Maveraünnehir’de ilk Müslüman devleti Karahanlılar’dır. Dolayısıyla Karahanlılar Türk’ün İslam’la buluşmasında temel taşıdır. Hatta Oğuzlar’ın göçmenlikten yerleşikliğe geçişte en büyük pay sahibidirler.

Nitekim yerleşikliğe geçişle Maveraünnehir coğrafyasının bağrında yetiştirdiği Farabi, Zemahşeri, Biruni, İbn-i Sina, Kaşgarlı Mahmud, El Harezmî, El Fergani, Mirza Uluğ Bey, Ali Kuşçu, Mevlana, Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi, Tabduk Emre, Yunus Emre ve Ali Şir Nevai gibi engin deryalar insanlığa soluk aldırmışlardır. Böylece insanlığa ışık kaynağı olan Karahanlılar’ın açtığı rüzgârla birlikte ardından sırasıyla Gazneliler, Selçuklular ve Osmanlılar tarihte misyonlarının gereğini yapmışlardır. Madem öyle 21. yüzyılla birlikte çiçeği burnunda genç Türk Cumhuriyetimiz de pekâlâ geçmişin o engin tecrübesinden yararlanarak zengin kültür hazinelerimiz ve derya ilim dehalarımızdan alacağı ilhamla o müthiş medeniyetimizi yeniden çağın insanının ihtiyaçlarını karşılayacak dirilişe geçebilir, neden olmasın ki.

Adriyatik’ten Çin Seddi’ne sözü sırf laf olsun diye telaffuz edilmemeli, sözden ziyade uygulamaya geçmeli ki, 'Dilde, fikirde, işte birlik' ülküsü gerçekleşebilsin. O halde azıcık yüreğinde milli şuur ruhu taşıyan her bir Türk evladı İsmail Gaspıralı’nın bu güzel veciz sözünü hayatının bir ölçüsü alıp, Türk dünyasıyla gerçek manada ve her alanda 'Büyük Birliği' sağlamak için gayret etmelidir.

Bugün, beş milyardan fazla nüfusun yaşadığı dünyamızda, 2500’den fazla lisanın konuşulduğu insanlık söz konusudur. Kaldı ki renklerinizin ve dillerinizin ayrı olmasında düşünen âlimler için hikmetler olduğunu Kur’anı Mu’ciz’ül beyan buyuruyor. Anlaşılan yaşayan dil, aynı zamanda ülke halkların kaynaşmasını sağlayan bir pınardır. Şüphesiz dünya coğrafyasında konuşulan dillerden Türkçe’nin önemli etkinliği bir yana dünyanın en köklü, en zengin dilleri arasındadır. İşte bu noktada İsmail Gaspıralı’nın; ‘Dilde, fikirde, işte birlik’ sözleri büyük bir önem arz etmektedir.

Kaşgarlı Mahmut ve Yusuf Has Hacip

Sadece İsmail Gaspralı mı? Elbette ki hayır. Hakeza Kaşgarlı Mahmud’un filolojik ve linguistik çalışmaları da kayda değerdir. Öyle ki; o günümüzün dil tekniklerine benzer bir yol takip ederek kendinden söz ettirebilmiştir hep. Öncelikle işe sözlü kültürü yazıya aktarmakla başlamış ve bunu yaparken de dayandığı noktaları şöyle izah eder: Ahd olsun ki, ben Buhara’nın, sözüne itimat edilir imamlarından birinden ve başkaca Nişabur imamdan işittim. İkisi de bildiriyorlar ki, yalvacımız kıyamet belgelerine, ahir zaman karışıklıklarını söylediği sırada, Türk dilini öğreneniniz, çünkü onlar için uzun sürecek hâkimiyetleri vardır.

