Sarı Bayburt'un yollarında...

Yazdan arta kalan son sarılıkları sunuyor çorak topraklar bize. Ağaçların sararmış yaprakları, sarının her tonu sergileniyor.

Sarı Bayburt'un yollarında...
Yazdan arta kalan son sarılıkları sunuyor çorak topraklar bize. Ağaçların sararmış yaprakları, sarının her tonu sergileniyor. Bazısı dökülüyor, bazısı inat ediyor dökülmemek için ve bir rüzgar kafi geliyor bu inatlaşmaya son vermeye.. Sonrası mı? Aksunk Hanları yakınından Çoruh boyunca uzanan yolculuk başlıyor...

Sinem Ayaz - Bayburt Postası

Çoruh'un ahenkle ettiği dansı düşünüyoruz. Adı nedir acaba? Veysel Barı mı, Sallanma mı, Sarhoş Barı mı, Tiliko mu? Kıvrılan, dalgalanan ve hızlıca akan bu nehir ne anlatıyor bizlere, nasıl anlayacağız dilini? Çoruh, ruhunu her dönem yansıtıyor bizlere. Sürekli yarım ay şeklinde kıvrımlarla, bar oynayarak akıp gidiyor önümüzden. Eskilerde güzelliğiyle, hoşnutluğuyla, coşkusuyla.. Peki ya şimdi? Belki biraz kırgın, biraz öfkeli, belki de hüzünlü!



Turgut Akaslan'ın yazılarında bahsettiği kavak ve söğüt ağaçları geliyor aklımıza. Akaslan:

"Kavak ve söğüt! Bayburt'un kol kola gezen iki sembolü, her yerde sıkça görebileceğimiz iki ezeli arkadaş, ebede yürüyorlar umutla!"

Cui Ruh (Ruh Irmağı) kıyılarında, kavak ve söğüt ağaçlarını arıyor gözlerimiz. Şaşırtıcı ama bulamıyoruz. Cumhuriyet Caddesi'nde olduğu gibi Çoruh kıyısında da ebede yürüyememişler...

Çoruh Nehri, kollarını açmış, hem şehri hem de gelenleri kucaklıyor, bizi kucakladığı gibi. Bayburt'a dair bütün hikaye Çoruh Nehri'nin kıyısında sürüp giden yolculukla başlar demiştik. Gene hummalı bir çalışma var. Bu son olur inşallah diyerek Çoruh'un yorgunluğunu dile getiriyoruz. Bayburt'a iskelet olan suya ruh olmaya çabalıyoruz.. Adeta süslenmiş bir gelin edasıyla salınıyor Bayburt'ta. Belki de Zakir Peksert de bu sevdadan yazmıştır ‘Ey Gül Dalı’ türküsünü.

"Ey gül dalı gül dalı
Oldum sana sevdalı
Gördüğüm günden beri
Sinem aşkınla dağlı

Saçları senden
Saç bağı benden
Var git ey güzel
Küsmüşem senden..."

Adımlarımızı git gide boşalan sokaklara çeviriyoruz. Mahallelerde oyunlar oynayan, bağırışlarıyla sokaklara yaşanmışlık katan çocuk sayısındaki azlık hatta yokluk çok belirgin göze çapıyor. Sokaklarda çocuk sesleri, kahkahaları yankılanmıyor. Tekrar yürümeye devam ediyoruz başı boş sokaklarımızda. Bayburt taşından yapılmış tek katlı iki katlı evlerimizin olduğu sokaklara dalıyor yüreğimiz. Gözlerimiz o sokakları arıyor. Sonuç mu? Burada da hüsran, evler yıkılmamak için direniyor. Direniyor dediklerimin döşemeleri düşmüş sadece karkası, duvarları kalmış. Kaybolan yıkılan evler mi, yaşanmışlıklarımız mı?

