Başlar baş olmalı ki ayaklar kokuşmasın. Bir zamanlar balık baştan koktuğu içindir iki yakamız bir türlü bir araya gelememişti. Ne şehirler şehirdi, ne statükocü liderler liderdi, ne müesses nizam dedikleri nizamdı.

Malum olduğu üzere, İstanbul birçok medeniyetlere beşiklik etmiş üçüncü baş Roma şehrimizdir. Nasıl üçüncü baş Roma şehir olmasın ki; Roma-Bizans-İslam medeniyetlerinin yaşandığı alan burasıdır. Kim derdi ki Osmanlı daha henüz iki yüz çadırlık bir beylikken ilk başkent nüvesinin temellerini Söğüt’te attıktan sonra bir gün gelip üçüncü Roma'ya dönüşeceğini. Elbette ki bunu baştan kestirmek mümkün olmazdı. İşte söğütte temeli atılan bu nüve filiz verip dal budak saldıkça payitahtlarımız sırasıyla Yenişehir'e, Yenişehir'den Bursa’ya, Bursa'dan Edirne’ye taşınmış, derken Feth-i Mübin'in gerçekleşmesiyle birlikte İstanbul bizim kalıcı payitaht üçüncü Roma başkentimiz olmuştur. Zaten dünyada böylesi bir dördüncü başşehir yoktur. Bu yüzden Fatih Sultan Mehmed, bizim için başkenti devletine, devleti başkentine kavuşturan zat-ı şahane tek lider padişahımız dersek yeridir. O aynı zamanda Peygamberimizin mübarek lisanından; ‘İstanbul’u fetheden kumandan ne büyük kumandan’ övgüye mazhar olmuş Payitaht Başbuğumuzdur. Evet, Fatih, bu hadis-i şerifin müjdesinde batıya karşı doğunun ışığı olmuştur. Gerçekten de Fatih’in İslam mührünü İstanbul'a taşımasıyla birlikte bu şehir bir bambaşka çehre kazanır da. Öyle ki, İstanbul kısa bir zaman dilimi içerisinde tarihi, kültür ve medeniyet hamlesiyle her haliyle örnek bir başkent haline dönüşüm yaşar da.

İstanbul sadece bizim değil, tüm İslam dünyasının da merkezidir. Bakın Şam, Tebriz, Basra, Bağdat, Semerkand, Buhara Ankara’ya değil İstanbul’a aşinadır hala. Aşinalıktan söz edilince ister istemez insanların aklına şu soru takılabiliyor; acaba şu koskoca dünyada İstanbul kadar kendine özgü, kendiliğinden başkentlik özelliği bulunan kaç şehir vardır diye. Evet, iddiamız odur ki; İstanbul sadece müthiş güzelliği ile dikkat çeken bir şehir değil, tüm medeniyet kodlarını bünyesinde taşıyan bir dünya başkentidir. Bir yandan gök kubbeden yedi tepeye esen rahmet rüzgârın yeliyle yedi düvele meydan okurcasına gönüllere hoş seda olurken öte yandan köklerinde mevcut olan medeniyet kodlarıyla insanlığı selamlayan bir şehir olarak dikkat çekmektedir. O bizi selamladığında her tepesinden onu seyre daldığımızda insana apayrı bir ruh katan şahika eser bir medeniyet şehri olduğunu idrak ettik bile. Bu yüzden o eşsiz güzelliğini seyretmenin bir ömre bedel olduğunu haykırsak yeridir. Zaten bu özelliği sayesinde hem Türkiye'mizin kalbi olmaya, hem de dünyayı aydınlatan başkent bir şehir olmaya devam ediyor, edecekte. Besbelli ki dünyada birçok ülkeye baktığımızda birçoğu İstanbul'u örnek almış olsa gerek kendi kök kodlarının sembolü gördükleri başkentlerine dokunmamışlardır. Nitekim I. Dünya savaşının o ateşli havasından bizimle beraber aynı kaderi paylaşan Avusturya ve Macaristan imparatorlukları da mağlup düşmelerine rağmen başkentlerine dokunmamışlar, o gün bugündür Viyana hala başkenttir.

