Hasankeyf; kadim kente veda

Onlarca uygarlığın yüz sürdüğü, sayısız mağarası, kalesi, dillere destan köprüsü, tarihi ve kültürel dokusu, doğal güzelliği, yaşamı ve daha gün yüzüne çıkmamış olanca sırrı ile Hasankeyf; sulara gömülecek…

Hasankeyf; kadim kente veda

Dicle’nin ışığında aydınlanan eski bir yerleşme; Mezopotamya’nın başlangıç noktası; doğu ile batının buluştuğu kavşak; Ortaçağın en şaaşalı alışveriş ve kültür merkezi. Ve onlarca uygarlığın yüz sürdüğü, sayısız mağarası, kalesi, dillere destan köprüsü, tarihi ve kültürel dokusu, doğal güzelliği, yaşamı ve daha gün yüzüne çıkmamış olanca sırrı ile Hasankeyf; sulara gömülecek…

Gece yüzünü döner dönmez, daha tan yerlerinin serinliği yitmeden, içine kekik, envai çeşit çiçek, ot, toprak, içine dağların, köylerin, insanların kokusu karışmış rüzgâr; bir yanımız, yeşilin, sarının, yer yer başka renklerin olanca tonuna bürünmüş Mezopotamya’nın engin düzlükleri eşliğinde yola koyulur, ne yazık ki güneşin yakıp kavurduğu saatlerde varırdık Hasankeyf’e. Önce, yol üstünde görülmesi farz olan, ince “telkari”, oya işler gibi “taş işçiliği” ve büyük ustaları ile Dünyaya nam salmış Midyat’a uğranır, zaman da kuşluk vaktine yaklaşırdı. O zamanlar Hasankeyf’te konaklayacak bir mekân yoktu. Geceye, başka bir deyişle karanlığa kalmadan yollardan çekilmek de zorunluydu. İşte bu yüzden çoğu zaman Mardin’de kalır, gün içinde Hasankeyf’i şöyle bir turlar, apar topar geri dönerdik. Ucundan gördüğüm Kayahisar’a aklım takılı kalır, insanı büyüleyen, başını döndüren, insanı eski zamanlara götüren bu 5000 yıllık tarihi yerleşmeyi daha da yakından tanımayı, içli dışlı olmayı düşlerdim... 

Ama bir başka sebep vardı ki, daha da mühimdi… Yine, Kayahisar olarak da anılan Hasankeyf’e kalabalık geldiğimiz bir zamandı. Ekipten ayrılmış, menevişleşen, rengi, ışığı andan ana değişen, yer yer sakin, sığ, yer yer hışımla akan, çakıl taşları pul pul serin Dicle’ye dokunuyordum. Daha doğrusu bu ulu su, insanı içine çeken tuhaf bir yeşille karşı konulmaz bir davetiye çıkarmış, beni kıyısına çekmişti. Az ötede çocuklar anadan üryan, sevinç içinde suda oynaşıyordu. Sığ sularda banyo yapan kazların çığlığı yükselip alçalıyordu. Karşı kıyılar; insan azminin müthiş ürünü, üstüne saray, ibadethane, iç kale, üstüne kentler kurulmuş; içine mağaralar, merdivenler, gizli geçitler oyulmuş o sarp, doğal, yekpare, yüzü tıraşlanmış izlenimi veren kalenin altı; ana baba günüydü. Dört yan, yer gök, su, toprak, her şey tarihe kesmişti. Nereye baksan tarih, nereye baksan geçmişten izler çarpıyordu gözlere. Saraylar, kaleler, surlar, sarnıçlar, su kanalları, hanlar, hamamlar, mağaralar, yollar, geçitler, camiler, mezarlar, türbeler…