Ruhumuza iyi gelen, ruhumuzu dinlendiren topraklara kulak veriyoruz. Güneş doğuyor Bayburt'u dört bir taraftan saran dağlara.. Çoruh'un ciddiyetle oynadığı barı gün yüzüne çıkarıyor.

Bu manzarayı izlemek için kahvaltımızı kalede yapmaya karar veriyoruz. "Gala"ya mutluluktan yüreğimiz kelebek misali çıktık. Bayburt bizim için avuç içinde duran bir kelebek. En tepeye çıkıp avuçlarımızın arasına alıyoruz bizi biz yapan toprakları. Çoruh'u, At Gayası, Atatürk İlkokulu, "Hökümet" Konağı, "Saathana" Köprüsü, Cemiyet Köprüsü, Belediye Köprüsü, Taş Köprü, Hasan Dağı ,"Hiç bir yer kalmamış gibi Çoruh'un nefes almasına izin vermeyerek yaptığımız mükemmel yapılarımızı(!)"... (Konu açılmışken aklımıza geliyor övündüğümüz Çoruh Nehri üzerindeki köprüler.. Çelik kullanılarak sadece işlevsellik adına yapılan estetiğe dair hiç bir ibare olmayan Erzincan Köprüsü'ne gözümüz kayıyor. Tıpkı Yeni Şehir Parkı'ndaki çelik köprü(!) gibi, diğer betonarme köprüler, paspayı dökülerek donatıları ortaya çıkmış ama önemli mi? Hâlâ insan ve araçlar üzerinden geçebiliyor.)

Elimizde termos, "tırnaklı", kerti lor, tereyağı ile kalede tırmanmamız surların üzerinde bağdaş kurarak Bayburt manzarası ile yaptığımız kahvaltı ile sonlanıyor. Sessizliğe hafif esen rüzgar ve arılar eşlik ederken bir okulun zili bozuyor. Çocuklarımızın okul bahçesinde koşturmalarını keyif içerisinde uzaktan izliyoruz. Kendimizi emanet edeceğimiz nesiller, geleceğimiz...

Ayaklarımızı surlardan sarkıtarak, ruhumuzun derinliklerinden güzel topraklarımızdaki huzura sesleniyoruz. Şair Zihni'den 3 kıta geliyor hatırımıza,

Bâd-ı sabâ selâm söyle o yâra 
Ya gelsin ya gidek o diyara biz 
Kâtip, arzıhâlim yaz ki canana 
Ayrılalı düştük ah ü zâra biz 

Kâtip, arzıhâlim arşa dayandı 
Can gurbette hasret nârına yandı 
Herkes sevdiğinden doydu, usandı 
Neden kaldık böyle bahtı kara biz 

Namem hem okusun hem yâr ağlasın 
Aşk oduna düşsün nâçar ağlasın 
Sînesini dövsün her bâr ağlasın 
Desin ki zulmettik Zihnî'zâra biz

Bu şiiri uzaktan ayakta kalmayı başarmış olan eski konaklara, evlere doğru okuyoruz. Belki de bu evlerde yaşayan bir güzele yazılmıştır diyerek. Eskiden Bayburt taşı ile mimarinin naifliğini ortaya çıkaran evlerden kara gözlü, kara saçlı nadiren de olsa renkli gözlü ve kumral güzeller bakarmış. Şimdilerde ruhumuzun bam teline dokunan o evlerin yerinde yeller esiyor... Elimizden kayıp giden çocukluğumuz; gençliğimiz mi, kültürümüz mü yoksa hepsi mi? Kaçımız gösterebiliyoruz çocukluğumuzdaki ata, baba evini? Oysa ki kültür devamlılıktır.

Ait olduğumuz topraklar ile ruhumuzu "harmutlama" zamanının geldiğini fark ederek köy yollarında alıyoruz soluğu.

Bayburt'ta keyifli kışın ve yazın sonrasında sonbahar mı? Onun da yeri bir ayrı dedirtecek kadar keyif alabilir miyiz soruları beliriyor zihnimizde?