Peki, biz ne yaptık, bir kere sınır uçlarında kalmanın risk olduğunu düşünerekten Anadolu’nun tam ortasında bir yerde konuşlanmışız. Özellikle kimselerin dikkatini çekmeyeceği bir yer seçmişiz, sanki burayı kimseler görmesin diye tasarlanmış. Tabiatıyla gözden uzak olunca köklerimizle bağımızı yitirir olduk. Meğer atalarımız; gözden uzak olan gönülden de uzak olurmuş demekle haklıymışlar. Anlaşılan çokluk içinde birlik anlayışının zıddı bir ulusal söylemle Anadolu’nun orta noktasına mıhlanmanın kararını almışız. Oysa İstanbul tarihi süreç içerisinde bin yıldan fazla payitahtlık yapmış bir şehirdi, Ankara ise daha henüz yüzüncü yılını bile doldurmuş değil. Milli mücadelenin ardından kendimizi göbek taşına kilitlemişiz adeta. Ankara’nın başkent oluşu sebebinin İstanbul’un işgal edilmesiyle yakından ilgisi olduğu söylenir hep. Varsayalım ki o zamanki şartlar çerçevesinde bu görüşü bir nebze geçerli kabul etsek bile, artık günümüzde cephe ilerisi de cephe gerisi de aynı ölçüde risk teşkil eden kapsam içerisinde olduğu su götürmez bir gerçek. Ancak yine de İstanbul’un nüfus potansiyeli ve coğrafi konumu Ankara’ya göre çok daha bir korunma imkânı veriyor. Zaten zaman içerisinde anlaşıldı ki; Ankara bu konumuyla karşılaştığımız her meselede üstesinden gelemeyecek bir başkent izlenimi vermektedir. Şayet Ankara üniversiteler şehri ya da ilim ve kültür merkezi şeklinde dizayn edilmiş olsaydı bu mesele bir çırpıda çözülmüş olacaktı. Dolayısıyla çok kültürlü ve aynı zamanda tüm medeniyetlerin izlerinin bir arada görmek imkânının bulunduğu payitahtı terki diyar eyleyeli, savunma ağırlıklı konumda kalmışız. Nasıl savunma konumda kalmayalım ki, çok renklilikten tek renkliliğe geçişişi meziyet addetmişiz. Her şeyden önce İstanbul’la Ankara arasında göze çarpan bariz fark; biri hareketliliğin göstergesi, diğeri durağanlığın simgesi olmasıdır. Yine biri tarihle buluşmanın adresi niteliğinde medeniyetlerin beşiği olması, diğeri ise tarihten uzaklaşmanın ve durağan kalma özellik arz etmesidir. Maalesef dünyada soğuk savaş döneminin sonuna kadar etliye sütlüye karışmama politikasının en iyi şekilde icra edilen hüviyete bürünmüş başkent Ankara dersek yeridir. Neyse ki Tayyip Erdoğan dönemiyle birlikte Ankara’da İstanbul ruhuyla artık hareket eder durumdadır.
     
ANKARA İSTANBUL'A ALTERNATİF OLABİLİR Mİ?

Bir zamanlar dağdaki çoban da anlamış olsa gerek ki; dünyadan olan bitenden haberdar olmak için ara sırada olsa şehre inmeye ihtiyaç hissetmez, ne de olsa dünyadan bihaber durağanlığıyla meşhur içine kapanık bir başkent var niye ihtiyaç hissetsin ki, dolayısıyla dağdaki çobanın gamdan tasadan uzak sürülerinin başından ayrılmamasına şaşmamak gerekir. Evet, çoban haklıdır, Ankara bu haliyle soğuk savaş döneminin sonuna kadar suya sabuna dokunmama politikasının en iyi şekilde uygulandığı bir başkent olarak dikkat çekmiştir. Fakat gelinen nokta itibariyle bu tutumun sürdürülebilirliği de yoktur. Özellikle etrafımızda cereyan eden etnik ve mezhebi ayrılıkların körüklediği meselelerin yanı sıra Balkanlarda, Orta doğuda, Asya'da, Akdeniz'de ve Kafkasya'daki hareketlilik Ankara’nın umursamaz havasını bir anda silip süpürebiliyor. Derken artık bir dünya devleti olmak misyonumuza dönüş yapıp, yerimizde çakılı kalmak sevdasında ki ısrarımızdan vazgeçme noktasına geliyoruz. Ankara geçte olsa İstanbul’un misyonunu yüklenme gerektiğini fark ediyor, eskisi kadar bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın tavrı sergilemiyor ve bu anlayışı terk etme noktasına geldi nihayet. Her ne kadar eski klasik şablonlarla yetişmiş bir üst rütbeli askerimiz ‘Bizim ne işimiz var Yemende, Lübnan’da’ diye feryat etse de, ülke çıkarları ne gerektiriyorsa onu yapmaya mecburuz, bu kaçınılmaz. Hani ne oldu o içe kapanık söz sadece söylenmekle kaldı, gördük ki askerimiz Kore’de olduğu gibi Afganistan ve Lübnan’a da pekâlâ asker gönderilebiliyormuş. Yetmedi Fırat kalkan harekâtıyla mazluma umut zalime korku salacak refleksle sınırlarımızın ötesine taşabiliyoruz artık.