Kaşgarlı Mahmud göçebe hayat devresinin tamamlanıp yerleşik hayata geçmesiyle birlikte sözlü kültürün unutulacağını düşünmüş olsa gerek ki her şeyi yazıya dökmüştür. Onun bu tavrı milli şuur konusunda ne derece hassas bir karaktere sahip olduğunu gösterir. Bu konuda hep ışık saçmıştır zaten. Dahası Kaşgarlı Mahmut Divan-ı Lugati’t Türk eseriyle Türkmen, Oğuz, Kırgız, Yagma, Çiğil Türklerinin konuştuğu o engin dil haritasını da ortaya koymuştur. Bundan öte tüm Türk dünyasının folklorik, destanî ve örf adetlerine varıncaya kadar hemen hemen her alanda deruni bilgiler aktarmıştır. Özellikle o müthiş eserinde Türkçe’nin en az Arapça kadar zengin bir dil olduğunun altını çizmiştir. Yine o; Türkçe’nin tarihin en eski çağlarından beri zengin bir şiir dili özelliğini taşıdığına dair önemli ipuçları vermeyi de ihmal etmemiştir.  Kaşgarlı Mahmut, aynı zamanda Yusuf Has Hacip’le çağdaştırlar. Nasıl ki Kaşgarlı’nın Araplar’a Türkçe’yi kavratmak amacıyla hazırlanmış olan Divan-ı Lügat’it Türk adlı derleme sözlüğü ne kadar mühim arz eden bir eserse, bir o kadar Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Biligide Türk dili alanında yazılan ve edebiyatımızın ilk mesnevisi diyebileceğimiz bir siyasetname olarak karşımıza çıkar. Tabir caizse mutluluğu arayan her kim olursa olsun, bu esere bakması kâfidir. Zaten Kutadgu Bilig mutlu olma bilgisi demektir. Üstelik Mevlana’nın Mesnevisi üslubunca yazılmış hikmet dolu bu eserde tüm insanlığın alacağı paha biçilmez öğütler vardır. Böylece aileden topluma, toplumdan devlet erkânına kadar her alana ışık kaynağı olmuştur. Hele ortaya konan eserin sayfalarını çevirdikçe tüm işlenen konuların ana merkezinde insanın varlığını görürüz. Yani insanı kâmil olmaya gidilen yolun bilgiden geçtiğinin şuuruna varırız. Zira Yusuf Has Hacip, bilgi gücüyle gökyüzüne bile kanatlanabileceğini ve insanlar arasındaki belirgin çeşitliliğin bilgi farklılığından doğduğuna işaret eder. Ona göre dil, hem aklın hem de bilginin çevirisidir. O, bununla yetinmemiş dilin afet ve faydalarını da sıralamıştır. Şöyle ki; afet bakımdan dil kılıç gibidir, yerinde söylenirse altın, ulu orta düşünmeden söylenirse felaket olacağını belirtir. Dil yarası derler ya, onun gibi bir şeyi dillendirmiştir. Tıpkı yalan söyleyen bir kişinin toplumda güven kaybına uğradığı değer aşınmasına benzer bir durumu hatırlatır bize. Peki ya dilin faydası nedir derseniz, malum o; “Tatlı dil yılanı deliğinden bile çıkarır” atasözü çerçevesinde meramımızı dile getirmiş ve her insanın özü ve sözü bir olması gerektiğini vurgulamıştır. Her şeyden öte bize, her canlının kendi hal lisanıyla Allah’ı şahadet ettiğinden bahisle dile ayrı bir anlam yüklemiştir. Kelimenin tam anlamıyla diller bir kelimede birleşir Allah diye. Kaldı ki her nefeste çıkan ‘Hu’ tılsımı da Allah demektir.

Ali Şir Nevai

Kaşgarlı Mahmut ve Yusuf Has Hacip’ten söz edilirde Çağatay lehçesinin büyük şairi Ali Şir Nevai’den bahsetmemek mümkün mü?  O da çağlar açmış hem devlet adamı, hem şair, hem de bestekâr bir dehadır. Timurluların sarayında yetişmiş biri olarak ömrü boyunca Türkçe’nin Farsça karşısında dirilişi için mücadele veren büyük bir şairdir.