Derken, gözleri çakmak çakmak bir ihtiyarla göz göze geldik. Birden peyda olmuştu sanki. Bir şey söyleyecekmiş gibi baktı bir an. Sonra kaçırdı bakışlarını. Yabancı olmanın, üzerinde taşıdıkları ile oraya pek yakışmayan bir insanın mahcubiyeti içindeydim. Sonra, bir daha göz süzdü çehreme. Ardından, suya dikti gözlerini. Öyle uzun uzadıya baktı, baktı. Gözleri Dicle’de, “Bu su sihirlidir, buralar sihirlidir evlat?” dedi. “Ama bu sihiri çözmek herkesin harcı değildir.” diye de ekledi. Sustu sonra. Dikkat kesmiş, meraklanmıştım. Konuşmak, bir şeyler sormak istiyor, ama lafa nereden gireceğimi bilemiyor, “ne sihiri” sorusunun bu aksakallı, bu bilge görünümlü yetmişliğe yavan kalacağını düşünüyordum. Giderayak, “Yedi gece geçir burada. Yedi gün suyun başına gel. Belki o vakit görebilirsin.” sözlerini sarf etti ve kenti arkasına alıp yavaş yavaş yol aldı. Ne demek istemişti? Neyi görecek, neyi izleyecektim? Bir sır mı vermişti? Neydi buraların sırrı, sihiri? Öylesine söylenmiş boş sözler miydi? Yoksa boş bir inanış mı? Gerçeklerle rivayetlerin, söylencelerle yaşanmış olayların birbirine karışıp günümüze dek geldiği bölgede, neyin gerçek, neyin hayal ürünü olduğu çok da açık değildi. Sihirli olan Dicle mi, yoksa, geçmişi pek bilinmeyen bu kadim kent miydi? Gerçekten göremediğimiz bir büyüsü mü vardı buraların? İşte bir de bu sorular, zamanla büyüyen, kafamdan atamadığım bu düşünceler, Hasankeyf’i keşfetme, sihirini çözme isteğimi daha da büyütüyordu içimde.

Nihayet yıllar sonra, bu topraklara tekrar gelme, orada bir on gün kadar kalma olanağı bulmuş, alı al moru mor gelen bir akşamüstü varmıştık Hasankeyf’e. Akşamın sessizliğini, tek tük geçen çoğu kamyon türevi araçlar bozuyordu. Bu araçlar son araçlardı. Gece, nefti karanlığa dönünce araçlar, sesler, insanlar çekildi. Çekirgeler, kurbağalar da ötmez oldu. Hasankeyf, derin bir sessizliğe gömüldü. Kaymakamlığın önermesi ile tek katlı, bahçeli, bahçesinde polislerin nöbet tuttuğu, loş, sessiz, 12 odalı bir öğretmen evi’nde kalacaktık. İnsanın tek başına sıkılacağı bir yerdi burası. Neyse ki yanımda bir fotoğrafçı arkadaş vardı.

Geceyi zor ettik. Gün, henüz ışıklarını göstermeden dışarı attık kendimizi. Hava aydınlanmadan kentin dışına çıkmamamız, gün kararmadan geri dönmemiz konusunda uyarılar almıştık. Onları dikkate alıp, henüz uyanmamış kentin çarşısında bir ileri, bir geri turladık. Siz kent dediğime bakmayın, o söz gelişi. Hasankeyf; kayaların eteklerinde bir yamaca kurulmuş. İç içe, can cana, tek, bilemedin iki katlı taş evleri, bir ucu Batman’a, diğer ucu Mardin’e uzanan caddesi, daracık sokakları ve suyun karşısına düşen bir kaç mahallesi ile şirin, tozlu, yarı virane bir yerdi. Önceleri Mardin’e, il olmasıyla Batman’a bağlanmış 21 köylü küçük bir ilçeydi. Çarşısı ise biri, üzerine birkaç dükkân sıralanmış, birinin köşesine öğretmen evi, diğerine kıraathane kurulmuş, biri, köprüye çıkan bir dört yol ağzıydı. Ama tarih ve kültürü zengin; coğrafyası ilginç; doğal güzelliği görmeye değer ve insanları cefakar, samimi, sıcakkanlıydı. Ona hayat veren, hemen eteklerinden akan Dicle’si ise görkemli bir su deryasıydı.