Zaten istesek de istemesek de tarih ve sınır ötesi coğrafya ile yüzleşmekten kaçamayız, şartlar zorluyor çünkü. Üstelik her geçen gün Ankara İstanbullaşıyor da. Bakın İstanbul bir zamanlar yetmiş iki milletin derdiyle dertlenip din ve etnisite farkı gözetmeksizin adaletle yönetirken, Ankara ise bırakın dış dünyada akan kana duyarlı olmayı, kendi insanının meselelerine bile kayıtsız kalmıştır. Yeni başkentimizin bugüne kadar Kore’ye asker gönderme ve Kıbrıs’a barış gücü çıkarmanın haricinde gözle görülür her hangi bir manevrasına şahit olamadık. Ankara durduk yerde 85 yıllık sürecini halkı tepeden yönlendirmeye çalışıp zaman kaybetmekle dış dünyaya karşı elimizi zayıflatmıştır. Hele şükür ki, halkımız bunca tepeden yönlendirmelerle hor görülüp itilip kakışılmasına rağmen “Allah devletimize zeval vermesin” diyecek bir gönül yürekliliğinden vazgeçmemiştir. İşte görüyorsunuz insanımız kökleriyle bağları koparılmaya çalışılsa da devletine kolay kolay devletine küsmeyen bir tavır sergileyebiliyor. Hatta 28 Şubat post modern darbe ve 15 Temmuz FİTÖ ihanet çetesi darbe girişimiyle duyguları rencide edilse de ordumuzu Peygamber ocağı görmeye devam etmekte ısrarlı da. Tabii bu kayda değer bir erdemliliktir. Anlaşılan kök kodlarımız kolay kolay unutulmuyor. Allah korusun kök kodlarımız tırpanlanırsa ortada ne gövde, ne dal, ne de yaprak kalır.

Yeni kurulan devlet Osmanlı’nın devamıydı, ama devamı olduğunun kabulü noktasında tereddüt hali yaşanması bugünkü sıkıntıların kaynağını oluşturdu. Bikere Türkiye Osmanlıdan devr aldığı dış borcu yüklenirken onu bir baba kabul ettiğine iyi bir işaretken Osmanlı devlet geleneğinin tarihi kodlarını inkâra kalkışması da bir o kadar kötüye gidişatın bir işaretiydi. Tabii bu büyük bir hataydı. Sonradan anlaşıldı ki, kazın ayağı hiçte öyle değilmiş, tarihi kodlar reddedilse bile Osmanlının torunlarıyız gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Ne var ki uzun bir süredir diplomaside masanın dışında kalmamız tarihi tecrübelerden kopmamızdan kaynaklanan bir durumdur. Neyse ki bugün diplomatik başarının masanın başında bulunmakla gerçekleşeceğini fark ettik, dahası ceddin babamızı hatırlayıp taşın altına elimizi koymayı yeniden keşfettik. Dünyada ki hızlı gelişmeler, hızlı dönüşümler bizi bu koridora kendiliğinden sürükledi bile. Artık sadece evimizin önü değil komşu bahçemizin durumu da bizi ilgilendirir anlayışı egemendir. Donuk kalmak bir yere kadarmış meğer.