Gezimizin ilk gününde sonbaharı, sonraki günlerde ise yaz mevsimini yaşıyoruz. Ekinleri biçilmiş tarlaların sarı tonları, köstebek yuvalarının yüzeye çıkan toprakları tamamlıyor. Bize bu manzara, usta bir ressamın elinden çıkmış bir tuali andırıyor. Noksansız bir çalışma...

Aşağı Kırzı'ya gitmek için yanlışlıkla önce Uğrak (Varzahan) Köyü’ne sonrasında Yukarı Kırzı Köyü’ne uğruyoruz. Uğrak (Varzahan) Köyü’nde Arşak denilen Paşa zulüm öncüsünün üç katlı evi karşılıyor bizleri. Kapının önündeki ağaçlar -yaşanan zulümlere şahitlik ettiğinden dolayı- sessizliğe bürünmüş. Ahşap bahçe kapısı -maziyi hatırlamamak için- kilitli. Bu köydeki evler yaşanmışlıklardan çok iz taşıyor.

Varzahan'da ben buradayım diyen, gelip geçenlere hüzünle bakan bir konak ilişiyor gözümüze. İki normal katı ve bir çatı katı bulunan taş. Ön cephesinde ahşaptan yapılmış kepenkli pencereleri, bir balkonu ve cumbası bulunuyor. Ahşap karkasın içerisi, taşlar ile estetik bir görüntü oluşturmuş. Yan cephesinde ise iki cam ve üzeri yarım daire şeklinde olan bir kapı mevcut. Bu köyde bir tane de kilise kalıntısı buluyor. Şu an yapı yarı harabe haliyde atıl durumdadır.

Taşocağı (Ergi) Köyü’ndeki şirin okulun yakınında çocuk bahçesinin yanı sıra şimdiye kadar köylerde rastlamadığımız büyüklük ve güzellikte bir basketbol sahası ile karşılaşmak bizleri şaşırttı. Kavak ve söğüdün dostluğuna misafirler eklenmiş. Kargalar masmavi ve soğuk gökyüzüne sahip olan köyün sonbaharının son demlerinin keyfini çıkarıyorlar.

Doğru adres Aşağı Kırzı Köyü. Hayata mutlu bakışlı yavrularımızın köyü olarak hafızamıza yer ediyor. Hangi çocuğun suratında masumiyet yok ki? Minicik, şirin köy okulunda 3. ve 4. sınıf öğrencileri ortak eğitim alıyor. Köyde hummalı bir çalışma süreci var. Ağaç budama mevsiminden dolayı ağaçların büyük kısmı budanmış bazıları ise büyük olasılıkla satılmak için kesilmiş. Ay yüzlü yavrularımıza el sallayarak ayrılıyoruz.

Son baharın ilk yağmurları olsa gerek yağan. İlk olarak bulutlardan boşluğa bırakıyor kendini, esen rüzgar ile de savruluyor. Bu savruluşta yağmura yön veren, bazen Soğanlı Dağı'ndan bazen Aslan Dağı'ndan bazense Kop Dağı'ndan esen rüzgarlar oluyor. Belki bir kuşburnuya, belki bacası tütmeyen bir viraneye, belki de bir yetim yüzüne düşüyor. Hasretini çektiğimiz topraklarla buluşup, berekete dönüşüyor.

***

Gondolot (Dağçatı) Köyü'nde yağan yağmur sonrası keskin toprak kokusuyla içimize çektik memleket hasretini. Şifa kaynağı olan kuşburnuların dikenlerini elimize batırmış olsak da bir kaç avuç topladık.

