Hz. Ali (k.v) sonrasını tufan demiştik. Nasıl ki İbn-i Sebe Hz. Ali (k.v) ve oğullarını istismar etmişse, İbn-i Meymun’de evladı resul olan Caferi Sadık Hz.leri ve oğlu İsmail’i istismar etmişlerdir. Oysa Ehli Beyt sevgisi ayrılık konusu olmamalıydı. Ehlisünnet yolunun ilk imamı sayılan Hasanı Basri (r.a) Hz. Ali (k.v)’in yetiştirdiği tabiinler’dendir.

Ehlisünnet yolunun imamlarının çoğu Ehli Beyt’ten istifade etmişlerdir Mesela İmamı Azam Ebu Hanife, İmam Cafer Sadık Hz.lerinin talebesidir. Öyle ki; İmamı Azama onu şu sözlerle över; ‘Son iki yılımı İmam Cafer’in elinden tutmasaydım Numan helak olurdu.’ İşte gerçek anlamda Ehli Beyt sevgisi bu sözlerde gizli. Ebu Hanife Ehli Beyt sevgisini açıklamaktan yüksünmemiş, bu yüzden zindanda ölmüştür. Zira İmamı Ahmed İbni Hanbelî de öyleydi. Hatta İmamı Şafii’nin Arafat hutbeleri de düşünülürse Hz. Ali ve ehli beytin kadir kıymetini onun kadar candan öven kimseye belki de bu cihanda rast gelinmemiştir dersek yeğdir. Keza İmam-ı Malik hakkında da aynı mütalaalar mevcut. Çünkü o da Ehli Beyt sevgisi taşıyan bir âlimimizdi. Hâsılı dört mezhebin öncülerinin beyan ve yaşantıları Ehli Beyt ile mütabaatı şeksiz şüphesiz tamdır. O halde herkim ki Sünni’dir biliniz ki alevidir, herkim ki Alevidir biliniz ki onlarda Ehlisünnettir. Zaten İslam vahdet dinidir, birliği esas unsur kabul eder. Bu yüzden Allah Resulü, "Ümmetimin ihtilafında rahmet vardır" buyurmuşlardır.

Şia

Şia kitaplarında (El-Kaife’de), 12 imam ve Cafer Sadık’a atfen İslam’ın beş şartı arasında imamet de sayılmaktadır. Bu kitaptan hareketle güya;  Allah Kur’an’ın gizli manalarını Hz. Ali vasıtasıyla (Cafer ilmi) 12 imam ve Mehdiye bildirmiş,  arada olan imamlarda onlardan bu ilmi aldıkları tarzında bir inanış hızla yayılmaya başladı. İşte Şia’da imamların ruhban haline gelmesi bu görüşler doğrultusunda şekillendi.

El Kâfi eserinde,  Mehdi (a.r) kaim olunca ortaya çıkacaktır ifadeleri yer alır. Oysa Sünni siyasette imamın hüküm sıfatı yoktur,  ancak ve ancak Peygamberler Allah tarafından ilahi vazifelidirler. İslam’da seçim ashabın icması, yani toplu kararı ile müesseseleşmiştir.

Şia akımının en uçları Sebiler ve Gulat-ı şia’dır. Öyle ki: Hz. Ali’ye (hâşâ) sen Allahsın diye hitap edecek kadar aşırıya kaçmışlardır.

Öteki Şiilerde üç aşağı beş yukarı şu kanaati paylaşıyorlar; Hz. Ali’nin imamlığı veya halifeliği Allah tarafından vahiyle belirlemişte, güya Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer bunu gizlemişler, hilafeti gasp etmişlerdir derler. İşte bu tür sakat görüşler Sünni siyaset usulüne taban tabana zıttır. Üstellik bu tür zırvalar ayan beyan bir şekilde İmamı Allah tayin ediyor iddiasına kadar varacaktır. Dahası var ‘İmamlar masumdur’, yani İmamlar yanılmaz kültü yerleşecektir zihinlerde. Oysa Allah ve Resulünün hakikatleri dışında her şey tartışılmaya muhtaçtır.

*

Bu arada unutmamamız gereken husus Şia akımı ile Aleviliğin aynı şeyler olmadığıdır. Her ikisinin de ortak paydası Hz. Âli’ye bağlılık olsa da yaşayışta farklılıklar söz konusudur. Hem Hz. Ali (k.v)’i samimi seven gruplar, hem de siyasi taraftarları vardır. Dolayısıyla Şiilik ile Alevilik; sevmek ve siyasi tarafgirlik noktasında ayrılırlar. Şia akımının bayraktarlığını yapanlar Hz. Âliyi sevme noktasından aşırıya kaçarak işi siyasi harekete dönüştürmüşlerdir. Hz. Âliyi sevme noktasında karar kılanlar Ehl-i Beyt sevgisi ile sınırlı kaldılar, işte bu sınırda karar kılanlar aynı zamanda Kur’an ve sünnet çizgisine en yakın olanıdırlar.

Aşırılıkta karar kılan siyasi taraftarlar da kendi aralarında birçok fraksiyonlara ayrılmışlardır:
“-Hariciler,
-Münafık ve Yahudi dönmeleri,
-Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin taraftarları,
-İran’daki Şiiler,
-İran’da Mecusi dininin ruhanileri vs.”
diye adlar almıştır.

Görüldüğü gibi siyasi taraftarlar bölük pörçük bir yığını andırıyor sanki. Hasbi taraftarları yani sevgide sınırlı kalanlar ise Hz. Aliye yüksek teveccüh, yüksek kemalat ve ehli beyte büyük bir bağlılık göstererek yollarına devam etmişlerdir. Bu noktada ehlisünnetle ayrılık ve gayrilikleri yok, ancak Aleviliğin yanlış yorumlanmasından kaynaklanan problemler söz konusu. Alevilik ne bir mezhep ne de bir fırka, belli ki bir tarikat şeklinde ortaya çıkmış sadece.