Malum olduğu üzere Moğol kasırgasının sürüklediği Türk topluluklarından doğuya gidenler Çağatay şivesi bir Türkçe’ye kavuşmuşlar, batıya gidenler de Osmanlı Türkçesi gibi bir edebi lisana sahip olmuşlardır. İşte Nevai bu noktada Çağatay dilini sistematik bir şekilde edebi hale getirip tüm cümle âleme ispat etmiş bir şairimizdir. Dahası onun bu gayretleri Osmanlı padişahlarının da dikkatini çekmiş, derken Türkçe şiirleriyle tüm gönülleri fethetmiştir. Fetih sadece kılıçla gerçekleşmez. Bakınız Ali Şir Nevai ne diyor; ‘Hiç ordum olmadığı halde Çin sınırına ve Tebriz’e kadar bütün Türk ve Türkmen illerini sırf divanımı göndermekle fethettim.'  Gerçektende o, kılıcın tek başına yapamadığı fethi kalemiyle gerçekleştirmiştir. O aynı zamanda yerellikten evrenselliğe tırmanmış ve kendinden söz ettirecek hamleyi yapmış, hatta batıda yaklaşık yirmi iki bin kelime hazinesiyle eserler ortaya koyan ünlü Shakespeare’yi bile yirmi dört bin kelimelik bilgi kapasitesiyle geçip adından söz ettirmeyi bilmiştir. Nitekim dil bir milletin var olma ve yok olma savaşıdır. Aksi takdirde kendine özgü dili olmayan bir millet kuru meşe odunu olmaya mahkûm kalır. İşte o bu gerçekler ışığında; 'Ben gençliğimde geleneğe uyarak Farsça söyledim. Kendimi anlamaya başlayınca Türk diline rücû ettim. Dönüş yapınca karşıma on sekiz bin âlemden daha geniş koskoca bir âlem çıktı' der. Üstelik o vefatına kadar Türkçenin Farsçadan ileri düzeyde bir dil olduğunu ispatlamaya adamıştır. Onun hakkında söylenecek çok söz var, şimdilik onun “Dilde, Fikirde İşte Birlik”  için mücadele vermiş bir dil ustası olduğunu demekle yetinelim. O halde dilimizin kıymetini bilip, Türk dünyasıyla birlikteliği sağlayacak gerekli adımların, biran evvel başlatılması yolunda çaba sarf etmeliyiz. Bu arada Kırgızlar’ın manas destanını da İslam tesiriyle ortaya konan eserler arasına dâhil edebiliriz.

Batı

Batı, kendi aralarındaki etnik ve dil yakınlığının avantajını kullanarak birtakım ortak paydalarda birlikteliği başarabilmiştir. Zira XVIII. asırda dünyayı paylaşma arzularında olan İngilizler, Fransızlar ve İspanyollar hem etnik, hem de dil yakınlığı sayesinde ortak ittifak kurabilmişlerdir. İşte bu yakınlık batının iç ve dış politikasının temelini teşkil eder. Hakeza; Rusya, I. Dünya Savaşı ile Slav halklarının birlikteliğine zeval gelmesinden endişe duyup Avusturya-Macaristan ve Almanya’ya karşı derhal harekete geçmiştir. Demek ki; gerek greko-latin kültürü gerekse Panslavist ülküsü belli başlı devletleri ortak bir payda da toplayabiliyor. Bu arada bizim lehte veya aleyhte çok konuşulan o meşhur Turan idealimiz ise evlere şenlik şimdilik sadece sözde, o büyük buluşma denilen Turan ülküsü daha henüz gerçekleşmiş değil. Nitekim bu idealin kendisi yok ortada, sadece adı var. Diyebiliriz ki, Cihan savaşlarının dünyayı paylaşmaya yönelik izlenen stratejilerde etnik ve dil beraberliğinin çok büyük payı vardır. Hatta teknolojik gelişmelerde daha müreffeh hayat yaşamanın idamesinde bile dilin ve etnik yakınlığın olumlu katkıları söz konusudur. Bugünkü teknoloji diline İngiliz dilinin hâkim olması bunun en tipik göstergesidir.