İÇ GÜVENLİK KAYGISI

Tek tip insan yetiştirmek, herkese aynı elbise giydirmek ve kültürü basitleştirmek uygulamaları tercih hatasıydı aslında. Sonradan anlaşıldı ki; tek düze uygulamalar içte sıkıntılar doğuruyor. Nasıl doğurmasın ki; geçmişte Şeyh Said’in şahsında simgeleşen Kürt olayı, Risaleyi Nur talebelerine uygulanan sıkı takip politikaları ve Türkçülere uygulanan tabutluk işkenceleri, 12 Eylül öncesi ülkücü ve devrimci refleksin tırmandırılması bunun en tipik misalleridirler. Üstelik Ankara, İstanbul gibi kültürleşemeyip siyasileştikçe her on yılda bir halk iradesi kesintiye uğruyordu. Her demokratik kesintinin ardından halk kendine yakın olanı iktidar yapıp tepkisini ortaya koysa da tek tip üniforma giydirme dayatmaları hız kesmiyordu. Birilerince habire bildik senaryolar servis edilip zaman zaman psikolojik hareketler tazelenerek ülkemizin yarınları karartılmak istense de gerek askeri vesayet simgesi 28 Şubat post-modern darbe, gerekse 15 Temmuz FETÖ darbe girişiminin Başkanlık sistemiyle yerle bir olacağını, yani 16 Nisan’la birlikte tarihin çöplüğüne gömüleceklerin işaretini almış olduk.

Bu arada bir başka mesele de; kurtuluş savaşı mitinin canlı tutulmaya çalışılma hadisesidir. Galiba bu durum yılların birikmiş korkunun eseri olsa gerek, ikide bir her yıl kurtuluş günleri düzenleme ihtiyacını hissediyoruz. Ebette ki adı üzerinde Milli Mücadele, yani kurtuluş mücadelemiz, ancak garip bir korku hali mi desek, yoksa gereksiz endişe haline kapılmak mı desek bilinmez ama kurtuluş bayramlarını kutlamayı rutin hale getirmişiz. Oysa bu tür kutlamalarla durduk yere halkımıza her defasında korku hali salıyoruz. Bakın, Fransa ve Paris iki kez işgale uğramış, ama hiçbir Fransız kalkıp da kurtuluş günü yâd etmez. Biz ise bu güne kadar iç ve dış güvenlik dürtüleriyle kurtuluş törenleri düzenlemeyi hüner sanmışız. Hiç olmazsa bari kurtuluş değil de diriliş desek daha bir mana yüklemiş olurduk. İlginçtir Mareşal Fevzi Çakmak’a ulaşımla ilgili yol yapılması teklifi sunulduğunda,  bakın ne demiş: “Ulaşım geldiğinde güvenliğimiz tehlikeye girer.”

İşte sergilenen bu tavır sadece Paşanın şahsına münhasır değildi elbet, yaşanan korkuların tipik özetiydi sadece. Kaldı ki dünyanın hiçbir yerinde mantıken Zırhlı Birlikler içte konuşlandırılmaz. Bizim uçbeylerimizin adı ister tank birlikleri olsun, isterse mekanize ve motorize kuvvetler olsun hepsi sınır boylarındaydı, niye? Çünkü adı üzerinde uç kuvvetler, iç emniyeti almak için düşünülmüş bir uygulamadır. Allah aşkına şimdi soruyoruz; Ankara uç bir yer mi ki Zırhlı Birlikleri uç noktalardan orta sahaya alınmış. Tıpkı başkentimizi merkeze aldığımız garabete benzer bir mantık silsilesi sergilenmiş. Şaşmamak elde değil, belli ki iç tehdit duyarlılığı bu kararın alınmasında en önemli etken unsur olmuş. Meğer bir zamanlar kırmızıçizgilerimiz diye dillendirilen şey içte halka ayar çekmekmiş. Hal vaziyet böyle olunca dışa karşı pasif bir devlet görünümü verdik. Kelimenin tam anlamıyla içe karşı sert, dışa karşı esnek ve barışçıl görünmek temel politika addedilmiş. Derken bu tutum halkla devlet arasında güven duygusunu aşındırmaya yetmiştir.