Yukarda da belirttiğimiz gibi İbni Sebe Hz. Ali ve oğulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i istismar etmişler, İbn-i Meymun ise Evladı Resul olan Caferi Sadık ve oğlu İsmail’i. İçlerinde bu istismarın en tahripkârı İsmailiyye (Batıni) grubudur. Siyasi taraftarlık büyümeye görsün, bu tarafgirlik zaman içerisinde radikalleşerek başta İran olmak üzere yirmiden fazla Şii grupların türemesine yol açtı. Bunlar sırasıyla:

“-Sebeiyye,
-Kamiliyye,
-Ulyaniyye,
-Muğariyye,
-Hatabiyye,
-Mensuriyye,
-Numaniyye,
-Yunusiyye,
-Nasriyye,
-Cenahiyye,
-Gurabiyye,
-Zekariyye,
-Zerramiyye,
-Mufavvize,
-Bedaiyye,
-Benaniyye,
-Salihiyye,
-Süleymaniyye,
-Carudiyye,
-İmamiyye
-İsmailiyye”
fırkasıdır.

*

Hasan Sabbah

Hep İbn-i Sebe’den bahsettik,  buna Hasan Sabbah’ı da ilave edebiliriz. Asya’da ilk defa fitne kazanı kaynatarak, tabir caizse tarihe anarşizmin piri olarak geçmiştir. O anarşizmin reisliğini yapmakla kalmamış anarşizmi müesseseleştirmişte. Aynı zamanda Selçuklunun amansız düşmanıydı. Hasan Sabbah Alamut kalesinde yetiştirdiği fedaileri ile İslam âlemini kana bulamak istiyordu, ne var ki bu amacının gerçekleşmesinde karşısında tek engel Selçuklu vardı.  Batıniler Alamut kalesini karargâh olarak kullanmışlardı hep. Bu kalede tam 33 yıl konuşlanan Hasan Sabbah’ın efsunladığı esrarkeş serseriler o günün şartlarında adeta ölüm yemini yapıp, intihar timleri oluşturarak etrafa korku salabiliyorlardı. Üstelik çirkin emelleri uğruna Selçukluların dünyaca meşhur veziri Nizam-ül Mülkü bile şehit ettiler. Hasan Sabbah Hz. Âliyi ilah kabul eden Gulat fırkasının en ateşli müntesibi idi çünkü. Dessas planıyla genç beyinlerini yıkayarak intikam tugayları haline getiriyordu. Neyse ki İmamı Gazali gibi bir ehlisünnet âlim çıkacak, onun soluğu ile İslam dünyası bir nebzede olsa nefes alacaktır. Çünkü İmamı Gazali Selçukluların İslam siyaseti ve nizamına hizmet edecektir. O bu hizmetiyle Hüccetül İslam olmayı çoktan hak etmişti bile. Gazali manevi kargaşalığın amili olan yalnız müfrit Şiilere ve Batınilere değil, hataya düşmüş ve imanı sarsılmış filozoflara karşıda mücadele vermiş, fikirleriyle onları hezimete uğratmış bir deha örneğidir.

İncelendiğinde Selçuklunun İslam siyaseti ve nizam anlayışında ayrılığa ve gayrlılığa yer yoktur. Türk’ler alevi şeyhlerine, seyyidlere, onların zaviyelerine de vakıflar yapıyorlardı. Nitekim Şii âlim Abdülkealil Kazvini; “Cihana hâkim Türkler sayesinde hürriyet ve himaye gördüklerini, Rafızi ve Mülhitlerin bertaraf edildiğini, bütün fenalıkların onların uğurlu kılıçları ile yok edildiğini” tafsilatıyla anlatır. Fakat Emevilerde Selçuklu anlayışını göremiyoruz. Ki; Emevi Devleti aşırı ırkçılıkları ile yüzünden tarihe karışınca onun yerine geçen Abbasi Halifeliği mezhepler ve sınıflar arası uçurumları yatıştırmaya muvaffak olmayı başaramadı. Abbasi devrinde daha çok dini mücadeleler, Selçuklu da müfrit Şii ve Hasan Sabbah türü militan hareketler, Osmanlı da ise daha çok hoşgörü ortamı göze çarpar.

Sultan Tuğrul

Sultan Tuğrul, devletini kuvvetlendirip, Anadolu yolunu açan seferini tamamladıktan sonra, Abbasi Halifesinin yardım istemesi üzerine Hilafeti Şii Büveyhililerin elinden ve Rafiziler’in şerlerinden kurtarmak amacıyla 1055 yılında işgal altındaki Bağdat’ı Şii Büveyhililer’in (Fatımi) saldırılarına son verir. Böylece Şii Büveyhililer’e esir olan Sünni halifelik Sultan Tuğrul’un girişimiyle kurtulabilmiştir. Bu sefer sayesinde Sünni halifelik kurulmuş ve Tuğrul Bey’in bu jestine karşılık halife mektubunda; O’nu doğu ve batı’nın hükümdarı ilan ettiği gibi, Onu İslam’ın dirilticisi, Sultanü’l Müslümin (Müslümanların Sultanı) ve Kasım Emir’ül Müminin (Halifenin ortağı) unvanlarıyla taltif eyler.

Dünya Hakanı ilan edilmek aynı zamanda Tuğrul Bey’in şahsında Türklere büyük bir itibar kazandırır. Bu olayla birlikte Hakanlarımız kendilerini İslam’ın hadimi (İslam’ın hizmetkârı) olarak gördüler hep. Hâsılı XI. yüzyılda İslam dünyasının lideri Tuğrul Bey’dir. Aynı zamanda Tuğrul Bey Büveyhililer’in hâkimiyetine son vermesinin ardından Bağdat’ta halifenin kızı ile evlenme şerefine de nail olur.

Alparslan

Alparslan, Çağrı Bey’in oğludur. Tuğrul Bey’in oğlu olmadığı için Sultanlık yolu Alparslan’a açılmış oldu. Başa geçer geçmez hemen kendisine kısa zamanda adapte olabilecek,  hatta ona yön verecek düzeyde Nizam-ül Mülk’ü vezir tayin eder. Gerçekten de Nizam-ül Mülk’ün işbaşına getirilmesi isabetli oldu. Nizam-ül Mülk açtığı medrese ile de adından söz ettiren geleceğe de ışık saçan bir deha örneği. Çünkü Selçuklunun gelişim evresinde Hakanların payı olduğu gibi Nizam-ül Mülk’ün deha çapında icraatları de kayda değerdir.