Doğu dünyası    

Doğuda durum çok daha farklıdır. Her ne kadar Batı’nın Doğu’ya açtığı Haçlı seferleri Türkler’in bir ümmet şuuru etrafında birlikteliğini sağladıysa da, daha sonraları özellikle Fransız İhtilali’nin akabinde teşekkül eden menfi milliyetçilik rüzgârları bu birlikteliği bertaraf etmiştir. Oysa Osmanlı’nın zafer sırrında Vahdet Şuuru (birlik bilinci) hâkimdi. Geçen asrın sonları ve asrımızın başlangıcında nükseden İslâm âleminde cereyan eden o parçalanmışlık batıyı rahatlatmıştır. Belli ki Doğu’nun talihsizliği dil ve etnik yönden yakınlığı bulunmamasıdır. Tek ortak paydamız ‘din’ gerçeğidir. Anlaşılan vahdet şuurumuz etnik ve dil yakınlığı kısırlığında mahrum kaldığı için büyük yara almıştır. Batılılar kendi aralarındaki entegrasyonlarını, dil ve etnik yönden yakın olmalarının avantajına borçludur. Bundan hareketle, dil ve etnik beraberliğinin gücünü daha iyi anlamış oluyoruz. Batının üç ortak paydası olan dil, etnik ve din unsurlar dün kendilerine nasıl bir avantaj sağlamışsa, bugünkü Avrupa Birliği birlikteliğinde olduğu gibi Doğu’ya nazaran daha güçlü entegrasyon (bütünleşme) kurmasına yardımcı kılıyor da. Doğu’yu bir araya getirecek unsur sadece 'din' faktörü gibi gözüküyor. Bugün dünyada ne kadar müşterek unsurlar varsa, o kadar avantaj kabul ediliyor. Çünkü bugünkü dünya dengelerinde dil, etnik ve din unsurları önemli yer teşkil ediyor.

Tarihte Türk Birliği    

Tarihte Türkler büyük birliği korumak adına nice devletler kurmuşlar ve cihangir olabilmişler. Türklerin de tıpkı diğer devletlerin geçirmiş olduğu sürece benzer kendine has sosyolojik evreleri mevcut. Yani, Yabguluk Tudunluk, Hakanlık ve İmparatorluk devrelerimiz söz konusu. Düşünebiliyor musunuz, hakanlık devremizde bile Türkler hem dini yönden hem de jeopolitik yönden parçalanmamışlardı. Hakeza Tudunluğun başlangıcı ve daha sonraki Eski Hunlar, Sümerler, İskitler, Eftotlitler, Yüeçiler döneminde de bölünmeler yoktu. Fakat M.S. V. ve VII. asırlar arası Türkler için birlikteliğinin sarsıldığı, bölünmelerin zuhur ettiği dönemler olarak tarihe geçer. Derken Budizm’i tercih eden Türkler uzak doğuya, Yahuda dinine girenler ise Hazar civarına kayıp Hazarlar adını alır. İslâmiyet’i kabul eden Türkler de malum bir başka çeşit Türk topluluğu olarak bir araya gelirler. Tabii bu kadar çeşitlilik Türkler arasında gerek dil, gerek etnik, gerekse din yönünden farklı alanlar meydana getirmiştir. Buna rağmen XIV. asırda dünyanın en güçlü şu üç saltanatını kurabilmişiz: Osmanlı Devleti, Tacikistan ve Horasan Hükümdarlığı, Altın Ordu Devleti. Malum olduğu üzere XIV. asrın hükümdarları olarak Yıldırım Bayezid, Emir Timur ve Toktamış tarihe damgalarını vurmuşlar, ama kader-i ilahi olsa gerek bu önemli şahsiyetler Büyük Birlik davasının aksine yol takip edip, adeta birbirlerinin kuyusunu kazan siyaset izlemişlerdir.