ANKARA ANKARA OLALI BÖYLE DÖNÜŞÜM YAŞAMADI


Ankara Ankara olalı Atatürk Menderes, Özal ve Tayyip Erdoğan'la devam eden böylesi diplomasi atağını yaşamamıştı hiç. Atatürk bir bakıyorsun Hatay’ı topraklarımıza katıyor, bir bakıyorsun Montrö Boğazlar meselesine el atıyor, yine bir bakıyorsun İngiltere ve Fransa’ya göz kırparaktan müttefik gibi gözüküp İtalya ve Almanya’ya karşı kendimizi güvence altına alıyordu. Ne var ki İnönü çizgisinde bunları görmek mümkün değildi, bu çizgide daha çok suya sabuna dokunmamak vardır. Menderes, Özal ve Tayyip Erdoğan yönetimleri İstanbul merkezli çizginin dışa açılan penceresi olurken, İnönü, kısmen Demirel, Mesut Yılmaz ve Ecevit iktidarları da Ankara merkezli içe kapanma adresinin ana hattını temsil eder. Malum, Özal’da bürokratik görevinde ayrılıp politikaya soyunduğunda milletçe kabul gördü görmesine ama, o da ancak Ankara’nın derin güçlerini aşabildiği ölçüde dönüşüm projelerini gerçekleştirebilmiştir. Nitekim Tayyip Erdoğan’ın zaman zaman Ankara’nın bürokratik engellemelerini aşamadığı serzenişinde bulunması bu durumu teyit ediyor. Belli ki bürokrasiye genellikle değişim siyaseti izleyenler takılıyor hep. Zira bürokratların pek çoğu gerçek hayattan gelmiş insanlar değildi. Dolayısıyla siyaset bürokratik yapıya bürünmek zorunda kalıp, Ankara nefes alamaz oluyordu. Madem 16 Nisan 2017 refarandumuyla Başkanlık modeline geçtik o halde Ankara bir an evvel bürokrasinin o sıkıcı ve boğucu havasından kurtulmak zorundadır. Şayet yarınlarımızı heba etmek istemiyorsak, buna mecburuz da.

Eski Türkiye’de az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik, derken ‘Ankara’nın taşına bak gözlerimin yaşına bakar’ diyerek teselli olmuşuz hep. Bazı aklı evvel kendini elit sanan güruh hala eskinin kara tren türküleriyle avuna dursun, bu ülkenin gerçek sahipleri lafla değil icraatlarıyla Ankara-Konya ve Ankara-İstanbul arası hızlı tren hattıyla gönül bağını kuruyor artık. Hızlı tren İstanbul’u daha bir cazip hale getirmesi bir yana orta noktadaki Ankara’yı kendine yakın kılıyor da. Şu bir gerçek Ankara yakınlaştıkça bizde yakınlaşıyoruz. Elbette ki bu sevindirici bir gelişmedir. Tabii bitmedi dahası var, şöyle ki; Türkiye’yi bir uçtan diğer uca demir ağlarla örmekle kalmayıp denizin altını da üstünü de demir ağlarla, oto yollarla örüyoruz. Hele demir ağlar, havalimanlarıyla ve otoyollarla Avrupa’yı tarihi ipek yoluyla birleştirecek hat tamamladığımızda tarihle yüzleşmemiz çok daha çabuk ve farklı insan ilişkiler ağıyla buluşmamız çok daha kolay olacaktır. Anlaşılan o ki, kültür merkezli İstanbul ile siyasi ve ticari merkezli Ankara’nın gerçek manada buluşmasına şahit olacağına inancımız boşa çıkmayacaktır. Gelinen nokta itibariyle ümit varız. Derken bu ümitle ufkumuzu ötelere yelken açmış olacağız.

Vakit kaybetmeden bir arada yaşamak için yeniden el ele gönül gönüle verip birliği tesis etmeli ki yeniden dirilişe geçebilelim. Hem ayrımcılıktan kim ne bulmuş ki bizde bulalım. Şayet Ankara silkinirse ya da asıl kaynağına dönüş yaparsa dünyanın özlediği o asıl barış rüzgârları o zaman doğabilir. Çünkü bu ümidi her zaman milletçe sinemizde taşıyoruz.

Velhasıl; Artık ayağa kalkma zamanı. Gün bugündür. O halde tarihi misyonumuz gereği 2023 Türkiye’sine tez yol almalı.

Vesselam.
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.