Avuçlarımızın arasına doluyor "acı su". Hafif gazı kaçmış soda tadında şifa olduğu söylenen su. Gondolot'u bir yamaçtan izlemek için sırtımızı döndüğümüz Akkaya'ya bu sefer yüzümüzü dönüyoruz. En büyük hayalimiz olan Akkaya'ya tırmanışımızı bu sefer de yapamıyoruz. Belki de bundan dolayıdır ki sis almış tepesi göstermiyor çehresini. Yüz görümlüğü olarak ağaç istiyor bizlerden. Ağaçlar, bahar geldiğinde yemyeşil açacak, kış gelip kar yağdığında bembeyaz olacak. İnanıyoruz ruhumuza yön veren Bayburtlu kanına. Bir gün Bismillah diyeceğimize. Soğukta daha fazla dışarıda duramadığımızdan dolayı bir büyüğümüzün evine misafir oluyoruz. Sonrasında büyük çekişmelerin yaşandığı komşu köy Söfker'e (Güneydere) gitmek için çıkıyoruz yola.

Söfker’de geziniyoruz. Sene 1945'ler olsa gerek. Söfker'in becerikli, çalışkan, otoriter tam tabiriyle has bir Bayburt kadını vefat ettiğinde Yahya Dayı ağlayarak "Ruhugülüm sen öleceğine bizim dört evimiz öleydi" ağıtları yakarak ağlamıştı. Yahya Dayı çok iyi biliyordu ki evleri çekip çeviren Ruhugül’dü. Büyüklerden dinlediğimiz bu yaşanmışlıklar Söfker ziyaretimizde beynimizde ilk canlanan sahneler oluyor. Sonrasında ‘Armut Düzü’nden ‘Şırşıra’ doğru bakarken Cemile Teyze’yi görüyoruz. Yine telaşlı, topallaya topallaya koşarak aşağı doğru iniyor yanımızdan. Şemsettin Dede sesleniyor arkasından.. Bu sesleniş kulaklarımıza çalınıyor; 

"Gızzz, Cemilee, Cemilee niye ele yürirsen?"
Cemile Teyze: "Ayahlarim acir baba!"
"Niye? Çaruhların nerede?"
Cemile Teyze: "Goynuma goydum!"

Bu cümle aslında özetliyor nereden geldiğimizi. Yokluğun, yoksulluğun yaşamımıza nasıl yansıdığını. Güç bela edindiği bir çift çarığı giymeye kıymayan nesillerin evlatlarıyız.

Ortak kültürün ortaya koyduğu ortak duygular. Şükretmek, kanaat etmek buna bağlı olarak istatistiklerde görülen mutluluk... Bu toprakların her zaman söylenen türküsüdür kimbilir.

Köyden bu düşünceler ile ayrılırken hüzün kaplıyor içimizi... 

***
Karanlık bir başka güzelleştiriyor şehrin çehresini. Bakışlarımızı gökyüzüne çeviriyoruz. Yıldızların oluşturduğu huzurlu kümeye dahil olalım. Kop Şehitliği’ne yakın tepede buz gibi akan bir çeşmede her defasında olduğu gibi gene duruyoruz ve topraklarımızın suyunu içiyoruz. Çeşmeden akan yüreklerimizin hasreti midir yoksa sılanın özlemi midir? Hayır hayır belki de akan su Kop Müdafaa'sı sırasında canlarını vermiş yiğitlerimizi ve geride kalanlarının yürek sızılarını hafifletmek için yer yüzüne çıkan Ab-ı hayattır. Ve belki de bundandır ‘haram edişi’ uykuyu.. Şair diyor ya:

“Kop Dağı’nda akar bir çeşme var,
Serçe parmak kalınlığında suyu 
Gece gündüz haram etmiş uykuyu 
Akar da akar...”

Erken saatlerde, Sancaktepe (Keleverek) Köyü'nde kırmızı kurdele kesmeden de açılabileceğini düşündüğümüz Sanat Atölyesi’ni merakla görmek için yola koyulduk. Yavrularımızın mutluluğuna şahit olmak tarif edilemeyen bir duygu oluşturuyor içimizde. O gözlerdeki utangaçlık, mutluluk, terbiye (korkudan dolayı saygı değil sevgiden gelen bir saygı), "ben de varım" dercesine bakışları nasıl anlatılabilir?Yüreklerdeki duygular kelimelere ne kadar dökülebilir?