Türkler arasındaki savaşlar

Türklerin birbirleri arasındaki savaşlar ciddi manada parçalanmalarını beraberinde getirmiştir. Tabiatıyla önce Timurlular daha sonra Şeybaniler yok oldu. Neyse ki Şeybaniler’in hâkimiyeti sona erse de, Rus istilasından kaçan Astrahanlılar’ın Buhara’ya sığınması sonucu Şeybaniler’den gelin alıp akraba olurlar. Böylece Şeybaniler dolaylı yoldan da olsa akraba Canoğulları (Astrahanlılar) sayesinde Buhara’da kurdukları hanlıkla varlıklarını sürdürmeyi başarabilmişlerdir. İşte bu izdivaç yakınlığı sonucu dünyaya gelen Baki Muhammed, hem Astrahan Hanlığı’nın misyonunu üstlenmiş hem de onun döneminde en üst dorukta Al-i Osmanlı ile iyi ilişkiler kurulmuşta. Hakeza tıpkı Şeybaniler gibi Altın Ordu Devleti de tamamen egemenliği nihayete ermese de; “Kırım, Astrahan, Kazan, Tumen ve Sibirya Hanlıkları” adı altında varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Kurulan bu hanlıklar her ne kadar Timur’un mirasını korumaya çalışsalar da, bir noktadan sonra Çarlık Rusya’sının istilasına maruz kalarak zaman içerisinde varlıklarını yitirmişlerdir. Nihayetinde XIX. asrın ortalarında Rusların Türkistan’ı zapt etmesiyle Türk Dünyası ağır bir yara alır.

Peki ya Osmanlı? Malum Osmanlı içinde baş gösteren bağımsız devlet oluşumları Türk Dünyası önemli gedik açmıştır. Şöyle ki; XVI. asırdan XX. asra kadar olan süreçte hem Rusya’nın hem de Çin’in istila girişimleri neticesinde geniş Türk coğrafyasına milyonlarca Sloven ve Çin halkı yerleştirilmiştir. Derken Türkler kendi öz yurtlarında parya durumuna düşmüşlerdir.  Nitekim 1918 yılında Sovyetler önce Buhara’yı işgal eder ve ardından 6 Ekim 1920’de son Buhara Emiri Âlim Han iktidardan hal edilip Buhara Hanlığı’na son verirler. Böylece çok övündüğümüz o meşhur Volga boyları, Tanrı dağları, Hazar Denizi ve Altay civarları elimizden çıkmış olur. Tek tesellimiz küçük topluluklar olarak başkalarının boyunduruğu altında yaşamaya mahkûm kalmamızdır. Tabii buda teselli sayılırsa. İşte Tatarlar, Çuvaşlar, Başkırtlar, Dolganlar, Tuvalılar, Altaylar vs. hep o dönemlerin bize sunduğu izdüşümleridir. Adına ister kardeş topluluklar diyelim, ister muhtar devletler diyelim yıllarca kendi öz yurtlarında öksüz halde yaşadılar habire.     

Kırım    

Ukrayna devleti civarında yaşayan Kırımlılar aynı akıbetin kurbanları. 1443’den 1783’e kadar hüküm süren Kırım Hanlığı, II. Katerina tarafından fesih edilmiştir. Daha sonraları da Stalin’in direktifleri ile Kırım-Tatar halkı göçe zorlanarak, 18 Ekim 1921 yılında Kırım Muhtar Cumhuriyeti’ne son verilmiştir. 1987 yılında Mihail Gorbaçev, Glasnost ve perestroyka politikalarının gereği olarak Ukrayna’ya verilen o güzelim adaya karşılık Kırım Tatarları’nın Kırım’a dönmelerine müsaade etmesi sonucunda, takriben 300 bin civarındaki Kırımlı ancak bu şekilde vatanlarına kavuşabilmişlerdir. Tabiî ki bu sayı onları azınlık durumdan kurtarmaya yetmeyecektir, üstelik yönetimleri Rusların kontrolü altına geçerde. Yine de Kırım Tatarları, ilerisi için ümitli olacak tarzda devlet teşkilatlarını kurabilmişlerdir. En azından Âli Devlet organı dedikleri Âli Şûraları mevcuttur. Şimdilik tam yetkilerle donatılmış olmamakla beraber ilk adım olması bakımından bu gelişmeyi önemli buluyoruz.      