Henüz gecenin koynunda, sokak lambalarının solgun ışıkları altında daha bir gizemli duruyordu Hasankeyf. Elimizin altında, insanı geçmiş zamanlara götüren, masalsı, sessizliğin içinde bir açık hava müzesi, bir ortaçağ kenti duruyordu. Derken ezan sesi yırttı derin sessizliği. Ezan sesine karışan köpek havlamaları, uzun uzun öten horoz sesleri çınlattı sokakları. Ardından gelen kısa sessizliği bu kez, namaza giden erkeklerin ayak sesleri bozdu. Tan vakti yerini koyu maviliye terk etti. Göğe dizilmiş doğunun cümle yıldızı bir bir silindi. Belli belirsiz seçilen bulutlar, ala, mora, sarıya boyandı. Her şey, insanı sarhoş edecek güzellikte, başını döndürecek hızda anbean değişiyordu. Ve kapılar açılıp kapanıyor, bacalardan, bahçelerden dumanlar yükseliyor, odun ateşinin, sacda pişen lavaşın (yufka inceliğinde açılmış ve tazeliğini uzun süre koruyan yöreye özgü bir ekmek) kokusu sokaklara düşüyor, yükünü çevre köylerden tutmuş minibüslerin yaban elma’sı kokulu yolcuları bir bir boşalıyor, ilk ışıklarlarla birlikte kent, ağır ağır uyanıyordu.

Üzerinde herhangi bir kitabe bulunmayan, ancak ortaçağ tarihçilerinden İbn Havkal’ın söylediğine göre, 1116 yılında Artuklular tarafından yaptırılan tarihi köprünün, birkaç metre ötesine kurulmuş yeni köprüden izliyoruz çevreyi. Kayahisar’ın güneyini çevreleyen Güneydoğu Midyat Dağları’nı göremiyoruz, ama kuzeyini çevreleyen ünlü Raman Dağları’nın silsilesi tam karşımızda. Henüz alı gitmemiş güneşin rengiyle boyanan dağları, tepeleri, düzlüklerine kurulmuş türbeleri, altımızdan salına salına akan Dicle’si, tarihi köprüsü, görkemli  kalesi, göğe yükselen işli minareleri ve taş evlerinin oluşturduğu dokusuyla Hasankeyf, kelimelerle tarif etmenin kifayetsiz kalacağı bir manzara çiziyor. Çoğu damların çatısına, kimi evlerin bahçesine kurulmuş, etrafı pırıl pırıl ak cibinliklerle çevrili tahtlarsa manzaranın cabası. Yazları 45 dereceyi bulan Hasankeyf’te geceler, “yıldız palas” altında tahtlarda geçiyor. Ancak bunun nedeni yalnızca sıcaklık değil. Bölgede çok can yakan, kimi zaman can alan akrepten ve diğer haşerelerden korunmak asıl gerekçe.  Genelde demirden yapılmış, yerden yüksekliği balkon korkuluğunu andıran gövdesi ile 2,5 metreyi bulan taht’ları, karyola diye anmak yerinde olacaktır.

Tahtlarda geçen geceleri tahayyül etmeye çalışırken gözüm, eski köprüye takılı kalıyor. Köprü, deyim yerindeyse insanı büyülüyor. Üstüne ne çok şey söylenmiş, ne çok şey yazılmış. Kemer açıklığı itibarıyla Ortaçağ'da yapılan köprülerinin en büyüğü imiş. Hem de en gösterişli olanı. Ortadaki büyük kemeri taşıyan iki orta ayağın arasındaki açıklık tam 40 metre. Ayaklar, akıntı tarafında üçgen, diğer yönde ise daire şeklinde yapılmış. Ayakların dış cephesi ve bugüne gelemeyen köprünün diğer kemerleri de muhtemelen kesme taştanmış. Bu taşlar, madeni çubuklarla birbirine tutturulmuş. Yine yıkılmadan bugüne gelen batıdaki kemerin ise bir kısmı aynı taştan, diğer kısmıysa geniş tuğladan örülmüş. Köprünün üzerindeki işaretler ve figürlerden hareket edenler ve aynı uygarlığa ait Malabadi Köprüsü’yle benzerlik kuranlar, bu eserin de Artuklulara ait olabileceğini söylüyor. Öte yandan kimi kaynaklara, hatta araştırmalara göre köprünün en büyük kemerinin orta kısmı ahşaptanmış. Kimi kaynaklarda ise burada açılıp kapanan bir köprüden söz ediliyor.