Gözlerine baktığınızda kelimelere gerek duymadığımız evlatlarımızla vakit geçiriyoruz. Emeklerin ve fedakarlığın en büyüğünü sarf eden Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü mezunu aynı zamanda Atatürk Üniversitesi yüksek lisans öğrencisi dostumuz Hüseyin İlhan'a ve ailesine nasıl teşekkür etmek gerekir, bilemiyoruz.

2 sene önce Sancaktepe Köy'ündeki camiyi merak edip ziyarete gittiğimizde pek güzel anılara sahip olamamıştım. Kendi ibadethanem olan camiye girmek için izin almam gerektiğini duyduğumda şaşırmış ve hafızamdaki anı defterimin köşesine yazmıştım bu münakaşayı. Köydeki çocuklar bir kaç sene sonra olumsuz bakış açımızı değiştirdi. Hem de bir gülümsemeleriyle. Rumeysa, Arda, Yağmur, Berat, Nisa, Taha, Zeliha, Emirhan, Rabia, Muhammet,Sıla, Serkan, Ravza, Ahmet yavrularımızın hepsine kucak dolusu sevgi yolluyoruz.

Bir önceki gezimizde olduğu gibi dostumuz Hüseyin İlhan kılavuzluğumuzu yapıyor. Bu sefer ki rotamız Mağara (Yeniköy) Köyü ve köye 5 kilometre uzaklıktaki komple boşaltılmış mezrası.

Hayatımızdaki ilklerden birini gördüğümüz keklik sürüsü ve kartalla karşılaşıyoruz. Bu tatlı hayvanları (keklik), fotoğraflarını çekmek için yaptığımız ilk harekette ürkütmüş olmalıydık ki, fırsatı kaçırıyoruz. Bir kaç kilometre ilerisinde ise kendini yüksek bir noktadaki ağacın tepesinde dinlenmeye bırakan kartalın kocaman kanat açarak uçmasına şahit oluyoruz. Yüzlerde şaşkınlık ifadeleri..

Bir terk edilmişlik türküsü çalınıyor Mağara Köyü'nün mezrasında. Bu bölge, ulaşım ve iklim sorunlarından dolayı boşaltılmış. İnsanlar şu anki köye taşınmışlar. 1980'lerin sonunda boşaltılan evlerin sadece duvarları ve merdivenleri duruyor. Kuşburnular esen rüzgarla adeta yalnızlık dansı ediyor. Şu anda kuş uçmaz, kervan geçmez olan bu bölge, kim bilir eskilerde ne kadar kalabalıktır.

Uzaktaki tepede gözüken betondan yapılan 6 mezarı merak ettiğimiz için çıkıp bakıyoruz. Kurumaya yüz tutmuş bir bataklığın çevresinden dolaşıyoruz. "Kaygusuz" ailesinin 1970'lerde vefat eden büyüklerinin kabristanı olduğunu ve mezar sayısının bir kaç tane daha fazlasını görüyoruz. Uzaktaki karlı dağların zirvesine bakan tepenin rüzgar ile gelen hasret türküsü hiç biteceğe benzemiyor. Aidiyet nereye bilinmez. Toprak üzeri mi, toprak altı mı?

Semaverimizi yaktığımız yerin yakınında hayvanlar ve insanlar için bir çeşme bulunuyor. Ne yazık ki insanımız hayvanlar kadar temiz olmayı öğrenememiş. Bazı maganda insanımız yedikleri hayvanın yenmeyecek tüm kısımlarını bir kenara koymaktan bile aciz. Poşete koyun alın götürün demiyorum, kenara koymak sadece. Bazıları ise içtikleri teneke şişelerini kuşburnu çalılarının kenarlarına koyunca kendiliğinden yok olacağını düşünüyor. Sonrasında gelen insanın ve hayvanın o çeşmeyi bir önceki kişiden kalan pislik içinde kullanması normal geliyor birilerine.