Dünya coğrafyasında Türkler

Türkler, bugün dünya coğrafyasının karalar kesitinde 1/6’ini yurt edinmişler, zaten Avrasya kıtası dediğimiz alanda aşağı yukarı bu dilimi kapsar. Nitekim Avrasya sahasına dağılan Türkler değişik isimler altında zikredilir: Anadolu Türkleri, Azerbaycan Türkleri, Türkmenler, Kırgızlar, Kazaklar, Uygurlar, Tatarlar, Yakutlar gibi.

Kelimenin tam anlamıyla; Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar, İran civarı, Asya ve Afganistan’ın kuzey kısımları, Yayık nehri boyun çevresi, Ural önleri, Doğu Türkistan, Merkezi Asya, Volga boyu ve Sibirya vs. alanlar Türklerin mekân tuttuğu yerlerdir. Demek ki Türklerin yaşadığı mekânlar dışarıdan göç ettirilerek yerleştirilmiş yerler olmayıp, bizatihi kendi doğup büyüdüğü yurtlardır.

Hâsılı, hala Türkler Avrasya kıtasında yaşamaktadırlar. Yani Avrupa ve Asya denilen bu coğrafyada, sadece yedisi devlet olabilmeyi başarabilmişlerdir. Bunlar: Türkiye, Azerbaycan, Türkmenistan,Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti diye tasnif edilir   

Gelecekte Türk Birliği

Başımızdan çok badireler geçti, hatta tarih boyunca sosyolojik vakıayı tüm hızıyla yaşayıp durduk. Kendi öz yurtlarımızda üvey evlat muamelesi görmemize rağmen, yine de Avrasya kıtasında on dört devletten yedi devlet kurabilmekte başarı addedilmelidir. Zaten, tarih iyi etüt edildiğinde Türklerin devlet kurmakta kabiliyetli oldukları görülür. Ki, tarihi süreç içerisinde on altı devlet kurma gibi bir meziyetimiz söz konusu. Her birlikteliğimizin parçalanması ve bozulmasının ardından hemen toparlanıp devlet olabiliyorsak, bu mühim bir hadisedir. Her ne kadar Göktürkler, Selçuklular, Osmanlılar ve Türkiye ayrı devletler gibi görünse de, aslında birbirinin değişik devamı devletlerdir. Bakın Çinlilerde tarihte çok çeşitli adlar altında bugünlere gelebildiler, yine de adıyla sanıyla Çin olarak telakki edilmektedir hala. Bizde de aynen öyledir. Nitekim Göktürk, Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye isim olarak ayrı telaffuz edilse de sonuçta hepsi dilde fikirde bir olmuş Türk devletlerimizdir. Onun için hiç birini ayrı gayrı göremeyiz, birbirlerinin değişik devamı devletler olarak görmek en doğrusu.     

Türk etnosu

Türk dünyasında Türklerin varlığı, bize devamlı ümit veriyor. Bu ümidimizin doruğa ulaşması için Türk etnosunu (Dünyanın değişik yerlerine dağılmış Türk toplulukları ile ekonomik, sosyal, kültürel vs. her alanda entegrasyon) gerçekleştirmek şiarımız olmalı. Türk etnosu derken sakın ola ki bugün birtakım aklı evvel kafatasçı ve şoven duygularla hareket eden sözde Turancılarla aynı kategoride bizi değerlendirmeyesiniz. Türk etnosunu Moğol serdarların tutumlarıyla özdeşleştirenlerden değiliz elbet.  Bizim Türk etnosundan kastımız İsmail Gaspıralı’nın; 'Dilde, fikirde ve işte birlik' sözlerinin manasında gizlidir. Bu meşhur sözü önemli buluyoruz. Şu anda Türk dünyasında birlikteliği temin edecek iki unsur dil ve fikirdir. Bu iki unsurun yanına dinin ilave edilmemesi dine olan husumetten değil, Türkler arasında çeşitli din farklarının olmasından dolayıdır. Kaldı ki dünyanın çeşitli yerlerini mesken edinmiş Türkler’in en belirgin ortak paydaları 'Türk etnosu'dur. Bu anlamda Türk’ün Moğollaştırılmasına asla izin verilmemelidir.