Hiçbir plan yapmadan oradan oraya koşturup durduk. Bir su kıyısına indik, bir kalenin eteklerine. Bir köprü başına çıktık, bir sokak aralarına. Eskisinin yanında forsu pek sönük bu çağa tarihlenen yeni köprünün Hasankeyf’e bağlanan ayağına yakın bir çayevinde soluklanıyoruz. Büyük kentlerdeki kahveleri andırsa da, geniş bahçesine atılmış kürsüleri, havası ve özellikle çayın tadı ile yine de bir başkalığı var bu mekânların. Daha çok çay satılan bu ‘Köprübaşı Kıraathanesi’nin ilk konukları biziz. Çayın demlenmesini bekliyor, bir yandan da yorgunluk atıyoruz. Pek yabancı olmadıkları ziyaretçilerine selamlarını konduran kahvenin ilk müdavimleri yerlerini bir bir alıyor. Çaylar, gidip gelmeye başlıyor. Sanki dünden yarım kalmış gibi ateşli sohbetler yükseliyor. Önce çay kokusu sarıyor etrafı. Ardından ilk çaylar eşliğinde sarılan tütünün, sigaranın kokusu. Sonra da üzerlerine toz, toprak, üzerlerine Anadolu’nun, nereye gitsek peşimizi bırakmayan Hasankeyf’in rahiyası sinmiş insanların kokusu sarıyor…

Bir zamanlar Diyarbakır’ın nüfusu 4 bin, Hasankeyf’inse 10 binmiş. 1960’larda nüfusu 30 bini bulan Hasankeyf, 2 binlerde ise 4 binin altına düşmüş. İşsizliğin had safhada olduğu çıplak gözle görülürken, çevreye, olup bitene bakıp insanların nasıl, ne ile geçindiğini yanıtlamaksa pek güç. Çeşitli nedenlerle günden güne zorlaşan nakliyeciliği, nehir yatağından toplanan kumla geçinen birkaç aileyi, az sayıda esnafı ve parmakla sayılacak memurlarını saymazsak halkın başlıca geçim kaynağı tarım. Ve bugün Hasankeyf, Türkiye’nin geri kalmış ilçeleri arasında ilk sıralara yerleşiyor. Bundaki en büyük pay, handiyse yarım asırdır, 1978 yılında, “1. Derecede Arkeolojik ve Doğal Sit Alanı” ilan edilen, bütünlüğünü koruyabilmiş nadir Ortaçağ yerleşmesini sular altında bırakacağı söylenen baraj… Hasankeyf’in elini kolunu bağlamış bu söylenti. Ne işe gitmiş elleri insanların, ne de güce. Ne tat bırakmış, ne de tuz.

Sonunda, maalesef 5 Ağustos 2006’da temeli atıldı barajın. Yakın bir gelecekte söz konusu Ilısu Barajı, 7 milyon hektar alan ve 187 yerleşim birimini, Mezopotamya’nın başlangıç noktası Hasankeyf’i, sular altında bırakacak. 70 bin insanı evinden, doğup büyüdüğü topraklardan, yerinden, yurdundan edecek. 1974’lerden önce, kale civarındaki yerleşmelerde ve mağaralarda yaşayan Hasankeyfliler, “afet evleri” olarak anılan şimdiki Hasankeyf’e taşınmış, daha önce de bir göç yaşamışlardı. Dahası baraj, listesi 300 sayfayı bulan arkeolojik eserle birlikte tarihi ve kültürel dokuyu, daha gün yüzüne çıkmamış, kazısı tamamlanmamış nice eseri, tüm insanlığın ortak mirasını sularına gömecek…