Alparslan’da İslam’ın iç düşmanı Fatımilere ve dış düşmanı Bizanslılara karşı iki büyük sefer düzenlemiştir. Diyebiliriz ki Alparslan’ın kısa süren saltanat süreci (1063–1072),  Selçuklunun en parlak dönemidir.  Yıldırım hızıyla gerek irili ufaklı emir, melik, yabgu türü hükümdarları ve Karahanlı hakanlarını tabiiyetine alması, gerekse içte Fatımilere dışta ise Bizans’a karşı giriştiği seferleriyle göz doldurmasını bilen ulu hakandır o.  Öyle ki; Fırat nehrini geçerken Buharalı Ebu Cafer Muhammed Alparslan’a, “Efendimiz! Nimetinden dolayı Allah’a hamd ederim. Zira köleler müstesna, bu nehri ne eski zamanlarda ne de İslam devrinde bir Türk padişahı olarak ilk defa siz geçiyorsunuz” diye iltifat içeren sözlerine muhatap kaldı. Alparslan’da bu sözler karşısında ellerini açıp mütevazı bir şekilde Allah’a şükretti.

Alparslan evvela Bahreyn taraflarında Karamatı sapıkları ve Şii Fatımi kalıntılarını temizleyerek işe başladı. Böylece Şii Fatımiler neye uğradıklarını şaşırırcasına Suriye’den çekiliyor ve ardından Mekke Şerifi bu durumdan memnun kalarak Alparslan’a itaatini bildirip Fatımiler yerine Abbasi halifesi ile Türk sultanı adına hutbe okutmaya başlatıyor. Dolayısıyla Alparslan’ın girişimiyle Ön Asya güvence altına alınmış oldu. Ancak Halep Emiri’nin Fatımilerin etkisiyle taraf değiştirmesi canını sıkmıştı. Şöyle ki; Alparslan din kardeşliği hassasiyetiyle, “Rumlar karşısında bu hudut şehrini kılıç ile fethetmekten korkarım” diyerek hücuma geçmeden önce şehrin kendiliğinden teslim olmasını bekledi hep. Fakat bu arada Romanos Diogenes’in iki yüz bin kişilik ordu ile arkadan çevrildiğini öğrenince önce barış teklifi yaptı. Romen Diojen bu teklifi reddedince Alparslan bu noktadan sonra gözünü Anadolu’ya çevirmek zorunluluğunu hisseder ve gereğini yapmak üzere derhal Malazgirt hazırlıklarına koyulur.

Kıyasıya geçen Malazgirt savaşında 26 Ağustos 1071 de Bizans hezimete uğratılarak Romen Diojen esir alınır. Anadolu’yu vatanlaştıran Alparslan, emaneti oğlu Melikşah’a devrederek ruhunu Allah’a teslim eder. Fakat ölümü bir ecnebi tarafından değil de maalesef içerden Şii batini hançeri ile katledilmesi trajik hadise olmak bakımdan düşündürücü elbette. Doğu Roma’yı fiilen tarihten silen, Malazgirt’te Romen Diojen’i ayağına kapanmaya mahkûm eden Alparslan, bünyemizde taşıdığımız bir virüsle Şii batini hançerine kurban olması Selçukluyu derinden üzmüştür. Ne yazık ki Batıniler Alparslan’ın şehit olmasını bile gözüne kestirebilecek cüreti gösterebilmişlerdir. Alparslan ardından birçok evladı arasında devleti önceden veliaht tayin ettiği oğlu Melikşah’a Nizam-ü’l Mülk gibi devlet adamını miras bırakarak kırk iki yaşında şehitlik şerbetini içerek göç eyledi ebedi âleme böylece.

Melikşah-Muhammed Tapar

Gerek Melikşah’ın ve gerekse veziri azamın izlediği başarılı siyasetleri sayesinde Selçuklu kısa zamanda ilim, kültür, ziraat, sanayi ve ticaret hayatı çok ileri noktalara taşındı. Nizamü’l Mülk Melikşah’ın Vezir-i Azamı olmanın ötesinde can dostu, aynı zamanda ışık feneriydi. Dolayısıyla bir gün Sultan Melikşah’a, “İsmaili’lerin amacı İslamiyet’i ve devletimizi yıkmak olup tarihi süreç içerisinde bunlar kadar sahtekâr ve tehlikeli bir zümre mevcut değildir. Onlar bir gün davul sesleri ile şehirleri işgal ettikleri ve mümtaz insanları kuyulara attıkları zaman benim sözlerimin ne anlama geldiği anlaşılacaktır” diyerek önceden gerekli uyarısını yapmıştır.

Melikşah’ın başarılarına tahammül edemeyenler sinsice Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesine yerleştirmiş olduğu fedaileri tarafından katledilir. Yani Bağdat’ta zehirlenerek şehit edilir.

Gerçektende Melikşah’ın ölümü müteakip dıştan Haçlıların ve içte de Batınilerin çıkardığı cinayetler ve kargaşalıklar İslam dünyasını dehşete düşürdüğü gibi uzun süre Selçukluya baş yoldurtacak kadar uğraştırmıştır. Melikşah’ın ölümü ile birlikte başlayan saltanat kavgaları sonucunda;  Sultan Berkyaruk zamanında Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Türkmen Beylikleri ve Atabegliler’in ortaya çıktığına şahit oluyoruz. Selçuklu iki devlete ayrılmak suretiyle Selçuklu Türkiyesi ile birlikte üç Selçuklu Sultanı çıkmış oldu. Ancak bu durum çok uzun sürmedi, saltanat çekişmeleri sonucunda, yarış Tutuş ile Berkyaruk arasında kaldı ve birçok emir Berkyaruk tarafına geçiş yaptı. Tutuş’un ölümü ile birlikte Berkyaruk’un adına Bağdat’ta hutbe irad edildi.  

