Sevimsiz bir konu ama bazı ağzı salyalı, cahil oğlu cahiller sosyal medyaya koydukları iğrenç iftiralarla kafa karıştırmaya çalışıyorlar. Bunlara karşı doğruyu yazmak, halkımızı uyarmak bizim görevimiz olmalıdır.

“Afyoncu” mu, “Esrarcı” mı nedir, ekran şişirmesi bir tarihçi var, dün gece bir kanalda “Yahu Sultan Abdülhamit’e genelev açtı diyorlar, yani çok ayıp” diyordu… Efendi Efendi, ondan önce senin toz kondurtmadığın gerici takımı bu suçlamayı Atatürk’e yapıyordu, niye bir güne gün, gıkın çıkmadı?

Bak şimdi aşağıya alıyorum, ayıbın büyüğünü oku da gör, gör neler yazdıklarını (metindeki Türkçe ve imla hatalarını aynen korudum ki bunların düzeyi iyice bilisin):

“Atatürk’ün Kurduğu Kurum ve Kuruluşlar ve Bunların Listesi;
Atatürk İşte Bunu yaptı!!
M.Kemal kadınlar kerhanelerde devlet eliyle satılsın diye kanun çıkartmıştır. (1930)
Laiklik kadını erkeğin eğlence (zevk) aracı (sekskölesi ) yapmıştır. (1928-1930)
Laiklik, çocuklarınızı suç makinesi haline dönüştüren sistemdir. (1928)
Mustafa Kemal Atatürk’ün yönergeleriyle Türkiye faiz sistemi üzerine kurulmuştur. (1924)
Atatürk’ün ilk açtığı fabrika içki fabrikasıdır.(1935)
Atatürk’ün Din Eğitimini Yasaklayan Kanunu Tevhid-i Tedrisat(1924)
O kadar İlerledikki Kerhaneler meyhaneler fuhuş zinada İçki kumar Hırsızlık namusuzlukta dinsizlik imansızlıkta Bütün İslam Ülkeleri arasında Birinci olduk .Atatürk İşte Bunu yaptı!!
Mustafa kemal olmasaydı şuan Türkiye’de alkol satan binlerce “birahane” olmazdı. , Mustafa kemal olmasaydı Türkiye’de devletin eliyle zinaya teşvik eden resmi bir “genel ev”açılmazdı. Mustafa kemal olmasaydı şuan Türkiyede ’de binlerce “faizli banka” bulunmazdı. Zaten bir hastayı uyuşturucu ve narkozla uyuttuktan sonra artık o hasta üzerinde her türlü ameliyatı yapabilirsiniz.
http://yakintarihimiz.org/ataturkun-kurdugu-kurum-ve-kuruluslar-ve-bunlarin-listesi.html"

Gördünüz mü neler etmiş, ne kötülükler etmiş şu Mustafa Kemal Atatürk? Peki ya bu kötülüklerin aynısını “Ulu Hakan Sultan Abdülhamit Han” diye andıkları, o evliya mertebesinde gördükleri kişi de yapmışsa ne yapacaklar o zaman, utanacaklar mı?

Nerdeee? Ne derler Bayburt ve Erzurum’da “İt utansa tuman geyer”…

Evet Osmanlı’daki genelev öyküsünü bir tamam verelim sonra geliriz Atatürk’ün genelev kanununa…
Osmanlı’da fuhuş hep vardı, görmezlikten gelinirdi. Ta ki 1821 yılına dek. O yıl İstanbul’da büyük bir veba salgını başlar ve halk bu salgının nedeni olarak Melek Girmez Sokağı'ndaki fuhuşu gösterir. Salgın nedeniyle sokaktaki tüm meyhane ve genelevler yıkılır. Yerine sokağın kötü şöhretini unutturmak için Hidayet Camisi yaptırılır.