Bunları düşünmek ve görmek istemeyerek semaverimiz için su alıyoruz çeşmeden. Dostlarımızla olan soframıza arılar misafir oluyor. Keyifle içiliyor çaylar. Çayın keyfi, dostların sohbetinden midir, semaverin tadından mıdır bilmiyorum.

Mağara Köyü'nde Bayburt'un bir çok köyüne nazaran daha sıcak ve güler yüzle karşılanıyoruz. Mutlu oluyoruz. Köyün merkezinde tek odaya sahip Kırklar Cemevi bulunuyor. Kırman tavan örneğine sahip yapının duvarlar hariç geneli ahşap. Cemevinin altında ismi Ak Çeşme olarak yazılan aynı anda iki borudan akan buz gibi suya elimizi anca 5 saniye sokabiliyoruz... Akan su, köyün içerisinden geçen dereye dökülüyor. Yerleşimin ve evlerin geneli derenin çeşme olan kısmında.

Bayburt'ta alışık olmadığımız görüntülere şahit oluyoruz. Erkekler, kuşburnu ayıklayan eşlerine, bayanlara yardım ediyorlar. Köy ziyaretimizi yarılamışken uzaktan çıngırak sesleri duyuluyor. Sürünün evlerine dönüş zamanı gelmiş. Tan kızıllığı ile vuruyor köye dönen sürüye. Sürünün bir kısmı evinin yoluna düşerken bir kısmı ise su içmeye devam ediyor. Hayvanlar bile baharın son günlerinin farkında ve bundan dolayı özgürlüklerini hoyratça kullanıyorlar. Sürünün kalabalığından köyde yaşayanların sayısının fazla olduğunu düşünüyoruz.

Köy çıkışında bulunan mezarlıktaki mezar taşları üzerindeki figürler ilgimizi çekiyor. Tarak, çorba kazanı, silah vs.. Kafamızda gene yanıtlanmayı bekleyen sorular oluşuyor. Bir gün batımını daha geride bırakıyoruz...

Ertesi gün Demirözü ziyaretlerimiz öncesinde Demirözü Barajı'na uğramayı düşünerek yola koyulduk. Baraja şaşkınlık içerisinde bakarken bulduk kendimizi. Bu kadar büyük su tutulan alanın olduğunu düşünmediğimiz için şaşırmış olsak gerek.

Düşünün denizi olmayan şehirde tekne var. Hem de balıkçılık yapılan bir tesis kurulmuş. İnsanlar kıyıdan tekneye biniyor baraj sularının sakinliğini yararak ilerliyor. Bu bölge görülmeye değecek güzellikte eşsiz bir manzara. Bu manzaranın izleneceği tepeler bize rüzgarın eksik olmadığı izlenimini verdi.

Şehrin diğer bir ucunda meşe ormanları bulunan Rumeli (Heybetepe) Köyü'nde bir büyüğümüze misafir ediliyoruz. Büyük ve küçük baş hayvancılığın dışında arıcılığın da yapıldığı köyde arılarla haşır neşir oluyoruz. Mucizevi varlık olan arıların kovandaki hareketlerini, beyaz arı tulumunun içerisinde -bizim için adrenalin dolu dakikalarla- izliyoruz. Kraliçe arıları kovanlarda arıyoruz. Arıcılık ve arılarla alakalı tüyoları da alarak kapatıyoruz kovanların ağızlarını. Arıların mükemmel döngüsüne şaşırıyoruz. Arı uğultuları içerisinde geziniyoruz. Küçük dostlarımızı sakinleştirmek için en son dumanlayarak dostlarımızın egemen olduğu bölgeyi terk ediyoruz.