Berkyaruk’un ölümünün ardından oğlu Melikşah ve Muhammed Tapar aralarında kıyasıya saltanat mücadelesine giriştiler, sonunda Muhammed Tapar mücadeleyi kazanarak idari mekanizmanın başına geçti, yani Sultan oldu. Bu arada karışıklılardan istifade eden küffar, Birinci Haçlı seferi sonunda Suriye’de Haçlı Devletleri kurmayı başardılar. Sultan Muhammed Tapar Haçlı seferlerinin yanı sıra aynı zamanda Batınilerle de çok mücadele etti, hatta Muhammed Tapar Batıniliğin merkezi Alamut Kalesini kuşatarak çok sayıda birçok militanlarını öldürmeyi başardı ise de bu fitne odağını kaldırmaya ömrü yetmedi. Fakat tarihçiler bize Hülagu’nun bir yıkıcı olduğu kadar, aynı zamanda bir kurtarıcı görevi ifa ettiğini de bildiriyorlar. Çünkü Hülagu istilası olmasaydı fitne odağı Alamut Kalesi ve Batınilik İslam dünyasını bütünüyle kuşatabilirdi. Moğol- Hülagu kasırgasıyla Alamut kalesi düşebilmiştir ancak. Batınilik o kadar tehlikeli bir akım ki, ilerde Şah İsmail vasıtasıyla en etkili öldürücü darbeyi vuracaklardır. Yani Batınilik taktikleri her daim Sünni âlemi derinden yaralayacaktır.

Türkiye Selçukluları Büyük Selçuklulardan bir asır daha fazla tarih sahnesinde yerini aldı. Alâeddin Keykubad’ın vefatının ardından İkinci Gıyaseddin Keyhusrev’in Kösedağ da (1243) Moğollara teslimi ile Selçuklu ömrünü tamamlıyordu. Neyse ki; Horasan Erenlerinin aşıladığı gaza ruhu ile Anadolu sınır uçlarına yerleşen Türkmen boylarının Ertuğrul Gazinin açtığı sancağın altında toplanarak tarih sahnesinde Osmanlının doğuşuna zemin hazırlayacak bir gelişmeyi başlatırlar, derken böylece bir girişimin etkisi kısa zamanda Moğol yaralarını sarmaya yetecektir.

Artık tarih sahnesinde, Osmanlı var, hem de altı asrı kapsayacak ulu çınar. Bugün bile o ulu çınarın kolları gönüllerde yaşıyor, yaşayacakta.

Timur

Moğol kasırgasının ardından Türkistan’ın (Maveraünnehir)  yeniden hayat bulmasında en büyük emek şüphesiz Emir Timur’a ait.  O Harezmî ve Altın ordu devletlerine karşı açtığı mücadelelerde büyük zafer kazanmış, saltanatlarına son vermekle kalmamış bir dizi reformlara imza atmakta meşhur bir lider. Şayet onda bir eksiklik aranacaksa, o da Osmanlıyla bir dizi kıyasıya yaptığı savaşlardır. Hakeza Ankara savaşı bunun en tipik yıpratıcı örneğidir. Türk’ün Türk’le imtihanı diyebileceğimiz tarihin bu iki ümit devleri güçlerini birleşecekleri yerde birbirlerini hırpalamışlardır maalesef. Öyle ki Timur’un Anadolu’yu istilasında küffar fırsat bulup Selanik ve başka beldelerin Müslümanların elinden çıkmasına neden olmuştur. Bu yüzden Osmanlı kaynaklarında “Timur fitne zuhur’’ sıfatı ile anılmıştır. Çünkü Osmanlıda,  ‘Fitne küfürden daha şiddetlidir’ (El-fitne eşeddein min el-küf) ayeti her zaman ışık kaynağı olmuş, Osmanlı bu ayetin hükmüne sadık kalmıştır hep. Timur dışa karşı yaptığı seferlerde son derece çetin ve acımasız, içe karşı ise son derece mütevazı bir şahsiyet örneği sergilemiştir. Dışa karşı soğuk,  içte ise merhamet abidesi bir insandır adeta.

Bir defasında İbni Abidin gibi büyük bir âlimle otağında buluştuklarında, İbn-i Abidin Timur’a övgüler yağdırır. Hemen o bu övgüler karşısında, “Ben sadece Moğol Hanların vekiliyim” cevabını vererek mütevazı bir karakter ortaya koyar. Bu arada şunu belirtmekte fayda var, Timur sülalesini Çağataylardan Barlaslara uzanan, yani Moğollara dayandırılsa da bunlar Türkleşmiş olduklarından,  o bir Türk Hakanı olarak tarihte yerini alacaktır. Timur dindar bir kişiliğe sahip, öyle ki her yaptığı seferlerde davasına meşruiyet kazandırmak adına ulemanın fetvasını almayı da ihmal etmeyecek kadar gözü ve gönlü pek insan. O bununla yetinmemiş toplumun önem verdiği manevi önderlerin mezarlarını inşasını başlatmış, bizatihi kendisi başta olmak üzere mevcut merkatlara gerektiği gibi ilgilenecektir. Nitekim Piri Türkistan Ahmet Yesevi Hz.lerinin mezarını vakıf müessesesi kurarak türbe haline getirip korumaya almışta. Nasıl korumaya almasın ki, Meşayih’in manevi himmetleri ve âlimlerin desteği ile medreseler ihya olup, ilim fen ve sanatta büyük atılımlar gerçekleştirmişti çünkü. Zaten Onun bu girişimi sayesinde yetmiş yıllık komünizmle idare edilen Rusya’nın çökmesinin ardından dahi o evliya-ı izamın merkatları bugünde canlı ve dipdiri olarak ziyaret edilebilecek halde ayaktalar hala.

Timur’un hayatında net iki dönem görülür. Birinci dönemi Moğol kasırgasına karşı yaptığı mücadele dönemi, ikinci dönemi ise bir dizi savaşlar sonucu ardından bıraktığı imparatorluk dönemidir. O geçirdiği bu dönemlerden sonra ister istemez gözünü Çin’e dikmiştir, fakat ansızın gelen ölümle bu fethi gerçekleştiremeden kelebek misali her fani gibi bu dünyadan göç edip, ardından büyük bir eserler bırakarak öbür âleme yürüdü.

Neyse gelelim asıl konumuza. Şayet Osmanlı şarktaki Türk devletleri, bilhassa Timur, Akkoyunlu ve Safevi İran’ın arkadan taarruzları ve Hıristiyan devletlerinin ittifakları ile karşılaşmasaydı, belki de parçaladığı Avrupa’yı tamamen fethedebilirdi. Ne var ki Timur’un Yıldırımı mağlup etmesi büyük sarsıntıydı. Timur kazandığı bu savaşın ardından Anadolu’dan aldığı 300 bin esiri İran’a götürüp Erdebil şeyhine teslim ediverdi.