Peki fuhuş ve yasadışı genelev işi biter mi? Yok canııım nerdee? Mantar gibi biter yenileri. Ve yasadışı genelevlerle baş edemeyen Osmanlı, 1884 yılında bir talimatname ile ilk resmi genelevi açar (genelev kanunu çıkarıp kadınları resmi fuhuşa sürüklemekle suçlanan Atatürk üç yaşındadır bu tarihte). Peki kim vardır o tarihte Osmanlı tahtında? II. Abdulhamit. Yani şu meşhuur Ulu Hakan Abdulhamit Han…. Bir süre sonra Galata’daki genelev sayısı 100'ü bulur. 1915'te ise 359'a ulaşır.

Osmanlı tarihçisi ve devlet adamı Cevdet Paşa'dan öğrendiğimize göre bilinen ilk genelev patroniçesi ise Langa Fatma adında bir kadındır. Genelevde çalışan kadınların 'Kartopu Şöhret', 'Gümüş gerdan Ülfet', 'Vuslat', 'Candayanmaz Zisan', 'Kaymak tabağı Servet' ve 'Ziynet' gibi lakapları varmış. Müşterileri İstanbul'da sözü geçen önemli kişilermiş: Ağalar, beyler, paşalar; Langa Fatma’nın genelevi kapısında sıra beklermiş.

Ünlü yazar Ernest Hemingway anılarında Karaköy genelevleri için ''Avrupa’daki refah döneminin en çılgın yılları bile buradaki fuhuşla yarışamaz" der.


Bu yolları bilenler, umumhanelerin nerede olduğunu gayet iyi bilirdi. İlk kez umumhaneye gidecek olanlara 'muhabbet tellâlı', 'gönül postacısı', 'dert ortağı', 'sırdaş', 'vasıta' ve 'hevenkçi' gibi sıfatlarla anılan bazı aracılar yardımcı olurdu.

Şimdi tam buraya, “Edebiyatlaşan Vergiler” adlı kitaba aldığım ve değerli yazar Selahattin Duman’ın da kitabın çıktığı 2007 yılında Sabah Gazetesindeki köşesine taşıdığı bir olayı alacağım. Bakın neler oluyormuş o İslam Devleti sandığınız Osmanlı’da:

“Osmanlı Tarihi'nde dair ilginç ve mizahi bir olayı, Ekrem Galip Yalıner kaleme almış, biz onun yalancısıyız, günahı vebali Yalıner'in boynuna diyerek aktarıyoruz: Lakin o günlerde Galata'daki muhabbet tellâlları ve mamalar arasında huzursuzluk baş göstermişti. Huzursuzluğun iki sebebi vardı. Birincisi, Varnalı Tahsin adıyla bilinen zaptiye tabur ağasının zulmüydü ki, Varnalı Tahsin hem tüm haneleri çok yüklü miktarlarda haraca kesiyor hem de pek haşin hareketlerde bulunuyordu. Kızlardan talep ettiği özel muameleler de işin cabası idi.
İkinci sebebe gelince... Haliç-Galata arasında çalışan kayıkçılara, akşam saatlerine mahsus olmak üzere hususi bir vergi konmuştu. Neticede, hava karardıktan sonra Galata cenahına geçmek pek pahalı hale gelmişti ki, bu da hanelerin hâsılatlarında düşmelere yol açıyordu.

Vaziyetten pek şikâyetçi olan muhabbet tellâlları, aralarında fikir teâtisinde bulundular ve mesele hâlledilinceye kadar greve gitme kararı aldılar. Esâsen bu bir nev'î kepenk kapatma eylemi idi ancak grev ismi daha münâsip bulunmuştu.

Muhabbet tellâllarının kararı hemen Sultan'a nakledildi. Sultan pek öfkelenmişti:  ‘Koskoca padişahla konuştuğunuz mevzuya bakın, bu ne densizliktir. Bari yarın da Dümenci Haydar Paşa'yı çağırın ki, ilk cinsi tecrübemizi mütâlaa edelim. Bre yıkılın karşımdan, meseleyi Zaptiye Nazırı Zakir Paşa'ya arzedin... Münasip olan neyse Zakir Paşa yapar.’