Şayet müspet manada Türk etnosunu pratiğe geçirebilirsek, dünya coğrafyasında etkili blok olmak an meselesi. Yeter ki, bu potansiyelimizi harekete geçirecek akıl sahibi yöneticiler iş başında olsun. Batı kendi etnosundan hareketle bloklaşmayı ve kendi birlikteliğini sağladığında sus pus oluyoruz, her ne hikmetse aynı şey bizim için Pan-Turanizm oluyor.  Zaten Türk dünyasıyla ilgilenmeyi 'Pan-Turanizm' olarak algılayan yöneticilerle 'Dilde, fikirde, işte birlik' ülküsü gerçekleştirilemez de. Ne kadar çok yönlü birliktelik, o kadar güç demektir, buna Avrupa Birliği’ne girmekte dâhil elbet. O halde hiç kimsenin dedikodusuna, kınamasına aldırmadan dil dairemizi, kültür dairemizi, tarihi dairemizi ve hatta evrensel dairemizi iyi değerlendirip 21.yüzyıla 'Büyük Türk Dünyası' olarak mührümüzü vurmalıyız. Bu yüzden rahmetli Turgut Özal’ın; ‘21. yüzyıl Türk asrı olacaktır’ sözlerindeki o müthiş vizyonu hâlâ gönüllerde taptaze yankılanmakta, hatta insanımız bu sesi her işittiğinde hep o heyecanı yüreğinde taşıyor sanki.

Kültürel temel taşları

Kültür dairemize renk katan Fuzuli, Nevaî, Mevlâna gibi tefekkür ehlini, Türk Cumhuriyetleri’ne tanıtmalı ve her türlü iletişim ağlarımız vasıtasıyla kültürel birlikteliğin çimentosunu hazırlamalıyız. Üniversitelerde kültürel kaynaklarımızı ders olarak göstermek yeterli değil, lise seviyesindeki genç dimağlara Mevlâna’dan Aybek’e, Fuzuli’den Cengiz Aytmatov’a, Mahtum Kulu’ndan Muhtar Avezov’a kadar olan yelpazeyi de iyice öğretmeli ve sevdirmeli ki kültürel canlılık doğabilsin. 

Maalesef Bolşevik ihtilali, 1923 hilafetin ilgası, belki Latin harflerinin kabulü, komünist rejimin soydaşlarımızı Kiril-Rus alfabesine zorlaması gibi mezkûr sebepler dil birliğine gölge düşürmüş, 1932 senesinde Türkiye’de dilde arınma girişimlerinin nüksetmesiyle de Türk dünyasındaki kardeşlerimiz arasında anlaşma zorluğunu doğurmuştur. Neyse ki Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, bağımsızlıklarını kazanan Türk Cumhuriyetlerinin liderleriyle olan görüşmelerde bu önemli meselenin giderilmesi için gerekli girişimlere şahit oluyoruz. Geçmişin yaralarını sarıp, yeni çözümler ileri sürülmesi Türk Dünyası adına sevindirici gelişme olarak düşünüyoruz. Bu konularla ilgili Türk Cumhuriyetleri arasında kurultaylar düzenlenmesi, ortak kararlar alma eğilimlerinin baş göstermesi dilde birliği sağlama yönünde olumlu sinyaller veriyor ve gelecek için ümidimizi tazelemiş oluyor.     