Erdebil şeyhi-Şah İsmail

Erdebil Şeyhinin gerçek adı Ali’dir. Erdebil Şeyhi Timur’dan esirlerin kendisine verilmesini talep eder. Bu istek karşılık bulur da.  İşte bu serbest bırakılan esirler o günden bugüne Anadolu’da Alevi adı altında anılır. Aslında esirler Erdebil Tekkesine gelmeden önce Ehlisünnet itikadı üzerine idiler. Hakeza Erdebil Şeyhi’nin de kendine göre bir amacı vardı. Nitekim Timur’un verdiği Türkmen esirlerinden yararlanarak irşat postundan saltanat tahtına, oradan da şahlığa geçmekti. Fakat Erdebil Şeyhi amacına ulaşamadan bu dünyadan göçtü, yerine oğlu Şeyh Cüneyd posta oturur. Şeyh Cüneyd’de tıpkı babası gibi hayatı boyunca aynı emelleri taşıdı. Neyse ki Şeyh Cüneyd’in gizli emellerini biranda fark eden İran hükümdarı Cihan Şah, onu İran’dan dışarı sürüverdi. Şeyh Cüneyd, böylece Anadolu’ya gelmek zorunda kalır. Şeyh Cüneyd’den sonra oğlu Şeyh Haydar da Şahlık davasında bulunur, ama o da amacına nail olamaz, artık bu davayı gerçekleştirecek yerine geçen oğlu Şah İsmail muvaffak olacaktır.

Öyle ki Şah İsmail 13 yaşında iken İran’da Akkoyunlu’lara harb ilan edecek kadar cesaret örneği sergiler. Bu cesareti sayesinde şeyhlikten saltanat postuna oturarak sonunda Safevi Devletini kurmayı başaracak ve Şahlık unvanını elde edecektir. Dolayısıyla Safevi’lerin ilk hükümdarı Şah İsmail ve Şah Tahmasb’dır diyebiliriz. İlk olmasına ilklerde ancak bu ikili Sünnilere karşı zulüm yapmakla işe koyuldular. Hatta İmamı Azam gibi büyüklerin türbelerini yıkacak kadar gözü karaydılar. Onların bu tutumları Osmanlı harekete geçirmeye yetmiş ve bu tür davranışlar İslamiyet’e hıyanet olarak değerlendirilmiştir. Hatta Kanuni Şah’a gönderdiği mektupla uyarmıştır Yinede Kanuni, Şii İran ahdine bağlı kaldığı sürece onlara dokunmamayı yeğlemiştir.

Safevilerin dayandığı Alevi Türkmen kabileleri başlarına geçirdikleri kızıl külahtan dolayı o gün bugün Kızılbaş olarak anılmalarına neden olacaktır hep. Yani onlar ‘kızıl başı-bed maaş’ tabiri ile İslam dünyasında hakir görüyor ve ordularıyla Safevileri tenkil ediliyorlardı. İşte Kızılbaş lakabı bu şekilde kızıl külaha atfen dile getirilmiştir.

İran’da Şah İsmail Akkoyunlu Devletine son vererek Safevi İmparatorluğunu kurduktan sonra Şah’ın üstünde hiçbir güç tanımamaya başladı. Oysa Osmanlı sisteminde Divanda müzakere esastı. Safeviler bırakın müzakereyi Şii mezhep dışında hiçbir dini oluşumu tanımıyorlardı.  Zira dini taassuplarını siyasetlerine malzeme yapıyorlardı. Sünnileri ya zorla Şii yapıyorlardı ya da öldürüyorlardı, böylesine acımasızlardı. Kendileri dışındaki tüm dini cereyanların özgürlükleri zorla ellerinden alınmaya çalışılıyordu.

Hâsılı Uzun Hasan ile başlayan ve Şah İsmail’le devam eden bu Türkmen bölünmesi,  Şah İsmail’in şahsında Osmanlılara karşı batini muhalefet cephesi oluşturmaya yetti bile. Öyle ki, Şah İsmail ve Erdebil Tekkesi Şeyhi ile birlikte coğrafyamızda sürekli ayrılık yeşertildi. Bu durum dini karar olmayıp, kesinlikle siyasi bir kararın önümüze getirdiği bir oyundu. Ve nitekim olanlar oldu, bütün Yörük Türkmen unsurlar Şah İsmail’in etrafında birleşerek yerleşik Türkmenlere karşı topyekûn savaş ilan ettiler. Şah İsmail böylece Safevi Devletinin Şahı unvanıyla,  Müslümanların bir zamanlar yıktığı Pers imparatorluğunu yeniden dirilişe geçirerek bütün ihtilafların kaynağını yeniden körükleme rolünü üstlendi.

Yörük Türkmenler kendilerinden olmayanları yozlaşmış ve bozulmuş olarak ilan ederek Müslümanlar arasında ayrılık tohumları serptiler. Oysa tarihin bizlere öğrettiği önemli not;  ihtilafların kaynağında göçer- konarların yerleşik hayata intibak edememenin sonucu olarak tepki hareketine dönüştüğü gerçeğidir. Tarih zaten yerleşikliği tercih eden Anadolu ile Suriye Selçuklularını, Eyyubileri ve Osmanlıyı kuran Türkmenleri bu konuda haklı çıkarmıştır.

Safevi Türkmenlerden geriye baktığımızda ise onların bakiyesi sayılan İran ve Anadolu’da hala zaman zaman ciddi olaylara neden olan ayrılık tohumları niteliğinde topluluklar kalmıştır sadece. Bu değerlendirmeyi dini yaklaşımla değil, ancak siyasi gözlükle baktığımızda bu tespitimizin haklılığı o zaman anlaşılabilir. Haçlı ve Moğol saldırılarının Türkmen dağılmasının sebebi olarak gösterilse de,  asıl sebep yıllardır süren Yerleşik-Yörük çekişmesinden kaynaklanır oysa. Bu iç mücadeleler sonunda Sünni Müslümanlığı bırakanlar, bizim topraklarımıza ait olmayan İran kökenli Şiiliğin bir değişik versiyonu niteliğini taşıyan ekolün peşine takılacaklardır. Türkmenlerin yerleşik hayatı seçenleri ise özünden taviz vermeyerek Türk tarihinde yepyeni bir sahife açmışlardır.