Hadiselerin gidişatı Zakir Paşa'ya nakledildi. Paşa, grev kelimesinin ne anlama geldiğini sordu. Anlattılar. Zakir Paşa da öfkelenmişti: ‘Bu grev dediğiniz esâsen isyandır ki, isyan edenin kellesini uçururuz. Devlet-i âli üç-beş pezevenkle pazarlık mı edecek? Zaten icra ettikleri meslek gayrı-kanûnîdir. Hemen bir zaptiye alayı gönderin, hepsinin kellesi uçurulsun, memleket de böyle bir şer yuvasından kurtulsun ki istikbâlde bizi hayırla yâdetsinler.’
Galata'ya giden yollarda başını ayak takımından bazı azgınların çektiği kalabalıklar toplanmıştı. Zaptiyelerin hanelere varmaları ne kelime, yaklaşmaları bile mümkün olmadı. Galeyana gelmiş halkla zaptiyeler arasında muhasaralar hatta müsademeler husûle geldi. Zaptiyeler bir miktar zayiat verdikleri gibi çevredeki bazı binaların da camlarının kırıldığı görüldü. Hadiselerin sebep olduğu zarar yekûnu elli bin akçeyi aşmıştı.

Bundan sonraki birkaç gün sakin geçti. Lakin grevin birinci haftasından itibaren tecâvüz ve fiilî livâta vakaları dehşet verici mertebelere doğru seyretmeye başladı. Artık hangi köşe başında nasıl bir garâbetin meydana geleceği bilinmiyor, her aralık kapıdan başıboş bir uzuv fırlayabiliyor, dehşet saçan ve birkaç kişilik kollar halinde gezen it kopuklara ‘tecavüzân takımı’ deniyordu. Zakir Paşa neticede hadiselere bizzat müdahale etmeye karar verdi. ‘Paşam, ortalık tekin değildir’ sözlerine aldırmayarak arabasını hazırlattı ve yanına birkaç zaptiye alıp Galata'ya doğru yola çıktı.

Paşa'nın Nezaret'ten ayrılmasından bir saat kadar sonraydı ki, o âlâ-yı vâlâ ile, arabalar ve zaptiyeler ile yollara düşen Paşa tek başına geri döndü. Pek hırpalanmış bir hali vardı ve bacaklarını aça aça, küçük adımlarla ancak yürüyebiliyordu.

Paşa ‘Aman Paşamız, nedir bu haliniz?’ diyenleri tersledi. ‘Şimdi vereceğim emirler tez tatbik edile!’ dedi: Varnalı Tahsin âcilen tevkif edile, kayıkçı vergisi iptal edile ve cerrahbaşı Dikişçi Kâni Paşa tez odama gele!’ Böylece, muhabbet tellâlları grevi nihâyete ermişti. Zakir Paşa, bu hadiseden sonra, bir müddet Kestâne Zakir Paşa ismiyle yâdedildi. Rivâyete göre, Paşa, kendisine niçin bu lakâbın münasip görüldüğünü soran Fransız sefirine şöyle cevap vermişti: Makriköy (Bakırköy) taraflarında babadan kalma birkaç dönüm kestaneliğimiz var da..."
 

Evet, nasıl iyi mi? Haa işte böyle, öğrenin…

Gelelim Atatürk’ün çıkardığı o “genelev kanunu” dediğiniz kanunun neden çıkarıldığına. Amaç şudur: “Fuhuşu murakabe etmek, fuhuş sebebiyle bulaşan zührevi hastalıkların yayılmasına ve bu yüzden amme nizamının bozulmasına mani olmak”

Amaç bu, o tarihte Türkiye'de frengi kaygı verici boyutlarda idi, Osmanlı’da döneminde başlayan mücadele sürdürülmeliydi. Bu mücadelenin en vazgeçilmez yanını ise fuhşun kontrol altına alınması oluşturuyordu.(1)

Kötü mü etmiş Atatürk, kötülük mü etmiş? O kötülük etmişse sizin Abdülhamit’iniz yüz mislini etmiştir bu bağlamda. Atatürk utanç verici bir kanun çıkardıysa, oy verdiğiniz uğruna ölümlere gidip geldiğiniz şu AKP, 14 yıldır neden 1 maddesini bile değiştirmedi o kanunun? Ve neden AKP, Avrupa Birliğine girebilmek uğruna zinayı suç olmaktan çıkardı?

