Udî Nevres Bey, Darülelhân’da -deyim yerindeyse- doya doya çalışmıştı. Osman Pehlivan çalmış, söylemiş, o da, durmadan nota yazmış, sabahtan başlayan çalışma, ikindiye kadar sürmüştü.

Yemeyi, içmeyi unutmuşlardı. Nevres Bey için pek mesele yoktu. Ammâ öbür usta, ismiyle müsemma pehlivandı. Tanburasına olan hakimiyeti, güreş ustalığından ne fazla, ne de eksikti. Şimdi de acıkmıştı. Dişini bir müddet sıktı ama, hayır!..

Üstâdım hayli vakit oldu. Biraz ara verelim mi?
-Olur pehlivan. Vakit ilerledi.

Biri sevgili udunu, öbürü yâreni tanburasını torbaladılar. Osman Pehlivan'ın bir de zembili vardı. Nevres Bey bu zembilin içindekini biliyordu. Hafifçe gülümsedi. Osman Pehlivan:

-Üstâdım neye güldün?
-Hiç, zembiline.

-Ne olmuş zembilime?
-Daha çok içindekine taaccüp ediyorum.

-Üstâdım bunda ne var? Ben pehlivanım. Kisbetsiz dolaşamam.
-Benim de şaştığım bu!. Ne kadar hassas, içli olduğunu bilirim. Sen olmasaydın Rumeli havalarını kaybederdik. Hem güzel, hem de, en doğrusunu senin sayende kâğıda döküyoruz.

-Sağolun Nevres Bey, siz olmasaydınız bu ecdâd yadigârları ile kim ilgilenecekti ki...

-Gelelim kisbet zembiline. Beni şaşırtan, güç-kuvvet işi isteyen bir meslek pehlivanlık. Musıkî ise işte benim gibi yalnız gönlü ile yaşayanların işi. Ama sen iki yaşama biçimini bir bedende birleştirmişsin. Hayretim ondan.
-Bunda şaşılacak bir şey yok. Nevres Bey üstâdım. Bizim Köroğlumuz en güzel misal. Sazı sırtında, sadağının yanında, kılıcı belinde. Sürekli kavga içinde olan kişinin, saz çalıp şiir okuması aynı şey
değil mi?'

-Haklısın. Gâzi Giray Han, hem şair, hem bestekâr. III. Selim Han öyle. Yavuz Sultan Selim gibi en celalli Padişahımız: “Beni bir gözleri ahuya zebûn etti felek” diyor. A sultânım, emriniz dağa taşa, kurda kuşa, cihana geçerdi. Ne kadar “gözleri âhû " varsa dünyada: size kul köle olurdu. Felek sizi nasıl zebun edebilir? O nice “gözleri âhû”dur?...


Sustular.

Dârülelhan’dan çıktılar. Yakındaki muhallebiciye girdiler. Az sonra kulplu sahanlara kırılmış, mis gibi Akçaabat tereyağı kokan yumurtaları geldi. Arpa şehriyeli pilâv. Toprak kaplar içinde, üstleri sarı yağ zarıyla kaplı Silivri yoğurdu... Karnı zil çalan insan yemek yiyince keyiflenir. Onlar da öyle idiler. Muhallebilerini de bitirdiler. Garson:

- Kahveniz nasıl olsun efendim? dedi.
- Biri orta, biri şekerli.

Osman Pehlivan kuşağından tabakasını, çakşırından ağızlığını ve fitilli çakmağını çıkardı. Sarı salkım kıyıl¬mış İzmir tütününü, Ay-yıldızlı arma basılı, reji kâğıt destesinden ayırdığı bir kâğıda sardı. Kehribar ağızlığına taktı. Çakmak taşına çelik parçasını vurdu. Çıkan kıvılcımlarla fitili tutuşturdu. Fitildeki közle, sigarasını yaktı. Derin derin nefesler çekti.

İki dost muhallebiciden çıktılar. Köprüye kadar konuşa konuşa yürüdüler. Osman Pehlivan Eminönü’ne, Nevres Bey Kadıköy iskelesine doğru. Gemi yolcu alıyordu. Nevres Bey, udunu sakına sakına yürüdü. Arka kısımda boş bir yer buldu. Udunu yanına yerleştirdi. Gazeteci çocuktan bir “Akşam” aldı. Okumaya başladı. Sayfanın altında, Şâire İhsan Raif Hanım’ın vefatını bildiren haber yer alıyordu. Dikkatle okudu. Sonra, kelimelerin ruhunda uyandırdığı karmakarışık duyguları sıra ile hissetti, bir hüzün dalgası, benliğinde dolaşmaya başladı. İmparatorluk zamanının güçlü paşalarından birinin kızı, çok iyi yetişmiş, piyano bilen, yabancı dil konuşabilen hassas bir şâire, bir yazar eşi, bestekâr, dahası: Rıza Tevfık Bey’in şiir dünyasının serv-i revânı İhsan Raif Hanım! İnsanın inanası gelmiyor. Nevres Bey eve geldiğinde akşam olmak üzere idi. Güneş, adaların arkasından gittikçe kızararak, dağların ardına çekiliyordu. Kederin verdiği ürpertilerle Hâşim’in mısralarını mırıldandı:

“Akşam, yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam!”