Oysa barajın, barajların zararları yalnızca bunlar değildi: Küresel ısınmaya neden olan sera gazlarının yüzde 28’i baraj göllerinden kaynaklanıyor, baraj gölleri iklimi değiştiriyordu. İncelenen 56 baraja göre, ortalama maliyetleri, başlangıçta hesaplanandan yüzde 50 daha fazlasını buluyordu. Baraj gölleri, tortu birikmesi ve erozyon nedeniyle, planlanandan çok daha kısa sürede doluyordu. Barajlar, halk sağlığını olumsuz etkiliyor, başta sıtma gibi hastalıklar ortaya çıkıyor, baraj sularında gelişen “cyanobakteri”ler bağırsak kanserine yol açıyordu. Baraj göllerinde yaşayan balıklarda, başta cıva olmak üzere ağır metal birikmesi saptanmıştı. Barajlar, akış yönündeki balıkları olumsuz etkiliyordu. Suyla taşınan toprak ve besin azaldığından tarım zarar görüyordu. Deltalar ve kıyılara yeterli doğal gereç taşınamadığından, deniz kara yönünde ilerlemeye başlıyor ve yeraltı suları beslenemiyordu…
,
Üst üste keyifle içtiğimiz, zamanla bizde alışkanlık yapan çayın da, kahvaltımıza meze olan peynirin de tadı damağımızda, soluğu kalede aldık. Bir şey, ihtiyaca cevap verdiği için mi lezzetli gelir insana? Bir yiyeceğin veya içeceğin damakta tat bırakması o yerin havasından, suyundan mıdır? Yoksa içinde bulunduğumuz atmosfer midir ayrı kılan o şeyi?

Hasankeyf’te ilk dikkati çeken kale, bildik kalelerden değil. Zikzaklar çizen taş döşeli yollardan soluk soluğa kaleye çıkmadan önce, birbirinden başka taş işli, duvarlarını kabartmalar süsleyen biri büyük, biri yıkıntıları kalmış, biri kısmen ayakta üç kapıdan geçtik. Dayandığı kayaların çökmesi nedeniyle üzerinde tehlikeli çatlaklar oluşmuş birinci kapı, kitabesinden anlaşıldığı üzere 1416 yılında Eyyubiler tarafından yapılmış. Kapının ön cephesi kesme taştan, arka cephesi ise çeşitli eklentilerle beraber molozlardan yapılmış. Yine benzer taşla örülü üçüncü kapı, üst taraftan önemli ölçüde tahrip olmuş. Bazı özelliklerinden dolayı bu kapının da Eyyubilere ait olduğu tahmin ediliyor. Tamamen yıkılan ikinci kapıdan ise Hasankeyf Kazıevi’nde koruma altına alınmış iki aslan rölyefi ve çeşitli kabartmalar kalmış bugüne. Ancak kaleye çıkarken; kimi iki gözlü, kiminde hala insanlar yaşayan mağara evler, oyuklar, mağaraların içine, sahanlığına kurulmuş turistik mekânlar ve ilginç kaya oluşumları da dikkatlerden kaçmıyor.

Gizli geçit ve yolları saymazsak iki çıkışı var kalenin. Kale üstüne çıktığında insanın, eli ayağı dolaşıyor. Bir yanı uçurum, diğer yanı uzayıp giden tepeler, kimi yerde derin oyuklar, dik vadiler, sarp geçitler, en geride dağlar. Buralara kurulmuş çeşitli tarihi yapılar, küçük ve büyük saray, yakın zamana dek kullanılan Ulu Camii, mezarlık, “yukarı şehir” ve kayalara oyulmuş küçük cami, birçok yerde olduğu gibi burada da maalesef kaderine terkedilmiş. Zamanın yıkamadığını ne yazık ki mirasçılarının ilgisizliği yıkıyor.