Yazımın başındaki o iğrenç metinde, Atatürk’ün ilk şarap fabrikasını kurduğu da yazılı idi… Oysaki ilk şarap fabrikasını da -size zevkle gıcık vererek ifade ediyorum ki- “Ulu Hakan Sultan Abdülhamit Han” açmıştır. Atatürk’ün faizcilikle suçlayanlara son bir şamar daha: Sizin şu Ulu Hakan, borsada da oynarmış ha, iyi de paralar kazanmış, yatırım danışmanı ise Ermeni Agop Paşa imiş…

1) Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiyesi’nin önde gelen sağlık uzmanı Hulusi Behçet’in 1934 Üniversite açılış dersinde kendisine seçtiği konu, “Deri ve Frengi Hekimliği” idi.

Frengi hastalığı Osmanlı’da muhafazakârlığı ile bilinen iki vilayette doruk yapmıştı. Bu vilayetlerin en başta geleni Kastamonu idi. Öylesine yaygındı ki bu hastalık, mücadele için zührevi hastalık uzmanı Von During İstanbul’a getirtilmiş ve Kastamonu’daki faaliyetin başına geçirilmiştir. 10. Yüzyılın başında hastalığın yayılmasına hâlâ engel olunamamıştı. Nitekim Kasım 1903 tarihli Teftiş Heyeti’ne ait telgrafta, başkente, Kastamonu’daki frengi salgınının köylere kadar yayıldığı ve nüfusu tehdit eder derecede tahrip ettiği, merkez vilayetten Bartın’a kadar yapılan teftiş esnasında görüldüğü bildirilir.

Osmanlı’da diğer bir önemli frengi merkezi Erzurum’du. 23 Eylül 1886’da Erzurum’daki askeri hastanede bulunan hastaların yarısı frengi olduğu gibi hastalık kaza ve köylerde de yayıldığından gerekli tedbirleri almak üzere harekete geçilir.

Anadolu’da frengi hastalığı görülen diğer iller şunlardı: Sinop, Zonguldak, Tokat, İzmir, Ordu, Samsun,
Giresun ve Ankara…

19. yüzyıl sonlarında Osmanlı belgelerine yansıdığı şekliyle ‘frengi illetinin men’i’ için yöneticilerin uygulamaya koyduğu ilk tedbirler, hastane açılması, doktor tayini ve tıbbi malzeme sevkidir. Fakat çok geçmeden sadece tedavinin değil hastalıktan korunma çabalarının da ne kadar önemli olduğunun farkına vardılar. Özellikle erken Cumhuriyet döneminde fuhuşun kontrol altına alınması yanında halkın bilgilendirilmesi yönünde yoğun bir çaba ile karşılaşıyoruz. Halkın eğitilmesi konusunda Hulusi Behçet’in çabaları belki de bunun en iyi örneğidir. Ona göre, daha ilkokuldan başlayarak sırasıyla orta, lise ve öğretmen okulları ile yüksek tahsildeki gençler cinsî terbiye üzerine bilgilendirilmelidir. Mazhar Osman da Hulusi Behçet ile aynı kanaattedir: “Frengi gibi şahsa, aileye, nesle, ırka, millete zarar veren bir hastalık gençlere iyice öğretilmelidir.”