Batı Türklerinin, ya da diğer bir ifade ile Yerleşik Türkmenlerin Büyük Selçuklularla başlattıkları Rönesans, Sultan Sencer’in bir iç savaşta yenilip esir edilmesiyle Türkmenlerin intiharı gerçekleşir. Kelimenin tam anlamıyla Selçuklu yıkılarak 300 sene sonra ancak yeniden Fatih Sultan Mehmet’in elinde adeta bir çağ kapatılıp yeniçağın kapıları açılır. Yörükler ise, Müslümanlığı terk ederek Şiiliğe kanalize oldular. Hatta İran, Türkmenler tarafından Şiiliğin kalbi olarak görüldü. Bu durumun tehlikeli boyutlarını sezen Osmanlı, Balkan kavimlerinden devşirdikleri askerler sayesinde Anadolu’da Şii Türkmen yayılmasını önleyebilmişlerdir.

Yavuz Sultan Selim

Yavuz Sultan Selim’in neden Batıya değil de Doğuya doğru sefer düzenlediği bu gerçekler ışığında şimdi daha iyi anlayabiliyoruz. Doğuyu emniyete almadan batıya yöneliş hiç yoktan koca imparatorluğu maceraya sürükleyebilirdi. Yavuz’da gereğini yaptı. Bugün Anadolu’nun değişik yörelerinde halkımızın bir kısmı Yavuz’un davranışını dini nedenlere bağladıklarından ona iyi gözle bakmazlar. Oysa o yaptığı hamlelerle Bütün Türk İslam Âlemini büyük bir badireden kurtarmıştır.

Koçi Bey Osmanlı’nın gerileme belirtileri olarak Fıkhı rehberimiz İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin mezarına hıyanet işlemesini ve zuhur eden Celali eşkıyasıyla nükseden bazı vilayetlerin harap olmasına bağlar.

Anadolu’da Turhal civarında Bozoklu ve kendisini Mehdi ilan eden Şeyh Celal adında biri çıkar. Etrafına topladığı adamlarla Anadolu’yu tehdit eder duruma gelir. 1519 yılında kesik başı Yavuza gönderilir, böylece Anadolu’daki bu Celali hareketi bastırılır, ama bundan sonraki her ayaklanma ‘Celali isyanı’ , asiler de ‘Celali’ adını alacaktır. Bu bakımdan Anadolu’da patlak veren her harekete Celali isyanı demek büyük bir yanılgıdır. Ancak ve ancak bu harekete Anadolu evladının hain vezirler hâkimiyetine karşı giriştiği Milli bir duruşu, ya da kıyamı diyebiliriz.

Yavuzun şiddeti birlik ihtiyacına binaen olmuş ve bu ihtiyaç temin edildikten sonra Kanuni’nin adalet devri devreye girmiştir.

Celali hareketleri bir anlamda Türk soyluların, Alevi Türkmen ve Sünni Türkmenlerle işbirliğinin ürünüdür. Celali hareketiyle inançların genelleşmesi ideolojisi gerçekleşir.

İlk bayrağı Alevi eğilimli Türkmenler çekmekle beraber, sonuçta Celali ayaklanmaları sosyal gerginliğin güçlenmesine katkıda bulunmuşlardır. Böylece çevre ile merkez arasında önemli kalın çizgiler ortaya çıkmıştır. Aslında devşirmelerin büyük mevkilere gelmeleri Türkmenleri sinirlenmelerine yol açmış,  adına Celali ayaklanmaları denilen bir tepkiyi doğurmuştur. Tabir yerindeyse devşirmelerin silahlı kolu Yeniçeriler, Türkmenlerin ise sipahilerdir diyebiliriz.

Şah İsmail mezhep taassubu ile Anadolu’ya hâkim olacağına inanıyordu, ama Yavuz tüm bu emelleri Çaldıran seferi ile boşa çıkarmıştır. Bu sefer sayesinde Osmanlı ile bu devletin arasında sınırlar belirgin şekilde çizilmiş oldu. Böylece Şah İsmail’in halifeleriyle Anadolu’daki irtibatının önüne geçilmiş olundu. Bunun anlamı Erdebil Tekkesi müntesipleriyle Anadolu’daki Alevi bağlarının kesilmesi demektir. Zira bu tarikatın Anadolu’da yakasında kalan mensupları kendileri dışında kalan Müslümanları ehli beyte gerektiği kadar muhabbet beslemediği zannına kapılmışlardır. İşte bu suizan soğukluğa, soğuklukta zamanla ihtilafa dönüşüp cami ve eğitim yuvalarından uzak kalmalarına yol açtı. İşte bu uzak kalma hali neticesinde medresede öğretilen bilgilerden yoksun kalan Aleviler, sadece babadan oğla geçen kulaktan duyma bilgilerle yetindiler. Kulaktan duyma bilgilerin her zaman diliminde değişikliklere uğradığı da hesaba katıldığında Alevilik konusu gündemden düşmeyecek şekilde tartışılır hale getirmektedir.

Yavuz’un ikinci seferi Memluklara karşı olmuştur. Memluklar Osmanlıya karşı Şah İsmail’le beraber birleşiyorlardı. Bunun üzerine Yavuz bir darbe ile Şah İsmail’i saf dışı bıraktıktan sonra Yıldırım hızıyla Mısır ordularını Mercidabık ve Ridaniye’de hezimete uğratır. Böylece Memluk devleti sona erip hilafet Osmanlı’ya geçer. Yavuz bir taşla iki kuş vururcasına hem Şah İsmail’in gizli emellerini boşa çıkarmış hem de Ayasofya’da yapılan bir merasimle Abbasilerden hilafeti ve mukaddes emanetleri almayı başarmıştır. Dolayısıyla saltanat ve hilafeti birleştirerek İslam’ın hilafet şartlarını da yerine getirmiş oluyordu. Yavuz’un bu başarısı Sünni âlemde sevinçle karşılanmıştır.