Sonra sevgili udunu, kılıfından çıkardı. Sinesine bastırdı. Pencereden, güneşin gittikçe azalışını seyr ede ede, irticalen çalmaya koyuldu. Uzun, zarif, duygulu bir taksim yaptı. Sonra hafif sesle bir şarkı söylemeye başladı:

“Gurûb etti güneş dünya karardı
Gül-i bâğ-ı emel soldu sarardı
Felek de böyle mâtemler arardı
Gül-i bâğ-ı emel soldu sarardı.

Nevres Bey, şarkıyı söylerken sesini ölie ayarlıyordu ki, udunun tellerinden çıkan seslerden ayırdedilemezdi. Mızrabı, parmakları, sesi bütünleşmiş, ses telleri saza dönüşmüştü, sanki. Yahut saz, bünye ile bütünleşmiş, insan olmuştu. Nevres Bey o anda saz çalıp, şarkı söylemiyordu. Kuvvetli bir bestekârın iç dünyasını dışa vuruyor, bir yaşama biçimini ortaya çıkarıyordu. Nitekim birden musıkîyi kesti.

Kitaplıktan bir kitap aldı. Aceleyle sayfaları karıştırdı. Bir âdeti vardı. Şiir kitabı okurken, beğendiği şiirlerin sayfa numaralarını yuvarlak içine alırdı. Mısraları da bir zait, iki zait, üç zait işaretleriyle belirtir-di. Nitekim aradığı İhsan Raif Hanım'ın, “Gözyaşları” kitabından “Gel Gidelim” başlıklı şiiri bulmuştu.

GEL GİDELİM

Gün kavuştu, su karardı, beni  üzme güzelim,
Boynun bükük düşünme gel, ver elini gidelim!
Kara gümrah kirpiklerin kaldır, gözün göreyim.
Ver elini bak aşkıma işte şâhit yüreğim,

Benim için her bir sözün kıymetlidir inciden.
Gözyaşların akıtma gel, odur gönlüm inciden.
Çiçeklerden taç öreyim, küçük güzel başına;
Tel takılmış altın gibi parıldayan saçına.

Yaseminle hanımeli olur gelin askısı;
O kabarmış sînecigin, başım olur baskısı;
Rüzgâr okşar başımızı, güller, bizi mest eder;
Bülbül şakır, su şanldar, neş’e gelir, gam gider.

Bulutların arasından ışık verir ay bize;
Yemin edip aşkımıza bakışırız göz göze.
Ormanlıkta gönlümüzü bir birine bağlarız;
Saadetin kemâline doya doya ağlarız.

Aşk kâfidir ver elini düşünme gel gidelim.
İ.R. Yeniköy

Nevres Bey, ruhunda büyük bir kaynaşma hissetti. Gazetedeki haberin verdiği hüzün, şiirin mısralarının çağrıştırdığı hasret. Güneşin artık nokta kadar kalan, ama ufku renklere boyayan görünüşü... Hacı Arif Bey’in şarkısı... Sînesinde çırpınan udu. Tellerde ses salkımları dokuyan mızrabı, ruhun bütün çırpınışlarını, ürperişlerini tellerde mânâlandırmaya çabalayan parmakların yüzlerce binlerce hareketi... İşte bunlar, bir araya gelince, ortaya “gemiler geçen ummanlarda da” çalınan, söylenen besteler çıkar. Nitekim Nevres Bey de, Muhayyer şarkısını çaldı söyledi. Yazdı söyledi, odada biraz dolaştı, gezdi, bir kahve içti yine şarkısına koştu. Bir ara sedirde uzanıp dinlenmeyi denedi. Çok uzun üç-beş saniye!.. Hemen fırladı. Uduna sarıldı. Muhayyer muhayyer inledi, coştu, taştı... Tesadüfler o kadar bir araya gelmişti ki... Kavuşan güneş karşısındaydı. Şiir bu mevzua aitti. Şairi bugün bilinmez dünyaya göçmüştü. Bunu tarif etmek, anlatmak, hissetmek, hissettirmek de, yüreklerin en incesine, sanatkârlığın zirvesine, ustalığın çok az rast gelinenine düşmüştü. Bu şahane derdin ifadesi ne yamandır. Gönülden taşıp eser haline gelmesine dayanmak, sanırız dağların bile çekemeyeceği, ortadan ikiye ayrılacağı dertlerdendir. Ammâ ki koca Udi-Bestekârımızın talihine şu demlerde “bu siyah sitare düşmüştü”.
 
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.