Yorgunluğumuzu, eski taş evin hemen bitişiğindeki üstü ve iki kenarı kapalı büyük balkona benzer alanda yediğimiz yemek ile atıyoruz. Havasından mıdır suyunda mıdır bilinmez doymuyoruz. Köyü gören tepelerden fotoğraflar çekiyoruz. Ormanlık alan olmasından dolayı yırtıcı hayvan çıkabilir korkusu ile tedirgin geziyoruz. (Tedirgin olmamızın nedeni öncesinde öğrendiğimiz "bu alanın ayıların ailecek gezi alanı" olmasından dolayıdır.) Güneş batıyor Rumeli'nde. Üşüyerek geldiğimiz evde sobanın kenarına yaklaşarak ateşin sobadaki hareketini izliyoruz. Sobadaki yarıya kesilmiş patateslerin kokusu sarıyor odayı. Şükrederek oturuyoruz "yatsılık" yemeye.

Dönüş zamanı yaklaşıyor. Ayaklarımızı gelişimizin aksine sürüyerek götürüyoruz.

Özgürlüğe kavuşan ruhun tekrardan kalabalık, karışık bir kutuya konma vakti yaklaşıyor. Gidiş mi buruk, biz mi duygusal bilinmez..

Dönüşümüzde, Erzurum yolu üzerinde Kop Köy'ünde güneş nasıl mı batıyor? Önde beyaz bir inek arkasından 15, 20 inek, danadan oluşan sürü ve en arkadan ise çoban sıra halinde ilerliyorlar. Dağlara vuran güneşin son ışıklarını kızıl bir tonla dağları, tepeleri kızıla boyadığına şahit oluyoruz. Son ışık süzmesini dağlar tepeler, seyrek sıklıktaki ağaçlar alıyor. Uzaklarda toplanmamış kuşburnuların kırmızılığı belirginleşiyor. Bayburt'tan Erzurum'a giden bir tur firmasının dolmuş misali ayakta ve tıklım tıklım dolu oluşunu anımsayacağımızı da notlarımıza ekliyoruz.

Dağların tepelerinden kıvrılarak giden yollarda yüreğimizi buruk şekilde bırakarak gittiğimizi anı defterimizin son notları olarak düşüyoruz..

"Eyy gönlümüzü yok olmuşluklar içinde yeşerttiğimiz umutlara kapı açan çorak topraklar! Sizi de yeşil, ağaçlık görebilecek miyiz? İnsanlar kültürü ile yoğrulduğu topraklarda umutla bakabilecek mi yeni doğan güneşe?"

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
Üsame DURMUŞ 7 yıl önce

Çoruh Bayburt'u yapısal olarak ikiye ayırsa da gönülleri etrafında bir çay bahcesinde birleştiriyor.Fakat gönüllerde son yıllarda bir hastalık var Çoruhun akarken yıkayamadığı.Bu hastalık şehirlerden,şehir havası alıp üç beş günlüğüne yada bir iki haftalığına tatil için Bayburt'a gelen gurbetci Bayburtluların ciğerine sinmiş verem gibi bulaşıcı bir hastalık.Bu hastalık malesef çok çabuk yayıldı ve tedavi edilemezse bir Bayburt bir Bayburt kültürü kalmayacak.Bu hastalığın adı bencillik ve dünyaya tamah.Eskiden karşılıksız vermenin,komşu hakkı gözetmenin,beraber yiyip beraber içmenin,ayrı gayrı olmamanın,komşuluğun keyfini süren bir şehir,şimdi yalnızlaşmanın,herşeye bir karşılık beklemenin,hasetin,gıybetin,kalpleri karartan,psikolojik olarak tüketen hastalıklarla nefes almaya çalışıyor.Yıkılan yalnız binalar mı insanlık mı sorusu akıllara geliyor.Soğuk bir kıştan sıcak bir yaza iyileşerek çıkarsın inşAllah Bayburt.