Hasankeyf’i anlatanlar kaleden kısaca söz ederler. Oysa kale civarında çözülmeye değer çok sır, keşfedilecek çok köşe, görülecek çok şey var. Kalenin kuzeyinde yer alan “Büyük Saray”ın önemli bir bölümü yıkılmış. Yuvarlak payandalarla desteklenmiş saray girişi, yüzünü sulara dönmüş sanki yüzyıllardır Dicle’yi izliyor. Kimi kaynaklara göre alt katı dükkân ve depo, üst katı ise mesken olarak kullanılmış. Saraydan bağımsız, giriş kapısının hemen karşısına dikilmiş dikdörtgen bir kuleyse sarayı oldukça ilginç kılıyor. Boyu 15 metreye yakın bu kulenin, bir gözetleme kulesi ya da paratoner (yıldırımsavar) görevi üstlenmiş bir yapı olduğunu yazan kaynaklar var. Sarayın taş işçiliğini ve bazı işaretleri köprüdeki mimari üsluba ve işaretlere benzeten kimi arkeologlar, eserin, Artuklular tarafından yapıldığını söylüyor. Kalenin tam ucuna, kuzey doğusuna kurulmuş “Küçük Saray”ın ise Eyyubilere ait olduğu söyleniyor. Bu sarayın dış yapısı ile yontulmuş izlenimi veren kale cephesi benzerlik gösteriyor. Hasankeyf’te birçok kubbe ve tonozlarda olduğu gibi, bu sarayın tonozu da, harcın içine karıştırılmış çanak ve çömlekten yapılmış. Günümüze gelmese de, sarayın kuzey cephesine bakan pencere üzerinde iki aslan kabartması, bu kabartmaların ortasında süslü levhalar, duvarlarında göz alıcı süslemeler, altınla yazılmış çeşitli yazılar olduğu kimi kaynaklara geçmiş.

Artık, nereye gitsek gelip bizi bulan, ikinci gün tanışmış, üçüncü gün dost olmuş yerli rehberimiz Mehmet eşliğinde geziyoruz Hasankeyf’i. Çoğu zaman bölgede rehberliğe “yeni yetme”ler soyunuyor. Buraya ayak süren hemen herkese uzanan bu eller; gönüllü rehberiniz, yardımcınız, artık arkadaşınız oluyor. Çoğu zaman “yerel” rehberimizin de yardımcıları olurdu. Adı Abdullah, Ali veya Ahmet. Ama en çok Abdullah adına rastlamak mümkündü buralarda. Bir, biri anlatıyor, ardından diğeri alıyordu sözü. Hasankeyf’in tarihini, şeceresini çıkarmışlardı sanki. Fotoğraf karelerimizde yer almaya, yükümüzü hafifletmeye, en çok da tarih anlatmaya bayılıyorlardı. Bir de Dicle kıyısında, bir zamanlar gizli bir geçit, şimdilerde turistik bir mekân olarak kullanılan, doğal bir mağaradan devşirme “Yolgeçen Hanı“nda -bizimle- oturmaya…

İlk kuruluş tarihi bilinmiyor Hasankeyf’in. Ama Hasankeyf’i, Dicle'nin sırrını çözenler kurmuş diyorlar. Geçmişinden ilk izler, 12 bin yıl öncesine uzanıyor. Bilinen ilk yerleşmecileri ise Asurlular ve Urartular. Sonrasında, dile kolay tam 40 uygarlık geçmiş bu coğrafyadan. Roma, Bizans ve Osmanlı gibi büyük imparatorluklar. Krallıklar, beylikler. Tarihteki en parlak dönemlerini burada yaşayan Artuklular, Akkoyunlular, Abbasiler, Hamdaniler, Mervaniler, Emeviler, Eyyubiler… Asya'dan gelen Sasaniler (Persler) ve Türkler, güneyden Araplar, Müslümanlar, batıdan gelen Hristiyanlar bu bölgede buluşmuş. Ve onlardan geriye büyük, ortak bir miras, insan emeğinin ve göz nurunun simgesi yapıtlar, güzeli yaratma çabası ve sürekliliği kalmış.