Dil ve alfabe

Şu an Türk Dünyası arasında meselenin temelinde ortak bir alfabe birliğinin sağlanamaması söz konusudur. Azerbaycan, Türkmenistan, Kırgızistan büyük ölçüde Latin alfabesine geçtiler, şayet diğer cumhuriyetlerde Latin alfabesine geçerse bu engeli bir ölçüde aşmış olacağız. Dil birliğini sağlamada nazarı itibara alınması gereken noktaların varlığı unutulmamalı. Zira ortak konuşulan dillerin terim uyumluluğunun yanı sıra tarihi filolojik-linguistik zenginliği ve alfabe birliği önemli hususlardır. Evvela işe kardeş yurtlar arasında en çok konuşulan ortak kelimelerden başlamalı. Hatta ilim adamlarımız ortak kullanılan kelimelerin biran evvel tespitlerini yapıp pratiğe geçirmeli. 

Türk Cumhuriyetleri ile dil ve kültür yönünde işbirliği de yetmez, ekonomik entegrasyona da gidilmeli. Madem bütün dünya bu devletlerin bağımsızlıklarını tanımış, bize düşen BDT (Birleşmiş Devletler Topluluğu) ve BM’e (Birleşmiş Milletler) üye olan bu kardeş devletlerle en tabii hakkımız olan siyasi, kültürel, ekonomik, coğrafi ve manevi işbirliğini geliştirmemiz boynumuzun borcu olmalıdır.      

Şahsiyetli politikalar

Batı, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nin sahip olduğu doğal zenginliklerin, gaz ve petrol yataklarının farkındadır. Bilindiği gibi Tarihi İpek Yolu Maveraünnehir’den (Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan ve Türkmenistan’ın bulunduğu alan) geçer. Orta Asya Cumhuriyetleri Sovyetler’in çökmesiyle birlikte bağımsızlıklarına kavuşunca, bugün gelinen noktada pastadan pay almak adına ağırlıklı olarak ABD ile Çin yarış haldeler, hatta Rusya ve Avrupa Birliğini de dâhil edebiliriz bu yarışa. Bu durumun geçte olsa farkına varan batı, Türk Cumhuriyetlerine yönelmiş, kendi iştahlarını kabartan hammadde kaynaklarına ulaşabilmek için dilde fikirde yakın olmak bakımından avantajlı Türkiye’yi taşeron olarak kullanmak amacındadırlar. Yani batı dünyası, Kafkaslara ve Orta Asya’ya giden yolda Türkiye’ye biçtiği misyon köprü vazifesi görmesidir. Türkiye ise şuanda Sam Amca’ya göre kendisini endekslemiş, iki arada bir dere de sıkışık vaziyette kalmış görünüm içinde. Oysaki alnımız ak, göğsümüz dik bir şekilde kendi misyonumuzla ağabey-kardeş ilişkisi çerçevesinde oralara onlardan önce uzanabilmeliydik. Maalesef, bu avantajımızı bile değerlendiremediğimiz gibi, dilde ve fikirde birliği olmayan devletler bizden önce oralara varıp, ekonomik pastanın dilimlerin birçoğunu kapmışlar bile. Biz hâlâ neyi bekliyoruz, doğrusu anlamış değiliz.

Türkiye sadece ekonomik bakımdan daha çok tekstil, süper market ve inşaat sektöründe sınırlı aktif rol almaktadır. O halde şahsiyetli politikalar izleyerek Türk dünyasında gerçek gücümüzü göstermeli. 'Adriyatik’ten Çin Seddi’ne sloganının duygusallığından çıkıp 'Büyük Birliği' her alanda gerçekleştirecek birlikteliğimizi kurmalı.  Kazakistan’da bir zamanlar tek adamcı Nazarbayev faktörü, Özbekistan’da despot Kerimov’un olumsuz yönlerine rağmen bizim oralarda daha çok söz sahibi olmamızı istemeyen menfaat odaklarının uykusunu kaçıracak hamleleri yapmak, bütün hesaplarını altüst edeceğinden hiç kimsenin kuşkusu olmasın, yeter ki samimi olalım, vesselam…

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.