Al-i Beyt

Çaldıran zaferi neticesinde İran’la Osmanlı devleti arasında kesin hudutların çizilmesiyle birlikte Anadolu yakasında kalan Alevi kültürüyle yoğrulmuş insanlar her nedense bu zafere pek sevinmemişlerdir. Bu insanlar o günden beri Sünni Müslümanların Ehli Beyt’e soğuk baktıkları duygusuna kapılmışlar. Oysaki Al-i Beyt’e Allah için muhabbet etmek dinimizce vaciptir. Hatta İmamı Şafiye göre ise farzdır. Anlaşılan Sünni Müslümanların bu konuda sıkıntısı yok, sıkıntı sadece bazı sığ zihinlerde. Bakın Said Nursi, “Al-i Beytt’ten Vazifei Risaletçe muradı Sünnet-i seniyyesidir. Sünneti seniyyeyi terk eden hakiki Al-i Beyt’ten olmadığı gibi Al-i Beyt’e hakiki dost olamaz” buyurarak gerçekleri gözler önüne sermiştir.                                                    

Nitekim Allah Resulü, “Sizlere iki şey bırakıyorum Onlara temessük etseniz necat (kurtuluş) bulursunuz Birisi kitabullah diğeri Al-i Beytimdir” diye buyurmaktadır.

İmam-ı Şer’ani Hz.leri Bir beldede seyyid olduğunu duysam o beldeye girmekten hayâ duyarım diyerek Al-i Beytin kıymetini ortaya koymuştur.

Bir başka meselede Yezit meselesidir. Sünni kesime Yezidi denilmek isteniliyorsa, şu iyi bilinmelidir ki tarihte Yezidin işlediği cinayetler yüzünden hiçbir Müslüman sorumlu tutulamaz. Çünkü Kuran’da; Hiç kimse bir başkasının hatasından, günahından, cinayetinden dolayı sorumlu tutulamaz buyruğu var. Kaldı ki hiçbir ehlisünnet Müslüman doğan çocuğuna Yezit ismi de vermemiştir, vermezde. Tam aksine çocuklarına Ali, Hasan, Hüseyin ismi verildiği sıkça rastlayabiliriz. Demek ki sanıldığın aksine Sünni Müslümanlar alevi düşmanı değillerdir.

Peygamberimiz (s.av), “Ehli Beytim Nuh’un gemisi gibidir. Onlara tabii olan selamet bulur, olmayan helak olur” buyurmuşlardır.

Aleviliğe Bakış
                     
Alevilik ve Sünnilik İslâm’ın değişik yorumudur. Aleviliğin hem hasbi (samimi) taraftarları hem de siyasi taraftarları var. Siyasi ve sembolize hale gelmiş Alevilik,  Alevi halkın iyi niyetlerini istismar ederek solcu sloganlara kurban edilmektedir maalesef. Bu durumu Aleviliğin radikal hareket alanına kaydırılması olarak yorumluyor ve Alevi-Sünni çatışmasına yol açacak tezgâhın provasıdır diye düşünüyoruz. 

Hz. Ali’yi sevmek noktasında hiç bir Ehl-i Sünnet mensubunun itirazı olamaz. Yalnız sevmenin ölçüsünü tayin etmemiz lazım. Malum, Hıristiyanlar Hz. İsa (a.s.)’ı sevmede aşırıya kaçıp, (hâşâ) “İsa Allah’ın oğludur” noktasına taşıyarak, ifrata kaçmışlardır.  O halde Hz. Ali (k.v.) gibi ilim kapısına ulûhiyet isnat etmek en büyük haksızlık olacağı gibi, inananlar arasında fitne sebebi olacağı muhakkaktır. İbn-i Sebe ve Hasan Sabbah gibiler her devrin fitne temsilcileridirler. Bugün de İbn-i Sebe ve Hasan Sabbah yok, ama onlara benzer değişik kılığa bürünmüş fitne mümessilleri iş başındalar adeta, biricik görevleri Müslümanlar arasında ayrılığı körüklemek, birlik ve beraberliği yok etmektir. Hz. Osman (r.a.) zamanında nükseden ve Hz. Ali (k.v.) devrinde doruğa ulaşan fitne hareketleri Müslümanlar arasında derin uçurumların açılmasına neden olmuştur. Gerçi Hz. Ali (k.v.) zamanında Müslümanlar arasında yapılan savaşların bir kısmı içtihat farkından doğan mücadelelerdir.

Alevilerin Ehl-i Beyt sevgileri sadece Aleviliğe mahsus olmayıp, Sünnilere de has meziyettir. Çünkü Ehl-i Beyt bütün Müslümanlarca kurtuluş gemisi olarak addedilir. Cafer-i Sadık Hazretleri’nin Hacegân silsilesinin basamaklarında zikredilmesi Alevilerle Sünnilerin muhabbette, sevgide ortak paydayı paylaştıklarını göstermez mi? Cafer-i Sadık Hazretleri aynı zamanda İmam-ı Azam’ın da mürşididir. Bu yüzden İmam-ı Azam: “Eğer son iki yılımda Cafer-i Sadık’ın elinde tutmasaydım, Numan helâk olurdu” der. Zira tarihi gerçekler ve Tarikat-ı Aliye’nin silsile basamakları, bizi Mevlâna’da, Yunus’ta, Hacı Bektaşi Veli’de ve Hacı Bayram-ı Veli’de buluşturmaktadır.  

Anadolu’nun İslâmlaşmasında bu büyük zatların büyük ölçüde katkılarının olduğu herkesin kabul ettiği bir hakikattir. Önemli olan manevi sultanları saptırmadan, onları doğru anlayabilmektir. Onların ağzından sadır olmayan sözleri yine bu zatlara isnat etmek haksızlık olacaktır. Ki; icraatları, sözleri ve eserleri ortada, gerçekleri saptırmaya gerek yok.     Bazılarının, Alevilik mevzusunda “Rejimin emniyet sübabıdır” gibi beyanlarda bulunmasını, yeni bir ayrılık tohumunun habercisi olarak yorumluyoruz. Din-devlet ilişkilerinde devlet taraf olmamalı, bilakis hakem olmalı, hatta hadim (hizmetkâr) rolü üstlenmeli.

Devlet; ülke sınırları içinde vukuu bulan, değişik isimlerle zikredilen alt kimliklerin örgütlenmesine müsaade vermeli ve sivil toplum olgusunun gereğini yerine getirmesi gerekir. Çünkü sosyal devlet anlayışının temel esprisi bu temele dayanır. Çeşitli nüansları bu ülkenin gerçeği kabul edip, sivil toplum unsurlarının teşkilatlanmalarına ön ayak olmak, yardımcı olmak ve kendilerini ifade edebilecekleri sistemi getirmek Türkiye’ye hizmet olacaktır. Hem aleviler, hem de Sünniler ve diğer meşrepler ülkenin emniyet sübabıdır dersek, asıl işte o zaman devlet olarak “hakemlik” misyonumuzu yerine getirmiş sayılırız. Sivil toplum unsurlarından birini övüp, diğerlerini görmemek ciddi manada bölücülük doğuracaktır.

