gerektiğinde milis kuvvetler oluşturup savaşa girmeyi bile göze almışlardır. Ahi Evran bunun en tipik delili zaten. Bu yüzden camii, aşevi, okul, hastane ve misafirhane gibi hayır kurumlarının inşasın da koşturmak gerekir.

Vesselam.

Eylül 2013

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.