Frenginin başlıca sebebi fuhuş olarak görüldüğünden 19. yüzyılın sonlarından itibaren bir takım hukukî düzenlemelere gidilerek hastalığın önünün alınabileceği düşünülmüştür. Örneğin, 5 Şubat 1895 tarihli bir yazıda Sıhhiye Nezâreti Dâhiliye Nezâreti’ne Rusya sefaret vapurlarının tayfaları arasında frengi görüldüğü ve bunun hızla yayıldığı haberini veriyordu. Hastalık Galata’daki umumhanelerden yayılmış olabileceğinden sıkı bir teftiş ile gerekli tedbirlerin alınmasını istemektedirler.

Oysa yapılan açıklamada umumhânelerin teftişlerinin yapıldığı dolayısıyla hastalığın teftiş olmayan gizli evler ve zabıtanın bilmediği kadınlardan bulaşmış olabileceği ileri sürülür.

Yöneticiler fuhuşun devlet kontrolü altına alınmasında oldukça kararlıdırlar. Evlilik izninde kadınlar konusunda geri adım atabilmelerine, halkın hassasiyetine karşı duyarlı olmalarına rağmen umumhânelerde olan ya da gizli olarak çalışan kadınların zorunlu ve düzenli frengi kontrolünde taviz vermezler. Hatta bu kontrol 1906’da olduğu gibi artist olarak çalışan yabancı tebaa kadınlarını da kapsayabilmektedir.

Fuhuşun kontrolü Cumhuriyet yönetiminin de öncelikli hedefleri arasında yer almaktaydı. Gazetelerdeki sayısal verilerden nasıl sıkı bir denetim kurulduğunu izlemek mümkündür. Örneğin 1924 senesi zarfında zührevi hastalıklar hastanesine 2.070 kadın sevk edilmiş ve bunlardan 1.700 kadarı tedavilerini tamamlayarak hastaneden çıkmışlardır. 18 Haziran 1925’te Son Saat’te Mayıs ayı istatistikine göre de İstanbul’da muayeneye tâbi 920 kadın vardır. Muayene edilenlerden 33’ünde frengi tespit edilmiştir.
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
Ümit kaban 6 yıl önce

baştan assagi yalan

Avatar
Cevat Şen 6 yıl önce

Hocam ellerinize sağlık.Deli Kadir Mısırlı ağzıyla pisleyen o kadar münafık var ki bu ülkede.Bir de okumasını öğrenirler.Gerçi yetmez okuyup anlamak gerek.
Saygılarımla,

Avatar
Mehmet CAN 6 yıl önce

Osmanlı'ya ve Osmanlı'ya muhabbet duyanlara nasıl bir öfke ve nefret içerisindesiniz ki belgesiz mesnetsiz bir sürüşey kurgulayip Cennet Mekan Padişahlarımıza iftiralar atıyorsununuz...Bayburt ve Erzurum eminim size gereken cevabı hakkıyla verecektir...

Avatar
Meryem karataş 7 yıl önce

Lafa bakarım laf mı diye söyleyene bakarım adammı diye Türk düşmanları

Avatar
Mustafa kemal yazilitas 7 yıl önce

1884 yilinda abdulhamit değil amcası tahttaydi ..

Misafir Avatar
heee 5 yıl önce @Mustafa kemal yazilitas

II. Abdülhamid (1876 – 1909)

Beğenmedim! (0)
Avatar
osmanlı hastası 7 yıl önce

yalancııııııı abdulhamıte borsa oynar dıorsun

Avatar
Ergün özgünç 6 yıl önce

Beyefendi. Konunun sizin anlattığınız gibi olduğuna dair resmi belge yada nereden alıntı yatınız söylerseniz kişisel olarak bende okurum.

Avatar
Dıriliş 6 yıl önce

Abdulhamit e iftira atanlar şimdide Reisimiz başkanimiz RECEP TAYYIP ERDOGAN AKPARTİ ve osmanli torunlarına şerefsizce saldirmaktalar.izmirden yunani denize döktugümuzu saniyorduk