İslâmiyet, bütün dinleri, bir din olarak şemsiyesi altına alarak, aralarındaki münasebetleri bir din çerçevesinde değerlendirir. İşte İslâmiyet’in bu engin hoşgörüsü, her şeyin üstünde olan Vahyin kudretinden kaynaklanır. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (s.a.v.), bu yüceliğin baş tacını oluşturur. Dinlerin kendi içinde mensupları, mezhepleri ve meşrepleri denilen çeşitliliği söz konusudur. Bu alt kimlikleri tek unsur olarak takdim edip, işte din budur denildiğinde ister istemez kıyamet kopmakta, bitmek tükenmek bilmeyen tartışmaları da beraberinde getirmektedir.

Diğer dinlerde olduğu gibi, İslâmiyet dairesi içerisinde de zenginlikler mevcuttur. İçtihat farklılıklarından dolayı mezhepler doğmuştur. Hakeza Allah’ı zikretmede ve nefsi terbiye etme konusunda değişik usullerin tatbiki ile çeşitli tarikatlar gün yüzüne çıktı. Tabii bu arada Ehl-i Sünnet çizgisinin dışında nükseden mezhepler ve tarikatlar da söz konusu. Ölçü; Kur’an ve Sünnettir. Kur’an ahkâmına ve Sünnet-i Seniyye’ye uygun her yol İslâm’ın kabulüdür. Bunun dışında ortaya çıkan fitne ve uydurma fırkalar Firak-ı Dalle’den (sapık kollardan) sayılır.

Ülkemizde bitmek tükenmek bilmeyen Alevilik meselesi, her defasında pişirilerek, ayrılık tohumları ekilmeye çalışılmaktadır. Alevilik, bir alt kimlik veya bir yol olarak yorumlanması gerekirken, sanki başlı başına bir dinmiş gibi lanse edilmektedir. Oysa camii, sinagog, kilise dinlerin sembolleri ve ibadet mekânlarıdır. Dergâhlar, cem evleri umumi manada ibadet yapmanın ötesinde değişik meşrebe sahip müntesiplerin semah ve zikir yaptıkları yerlerdir. Dolayısıyla ne dergâh, ne de cem evi camii’nin alternatifi olan ocaklar değildir. Bir nevi manevi sivil toplum teşkilatlarıdır. İşte bütün mesele, cem evi’nin camii’nin karşısına alternatif olarak koyulmaya çalışılmasından kaynaklanıyor. Dinimiz İslâmiyet olduğuna göre, O’nun mabedi de camii’dir. Semah yapılan mekânlar, dergâhlar ve cem evleri camiinin üstü değil sadece alt zenginliklerdir. Hiç bir zaman tek başlarına camii değillerdir. Tehlike cem evleri’nde değil, cem evleri’nin cami’ye karşı alternatifmiş gibi gösterilme girişimleri asıl tehlike.. Eğer Alevilik alt bir kimlik ve meşrep değil de Hıristiyanlık veya Yahudilik gibi din olarak ortaya çıksa idi, o zaman cem evi’ni de bir kilise, bir havra tarzında yorumlayabilirdik.

Bir kere, gerek din adına gerek mezhep adına gerekse meşrep adına ortaya çıkan her teşekkül, kendi tanımını, gayesini, metodunu ve uygulamasını belirtmediği sürece tartışılmaya mahkûmdur. 

Her hareket, tarifini, usulünü, uygulamasını ve amacını mutlaka açıklamalıdır. Aksi takdirde mezheple meşrep, meşreple mezhep, dinle mezhep ve dinle meşrebin arası sapla saman misali karışacak, birbirinin yerine geçecek ve tam manasıyla kaos ortamı oluşacaktır. Bir kilimin içinde değişik desenler mevcut, ama hiç bir desen tek başına kilim adını alamaz. Kilim, değişik tonlarla ve değişik nakışlarla işlenmiş desenlerden bir araya gelerek isim alır. Din de öyledir. Din kiliminin içinde çok çeşitli yollar, mezhepler ve meşrepler vardır. Mezhep ve meşrep gibi desenler tek başına dini temsil edemezler, sadece dinin zengin unsurları olarak telakki edilir. 

Elbette yeryüzünün her yeri Allah’a ibadet etmeye engel değildir. Fakat camii, kilise ve havra dinlerin ibadet sembolleri ve mabetleridir. Sembollerin hukukunu hiçe sayıp da, cem evi’ni camii’nin üstünde bir mevkie veya karşısına oturtmak çabalarını birbirlerinin hukukuna tecavüz olarak addediyoruz. Her kurum ve müessesenin haddini bilmesi gerekir. 

Medresenin fonksiyonu başka, dergâh’ın başka, hakeza cem evi’nin de başka. Bunların üstünde camii, bütün zenginlikleri bir araya toplayan mekânın adıdır. Üstelik camii minaresi, vaaz kürsüsü ve minberi ile değişik mezhep ve değişik meşreplerin mensuplarını aynı safta toplayan mabet mahallidir. Minberi adeta kürsü, mihrabı bizi ötelere taşıyan remz. Hele hele bir de Cuma günümüz var ki, o da Müslümanların cümlesini haftada toplu halde toplayan bir birlik meşalesidir. Cuma günü her mezhep mensubu ve her meşrep mensubu,  ne medrese ne tekke ne de dergâhta cuma namazını eda etmeyip, camiye koşmak mecburiyetindedir. Cuma; ismiyle müsemma toplanmak (cem)demektir çünkü.

***

Bütün bu örnekleri vermemizdeki gaye, Cem evi gibi manevi sivil toplum ocaklarının camii gibi umumu kuşatan mabede alternatif ibadet yeri gösterilme çabalarının yanlışlığını ortaya koymak içindir.

Unutmayalım ki; hepimiz aynı kilimin desenleriyiz.

Mart 2012

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
Erdem Akkoyunlu 10 yıl önce

Selim bey doyurucu bilgilerinizden dolayı teşekkür ederim..

Avatar
Birisi 3 yıl önce

Şiilik size bu kadar batıyor diye Kızılbaşlığı Şiilik saymamanız sizin bilgisizliğiniz haberiniz olsun