İsminin kökeni Asurca “kipani” (kaya) sözcüğünden gelen, eskilerin “Kastron Piskephas”, “Cepha”, “Hesna de Kepha”, “Hısn Keyf”, “Hısn Keyfa” ve şimdiki sahiplerinin “Kayahisar” alarak andığı Hasankeyf, çok çekmiş, çok gün görmüş. Öyküsü büyük ve derin. O’nu okumak, tarihini ifşa etmeye kalkışmaksa çetin iş.

Bir zamanlar Dicle üzerinde at, arpa, top, döküm, maden ve akla gelebilecek envai çeşit yük taşıyan keleklerden (şişirilmiş tulumlar üzerine kurulan bir çeşit sal) mi söz etmeli son olarak? Bir zamanlar ünü dillere destan, bugün son atölyesi ile zamana direnen tezgahlarından, kilim dokumacılığından mı yoksa?.. Yahut her birinin yapılış öyküsü, sahipleri, mimarisi, işçiliği başka Ulu, minaresine çift merdivenle çıkılan El Rızk, Sultan Süleyman, Koç ve Kızlar Camii, İmam Abdullah Zaviyesi, Akkoyunluların nadide eseri Zeynel Bey Türbesi gibi irili ufaklı çokça eski yapılarından mı?.. Doğu ve Batı’nın ilk burada karşı karşıya gelmesini, uygarlıkların, kültürlerin bu topraklarda buluşmasını, iç içe geçmesini mi yazmalı yoksa?.. Yoksa son olarak, kimi bir, iki veya üç odalı, kimi dubleks, konut, dükkan veya çeşitli amaçlarla kullanılan, çok eskilere tarihlenen beş bini aşkın mağarasını, buralarda geçen zorlu, maceralı yaşamları mı yazmalı?.. Ya da saraylar, bahçeler, su tesisleri, çarşılar, hanlar, hamamlar yaptıran, tıp, matematik, mühendislik, felsefe dersleri verilen medreseler kuran, bu medreselerde dönemin ünlü bilginlerini, alimlerini yetiştiren, Hasankeyf’i başkent seçmiş Artukluları mı anlatmalı?.. Veyahut, tarihi ve kültürel dokusunun zenginliği, çeşitliliği bir yana, aynı zamanda bütünlüğünü koruyabilmiş tek Ortaçağ kenti olması gibi önemli özelliği ve daha onlarca nedenle Hasankeyf'in, olduğu gibi korunmasının çok mühim olduğunu mu hatırlatmalı?..

Hasankeyf’te günler, farkına varmadan, deyim yerindeyse su gibi geçti. Yedinci günü de geçirmiş, hemen her gün suyun başına gelmiş, ama sihirini çözememiştim buraların. Pes etmemiş son saatlerimi Dicle kıyısında geçiriyor, gözlerimi dört açmış etrafı izliyordum. Gün akşama dönüyordu. Gök, gidip gelen, geçen, yer değiştiren apak bulutlarla kaplıydı. Bulutların arasından pare pare ışıklar süzüyordu evlerin üstüne, suya, kaleye, karşı kıyılara. Karşı yakaya sundurmalar, üstü kamışlarla örtülü çardaklar, barakalar kurulmuş, kimi suya, kıyısına atılmış masaları ile lokanta, kimi, kürsüleri ile çayevi görevi üstlenmişti. Bu seyyar lokantaların kiminde balık, kiminde kebap pişiyor, dumanı, isi, kokusu çevreye, sağa sola savruluyor, tok midelerin bile, et sever tekmil canlının iştahını kabartıyordu. Belki de bu renkliliği, bu hareketliliği, bu başkalığı, bu canlılığı, bu kokularıyla, anbean, günbegün değişen atmosferiydi Hasankeyf’in büyüsü. Belki de her şeye rağmen süren bu yaşam, bu coşkuydu. Her köşeden, her noktadan manzarasının değişmesiydi belki de. Belki de Dicle’nin, Dicle’yle birlikte kentin, dört yanın veya Hasankeyf’in, Hasankeyf’le birlikte suyun, çevrenin renk değiştirmesi, tonlara dönüşmesiydi, hem de sabah akşam, hem de gün aşırı…



Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.